Categories: Kitap Bölümü

Ahlak ve Felsefe

ÖNSÖZ
Bu kitapta felsefenin Kuran denetimde olgunlaşması gereken bir olgu olduğunu ve Kuran’ın aynı bir psikiyatrın hastasına, ya da bir öğretmenin öğrencisine yol göstermesi gibi felsefeye yani bilinçli düşünme faaliyetine mantıksal ikna yoluyla yol göstermesi, denetlemesi ve kılavuzluk etmesi gerektiğini vurgulayacağız. İnsanlar normal şartlar altında her zaman daha iyiyi ve daha doğruyu bulmak için düşünürler. Bir hasta iyileşmesi için nasıl bir yol bulması gerektiğini düşünür, bir öğretmen öğrencilerine nasıl daha iyi bir eğitim verebileceğini düşünür, bir devlet başkanı halkını nasıl daha iyi yönetebileceğini düşünür. Bütün bunlar aslında birer düşünce faaliyetidir. Filozoflar ise daha teorik ve soyut konularda düşünürler. Peki kötü manada düşünen insanlar var mıdır? Elbette vardır. Örneğin silah kaçakçılığı yapmayı düşünen ya da suç teşkilatı kurmayı planlayan bir kişi… Fakat biz bu kitapta normal şartlar altındaki insanları söz konusu edeceğiz. Bir kısım negatif azınlık konumuz dışındadır.
5
Konumuz şudur: Felsefeyi yani insanın düşünme faaliyetini etkisi altına alması gereken etken ya da etkenler nelerdir? Önce bu soruya genel bir cevap verelim. Kanımca insanın felsefi faaliyetlerini etkisi altına alması gereken şeyler iyilik yolunda olmak, yardımcılık, güzellik, kötülükten sakınma, bilgi ve yenilik peşinde olma gibi pek çok olgudur ki bütün bu olguları genel anlamda ahlaklılık olarak isimlendirebiliriz. Buna göre evrende ahlaklı olarak yer alan her olgu insanın düşüncesine kılavuzluk etmeli, ahlaksız ya da gayri ahlaki olarak yer alan her olgu da insan düşüncesinden dışlanmalıdır. Bu noktada üzerinde durmamız gereken en önemli konu ahlakın veya ahlaklılığın kime göre olduğu, etik veya ahlaki olarak  tanımlanan veya tanımlanmayan veya bu ikisi arasında derecesi aranan düşünsel ve fiziksel faaliyetlerin kime göre, veya hangi kıstaslara göre belirlendiği sorusudur. Kitabı yazarken Kuran’ın Türkçe çevirisi olarak Yaşar Nuri Öztürk mealini kullandık. Umarız bize kızmazlar… Düşünce ve beyin fırtınasına hazır olun!
6
İNSAN ETMENİ VE İNSANIN HATASI
Evrendeki en büyük ahlak, en büyük rahmet ve en büyük kudretin kaynağı, tek bir varlıktır ki o da Alemlerin Rabbi yüce Allah’tır. Buradan yola çıkarsak, Allah, insanlara genel ahlak, iyilik, güzellik, ibadet, arınma ve sakınma ilkelerini bildirmek için peygamberler aracılığıyla kitaplar indirmiştir ve şu halde insanlar için evrende mutlak (saf) ahlakın tek bir kaynağı vardır. O da Alemlerin Rabbinin indirdiği kitaplardır (Zebur, Tevrat, İncil, ve en son olarak da Kuran). Eğer Kuran öncesi kitaplar değiştirilmemiş olsaydı, evrendeki insanların düşünce sisteminin önünü açan, kılavuzluk eden, yol gösteren ve denetleyen kitapların bunların hepsi olduğunu söyleyebilirdim. Fakat her yeni kitabın indiriliş sebebi bir önceki mesajın tahrip edilmesi ve kitapların tahrip edilmesiyle birlikte peygamberlerin mesajlarının ve Allah’ın birliği ilkesinin kaybolmasıdır. Şu anda indirilmiş olduğu tarihten yani yaklaşık bin dört yüz yıldan beri değişmemiş olan ve kıyametten önce indirilen son kitap olduğu –ki bu aynı zamanda Kuran’ın kıyamete kadar korunacağını ve Kuran’dan sonra başka bir kitap gelmeyeceğini de belirtir:
“Hiç kuşkusuz, o Zikir’i/Kuran’ı biz indirdik, biz; her hal ve şartta onu muhakkak koruyacak olan da biziz” (Hicr suresi/8)
– kendi içindeki ayetlerle de sabit kılınan Kuran Alemlerin Rabbinin kullar alemine indirdiği en detaylı ve en muhteşem ayetler bütünüdür. Şu halde insan düşüncesine kılavuzluk edebilecek, yol gösterebilecek ve denetleyebilecek olan son kitap da Kuran’dır. Bu noktadan yola çıkarak insanların, Alemlerin Rabbinin ahlaki normlarını düşüncelerine, kalplerine ve fiziksel dünyalarına sokmak için
7
var olan tek çıkar yolun Kuran’ı anlamsal manada okumak ve daha çok anlamak olduğunu bilmeleri gerektiğini söyleyebiliriz. Ahlak kavramının önemli bir özelliği şudur: Ahlak, özden meydana gelir. Kuran’ın verilerine göre Yaratıcı Kudret olan Allah, insanı yarattıktan sonra içine ruhundan üflemiş ve hemen ardından meleklere “Adem’e secde edin!” demiştir. Bunun hemen ardından olan, meleklerin, Allah’ın ruhunun fiziksel dışavurumu olan insana secde etmesidir. İnsan, içindeki bu öz nefesten dolayı içinde en yüce ahlaki duyguları ve bakış açılarını, tartıları taşıyabilen bir varlıktır. Meleklerin Adem’e secde edişi sırasında İblis’in isyanını ve lanetlenmesini Kuran İsra suresinde şöyle anlatır:   “Hani meleklere: ‘Adem’e secde edin’ demiştik; onlar da secde etmişlerdi. Ama İblis secde etmemiş, şöyle demişti: ‘Çamur olarak yarattığın kişiye secde mi ederim?’ Yine dedi: ‘Şu benden üstün kıldığına bir baksana! Yemin olsun, eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, onun soyunu, pek azı hariç, hükmüm altına alacağım.’ Allah buyurdu: ‘Defol git! Onlardan kim sana uyarsa, cezanız cehennem olacaktır. Ne de mükemmel ceza. Onlardan güç yetirdiğini sesinle yerinden oynat. Atlıların ve yayalarınla yaygara çıkarıp üzerlerine çullan. Mallarda, evlatlarda onlara ortak ol, onlara habire vaatte bulun’ Şeytan onlara bir aldatıştan başka ne vaat eder ki! ‘Kuşkusuz benim kullarım üzerine senin hiçbir sultan olmayacaktır.” Vekil olarak Rabbin yeter.”   Bu ayetlerde İblis’in, Adem’in içinde bulunan Allah’ın nefesini/ruhunu ve cezayı o anda yediğini kabul ederek (çünkü Allah’ın ceza vermesinden önce “eğer beni kıyamete kadar ertelersen” tabirini kullanmıştır) Adem’i çamurdan yaratılmış bir kişi olarak nitelendirdiği ve Adem’in içindeki Allah’ın
8
nefesini/ruhunu inkar ettiği için yaratılmış zaman-mekan boyutlarındaki tüm ahlaki olguları da inkar ettiği gözler önüne serilmektedir. İblis bu konu içinde iki büyük hata yapmıştır:
1) Adem’in içindeki Allah’ın nefesini / ruhunu inkar ederek Allah’a karşı savaş açma
2) Allah’ın içine kendi nefesini/ruhunu üflediği Adem’e savaş açarak Allah’ın “Ben yeryüzünde bir halife atayacağım” diyerek halife atadığı insanı (ki bu anlamda Adem yeryüzünde bütün ilahi ahlak olgularının temsilcisi olacaktır) da kendisiyle birlikle cehenneme çekmek.
Şu konunun iyi anlaşılması lazım. Meleklere “Adem’e secde edin” denmesinden önce Allah meleklere “Ben yeryüzünde bir halife atayacağım” demiştir. Bunun anlamı kendisinin içine Allah’ın nefesinin/ruhunun üflendiği Adem’in yeryüzünde Allah’ın ahlakının yani en büyük ilahi ahlakın temsilcisi olacağıdır. Eğer bu gerçekleşseydi ve şeytan insanları inkara sürüklemeseydi bugün ahlaksal açıdan cennete dönüşmüş bir yeryüzü görebilecektik. Fakat Allah böyle yapmamış ve şeytanın insana caydırıcı etkiler yapabilme ihtimalini kıyamete kadar açık bırakmıştır. Ve Allah bu diyalogun sonunda İblis’e karşı son olarak şunu söylemiştir:
“Benim kullarım üzerinde senin hiçbir sultan olmayacaktır.”   Unutulmamalıdır ki Allah, İblis’e vereceği cezayı sadece ertelemiştir ve şu da göz önünde bulundurulmalıdır ki İblis isyan ettiği anda lanetlenmiştir ve cezaya uğrayacağını, isyan ettiği anda bildiğini “eğer beni ertelersen” sözüyle kabul etmektedir.
9
Bu noktada insana düşen Kuran’ı anlamaya çalışarak ve inceleyerek tıpkı diğer ihtimal gibi , tıpkı insanların cennetten çıkmamış ve şeytana boyun eğmemiş, onun etkilerine maruz kalmamış hallerindeki ihtimal gibi, yeryüzünün halifesi olmak, başka bir deyişle insanların ahlak anlayışıyla değil, ilahi ahlak anlayışıyla ahlaklanarak örnek bir davranış ve düşünce sistemi geliştirmeleridir ki bu da ancak Kuran’ı okuyup, anlayıp mümkün olduğu kadar hayata geçirmekle olur. Unutulmamalıdır ki Kuran’ın insana vereceği veriler sadece şunu yap veya bunu yapma değil, psikolojikman kıyamete hazırlanma, imansal motivasyon, yaşama bilinci, ibadet ve hayır aşkı, kalp temizliği gibi manevi verilerdir ki, bunlar da insanlar Kuran’ı okudukça ve anlam boyutlarının farkına vardıkça gelişir. Bu noktada “Allah’a isyan etmek” ve “Allah’a itaat etmek” kavramlarının üzerinde durmak gerekir ki İblis, Allah’a isyan etmiş ve isyan ettiği anda da yenilgiyi kabul ederek, “Beni ertelersen” sözünü kullanmıştır. “Allah’a itaat etmek” kavramının dünyadaki kılavuzu ise Kuran ve peygamberlerdir ve Kuran, peygamberlere yönelik şöyle bir tabir kullanmaktadır:
“Biz hiçbir resulü kendisine itaat edilmesi dışında bir amaç için göndermedik.”
İtaatin kılavuzu ise Kuran’dır ve Rahman suresinin verilerine göre Kuran, insanlar yaratılmadan önce alemlere öğretilen bir kitaptır.  Ayrıca şunu bir ek bilgi olarak verelim. Kuran kendisinden önceki bütün kitapları kapsayan ilahi bir kitaptır. Çünkü Nem suresi 33-37 ayetler şöyle der:
10
“O yüz geri döneni gördün mü? Azıcık verdi, sonra inatla tuttu. Gaybın bilgisi onun yanında da o mu görüyor? Yoksa haber verilmedi mi ona, Musa’nın sayfalarındakiler? Ve o çok vefalı İbrahim’in sayfalarındakiler?”
Hz. Musa ve Hz. İbrahim’in Kuran’da en çok bahsi geçen iki peygamber olduğu düşünülürse, Kuran’ın dolaylı yoldan “Ben bütün kitapları kapsıyorum gerçekte, son kitap olarak!” mesajı vermek istediği açıktır. Eğer Allah, Alemlerin Rabbi ise ve insanlara düşünüp taşınarak doğru yolu bulmaları ümidiyle peygamberler aracılığıyla kitaplar gönderiyorsa, insanlara düşen de gönderilen kitapları anlamsal manada araştırıp inceleyerek sınırlı bir süreç olan dünya hayatında, son nefese kadar olabildiğince üst düzeyde bir tekamül-bilinç düzeyini hayatı boyunca yaşamaktır. Fakat bunun yolu din adı altında öne sürülen mezhep, tarikat, şeyh, efendi gibi kisvelerin altına girmekle ya da peygamberimize iftira olarak öne sürülmüş binlerce uydurma hadisten oluşan hadis kitapları kaynak olarak kullanmakla veya dinde Allah’ın hakkında hüküm vermediği şeyleri yasalaştıran her türlü ilmihal ve dini kitaba sarılmakla değil, peygamber olarak bütün peygamberleri tanımak ve dinde kılavuz olarak yalnız Kuran’ı rehber edinmekle olur. Şu unutulmamalıdır ki eğer birilerini kılavuz edinirseniz o birilerinin yolundan ve o birilerinin gittiği yere gidersiniz, ancak Allah’a inanır ve kendisinin hakkında:
“Size öyle bir kitap indirdik ki öğüt ve uyarınız yalnız ondadır! Hala aklınızı çalıştırmayacak mısınız?”
dediği Kuran’ı rehber ve kılavuz edinirseniz ve dini bağlamdaki yöneliminizi Allah ile sizin aranızda geçen bir etki tepki hadisesinden ibaret kılarsanız, ödülünüz bu dünyada da
11
ahirette de kesinlikle Alemlerin Rabbinden gelecektir. Çünkü O, hiçbir iyilik ve güzelliği karşılıksız bırakmaz. Bunu sağlamak Kuran’ı anlamsal olarak okuyup üzerinde düşünmekle olur. İnsanlar Kuran’da dünya, ahret, geçmiş, gelecek, yaratılış, çöküş, ibadet vb. herşey hakkında her türlü sorunun cevabını Kuran’dan araştırabilirler çünkü Kuran’ın bildirdiğine göre:
“Biz bu Kuran’da ne bir şeyi eksik bıraktık ne bir şeyi fazla yaptık”
ayeti Kuran’ın insanlar için her konuda yeterli ve doyurucu bir kitap olduğunu ortaya koymaktadır. Yeter ki Kuran’ı okuyun ve düşünün. Yüce Allah sizin, O’nun kitabını rehber ve kılavuz edinerek O’na yaklaşma yolunu seçtiğinizi görecek, bilecek ve size rahmet, yardım edecektir. Peki ahlak kavramının altında hangi duygu yatar? Psikoloji bilimine göre düşüncenin altyapısında duygular ve duyguların üzerine yerleştirmiş bir düşünce binası vardır. Kitabımızın başında yüce Allah’ın yaratıcı kudret olma özelliğinden dolayı, (sevmese yaratır mıydı?) en büyük rahmetin ve merhametin sahibi olmasında dolayı (Rahman ve Rahim) ve en sevgili, en çok seven olmasından dolayı (“Allah Vedud’dur, çok sevgilidir”) Kuran’da bu olgu Hz. Şuayb’ın dilinden Hud suresi 90. ayette
“Rabbinizden af dileyip O’na yönelin. Rabbim Rahim’dir, rahmeti sınırsızdır; Vedud’dur çok sevgilidir”
cümlesiyle anlatılır ve en büyük ahlakın sahibi olması sebebiyle mutlak hakim olan İlah olmasından bahsetmiştik. Allah yeryüzünde bir halife olarak bir insan yaratacağını bildirmiş ve içine kendi ruhundan üfler üflemez, meleklere
12
onun önünde secde etmelerini emretmişti. Burada dikkat edilmesi gereken nokta meleklerin secdesinin Adem’e değil, yeryüzünde Allah’ın ahlakının bir temsilciliğini yapacak olan Adem’in içindeki Allah’ın ruhuna / nefesine olduğudur. Adem bu anlamda yeryüzünün halifesidir ve bu sebeple, kendine düşen yaratılma borcu olarak, yeryüzünde en büyük ahlaklılığın gerekliliğini yerine getirmek zorundadır. İşte Adem’in ve onun neslinden gelecek olan insanların duygusal ve felsefi anlamda, ahlak kavramının ölçütlerini göz önünde bulundurması gereken, veya ahlakın çıkış noktası olarak anlaması gereken, en temel duygu sevgidir. Çünkü Allah en büyük rahmet, merhamet ve sevginin sahibi olduğu gibi bu duyguları Adem’in içine de üflemişti. Ve bu anlamda Adem’de ahlak kavramının oluşturduğu binanın temeli olan sevgi duygusunu en çok beslemek, büyütmek ve paylaşmak zorunda olan bir varlıktır. Ahlak kavramının kaynağı olan ve bunu belirleyen Yaratıcı Kudret’in dünyada insanlar için belirlediği ahlak kıstaslarının temelinde sevgi duygusu vardır. Merhamet, rahmet, bağışlama, iyilik yapma, paylaşma gibi olguların temelinde de sevgi duygusu vardır. Yukarıda saydığımız tüm özellikler ve bunlara eklenebilecek bir çok özellik sevgi duygusuna dayanır. İnsanın yaratılması bile kadın ve erkeğin birbirini sevip, aşık olup birbirine sarılmasıyla gerçekleşir. Peki Kuran’da belirtilen kötülükleri cezalandırma ilkeleri neye dayanır? Kuran’da haksız yere adam öldürme, hırsızlık, yalancılık, kamu hakkı yeme gibi görünen davranışların cezalandırılmaya yol açabileceği belirtildiği gibi Kuran bu konuyu son derece genişletmiş ve şu ilkeyi bir genel kural olarak insanlık alemine bildirmiştir:
“Kötülüklerin görünenine de gizli kalanına da yaklaşmayın.”
13
Kuran’ın bu anlayışı insanlık aleminde uygulansaydı kötülükleri değil yapmak düşünmek bile söz konusu edilmeyeceğinden insanlık aleminde kötülük diye bir şeyden söz edilemezdi. Biraz önce Kuran’da belirtilen kötülükleri cezalandırma ilkeleri neye dayanır diye sormuştuk. Kuran’da belirtilen kötülükleri cezalandırma ilkeleri adalet ve caydırma duygusuna dayanır ki bu adalet duygusunun temelinde iyiyi, haklıyı koruma ve kötüye yaptığının cezasını tattırma ilkesi güdülmektedir. Yani adalet duygusunun iyiyi, haklıyı koruma ilkesinde bile iyiye, haklıya yöneltilmiş bir sevgi ve kötüye yöneltilmiş bir caydırma ve doğru yola iletme ilkesi vardır. Ve buna eklenebilecek bir söz de kötülüğe ancak yaptığı kötülüğe karşılık bir cezanın verileceği, kötülüğü cezalandırma duygusunun temelinde adalet duygusu olduğu, bu cezalandırmanın sebebinin de kötülüğü yapana yaptığının negatif bir olay olduğunun bildirilmesi ve bu olaydan caydırılması olduğudur. Şu halde Allah’ın insanoğlu ile ilişkisi sırasında en çok öne çıkan sıfatlarının merhamet, rahmet, lütuf ve sevgi duygularına dayanan sıfatlar olduğunu görüyoruz. Bağışlamak, merhamet etmek kavramlarının altında ise sevgi duygusunun olduğunu görüyoruz ki gerçekten de Allah’ın Kuran’daki isimlerinden biri de “Vedud” dur, yani “çok sevgili olan, çok seven” Ahlak kavramının altında yatan temel duygunun sevgi olduğunu belirttikten sonra şöyle bir açılım yapabiliriz: Kalbinde sevgi olmayanın ahlakı da yoktur ve insanlar arasında en ahlaklısı, kalbinde en çok sevgi taşıyandır. Peki felsefi metinlerde geçen ahlaki kuşkuculuk kavramının Kuran’sal bakımdan bir geçerliliği var mıdır? Önce ahlaki kuşkuculuk kavramının ne olduğunu açıklayalım.
Ahlaki kuşkuculuk:
14
1) Bir şeyin ne kadar ahlaki olup olmadığını denetler. 2) O şeyin ahlaki olup olmadığının neye göre belirlendiğini irdeler.
Kuran’sal bakımdan ahlaki kuşkuculuk diye bir şey yoktur çünkü ahlaklılığın kıstaslarını bizzat Alemlerin Rabbi ortaya koymuştur. Bu anlamda ikinci maddeye de cevap vermiş oluyoruz çünkü ahlaki kuşkuculuğun kıstasları Alemlerin Rabbi bizzat Kuran tarafından belirlenir. (Ör:Kalp temizliği, yardımseverlik, namaz, zekat, yetimleri koruma, çaresizleri savunma vs.) Bu konuya değişik bir felsefi açıdan baktığımızda ise aynen bir matematik öğretmeninin sınavda çocuklara öğretmediği konulardan soramayacağı gibi Allah da insanları bildirmediği ilkelerden sorumlu tutmaz ki bu ilkeler yalnız Kuran’da ve daha önceki kitapların orijinal hallerinde tam anlamıyla, ekleme, çıkarma yapılmadan, insanlara kendilerine gönderilen peygamberler aracılığıyla bildirilmiştir. Bir başka bakış açısıyla Allah, peygamberler ve kitaplar göndermiştir ki, insanlar bunlardan sorumlu olsun ve kıyamet günü biz bunlardan habersizdik demesinler. İnsanın bir özelliği sürekli ve sürekli olarak düşünmesidir. Ve bu anlamda insan sürekli olarak iyiyi ve güzeli bulmak için düşünür. Örneğin bir anne çocuğunu nasıl sağlıklı yetiştireceğini, ona hangi saatlerde yemek vermesi gerektiğini düşünebilir. Bir öğretmen çocuklarına nasıl daha iyi ders anlatabileceğini düşünür, bir futbolcu topa nasıl vurması gerektiğini düşünür, bir siyasetçi ülkesini nasıl daha iyi kalkındırabileceğini düşünebilir. Burada ortaya çıkan bir başka detay, düşüncenin bir siyasetçinin ülkesini nasıl kalkındırabileceği gibi uzun vadeli planlar hakkında da veya bir futbolcunun bir topa o an nasıl vurabileceğini düşünmesi gibi anlık zaman birimleri içinde de vuku bulabileceğidir.
15
Düşünce öyle bir olaydır ki, uzun vadeli planlar beynin bir tarafında depolanıp saklanmış ve üzerinde genel bağlamda sürekli durulabilen değerlendirmelerdir. Bunun yanında insan beş veya daha fazla duyu organıyla dış dünyadan aldığı verileri sürekli analiz eder ve ona göre düşünce belirler. Aktivite bunun hemen ardından gelir. Örneğin bir insanın yürürken nasıl yürümesi gerektiğini düşünmesi veya bir masa tenisi oyuncusunun saliseler içinde düşünüp karar vererek vuruşunu yapması… Düşüncenin genel amacı doğruyu ve güzeli bulmak, mutluluğa ulaşmak, başarıya ulaşmaktır. Yani insan kendisi için gerçekleştirse de gerçekleştirmese de her zaman iyilik ister. Bu iyiliğe yöneltilmiş düşünce ve bunun hemen ardından gelen aktivitenin Kuran’sal manadaki dualarından biri Fatiha suresindeki
“Dosdoğru giden yola ilet bizi”
ayetidir. O halde düşüncenin genel amacı doğru, olumlu ve gerçekçi bir yolda olup bunun ardından Rahman’dan gelecek bir ödülü veya yardımı, O’na ulaşacak bir yol göstermeyi beklemektir ki bu ödül dünyada da ahrette de gelebilir. Bu noktada insanın istemli ya da istemsiz olarak ve kendi kontrolü altında olmayan bir şekilde sürekli olarak düşündüğünü ve insana aynen kalbin atması gibi verilen bu sürekli güdünün insana verilme amacının, gerçek bilgiye, ilahi gerçeğe yani Alemlerin Rabbinin birliği teorisini anlamaya ulaşmak olduğunu anlayabiliriz. Şimdi aynı şeyi tümdengelim yöntemiyle ortaya koyalım. Sözgelimi bir sınavdasınız ve o sınavda sorulan sorular da belli (dünya hayatı). Peki bu sınavı hazırlayan öğretmenin  ve soruların sorulma amacının olmaması mümkün mü? Burada çok önemli iki noktaya değindik. Birincisi dünya sınavını
16
bütün evreni yaratarak hazırlayan Allah’ın varlığı, ikincisi soruların sorulma amacının ne olduğu. Burada soruların sorulma amacı derken insanın dünya hayatı boyunca karşılaştığı her türlü durumda felsefi, etik ve ahlaki bakımdan ne gibi bir seviyede olduğunun saptanması gerçeğine dikkat çekiyorum. Yani Alemlerin Rabbinin baz aldığı değerler bakımından ağırlıklı bir seviyedeyseniz, bir başka deyişle
“Tartılacak şeyleriniz ağır basıyorsa” (Kuran’sal tabir)
bunun dünyada ve ahirette mükafatı olacaktır. Fakat Kuran’ın deyimiyle ölçülüp tartılacak şeyleriniz hafif kalıyorsa bunun da bir bedeli olacaktır.  Bu noktada dikkatinizi çekmek istediğim bir konu Alemlerin Rabbinin tartı konusunda yalnız sevap, pozitif, olumlu şeyleri hesaba katacağını bildirmesidir. Bu demektir ki Alemlerin Rabbi tüm günahları affedebilir ve yapılan iyiliklerin sevapların karşılığı da kat kat verilecektir. Yani hiçbir olumlu düşünce ve davranış boşa gitmeyecektir. Ve bu anlamda hesap günü, Allah’ın Rahmani sıfatlarının devreye girip insanların egolarının en geri plana itildiği bir tam teslim olma halidir. Ancak Alemlerin Rabbinin baz aldığı değer farklıdır: Bu değerin cevabını ne kadar iyilik yaptın, ne kadar fakirleri gözettin, kalbinde ne kadar aşk ve sevgi duygusu besledin, yetimlere, fakirlere ne kadar yardım ettin, ne kadar Allah’a ibadet ettin gibi değerlerdir ve tartı dediğimiz olayda bunlar ortaya koyulacaktır. Altını çizmek istediğim şey şudur: Geçmişin ne kadar kötü olursa olsun tövbe et ve Allah’a yönel. Çünkü Allah bütün günahları affeder ondan sonra da iyilikler, sevaplar, hayırlar için koş da ahirette ölçülüp tartılacak şeylerin olsun. Aslında Hud suresi 114 ayet tüm
17
ibadetlerin ve iyiliklerin nasıl bir işlev gördüğünü açıkça anlatır:
“Gündüzün iki tarafında ve geceye yakın saatlerde namaz kıl. Güzellikler kötülükleri silip süpürür. İşte bu, Allah’ı ananlara bir öğüttür.”    Ayetteki “güzellikler kötülükleri silip süpürür” cümlesine dikkat çekmek istiyorum. Demek ki yapılan iyilikler, sergilenen güzellikler daha önceki günahlardan bir iz kalmamasına da sebep oluyor. Ayette güzelliklere örnek olarak en başta namaz ibadetinin verilmesi manidardır. Biraz önce soruların sorulma amacında bahsettik. Bu noktada dünya hayatında insanların sınav edilip hangi konumda ne gibi bir tepki ya da düşünce ürettiğinin test edilmesi Allah’ın “Hadi” yani hidayet veren sıfatının bir yansımasıdır. Söz konusu ölçü kıyamet günü tartıya konulacak ve ödülü veya cezası verilecektir fakat burada tartıştığımız başka bir şeydir. Kuran’ın
“Biz her şeyi gerçeği göstermek üzere yarattık”
ayeti konumuzu daha anlaşılır hale getirebilir. Gerçekte ölçünün karşılığı kıyamet günü verilecekse de Allah’ın “Hadi” yani hidayet veren sıfatı sonsuza kadar varlığını koruyacaktır ve insanlar cennete de gitse cehenneme de gitse gerçekliğin giderek daha çok farkına varacaklardır. İnsanlar Allah’a düşünce yoluyla ibadet bile edebilirler. Bu da Allah’ın doğru ve güzel bulabileceği şeyleri düşünüp negatif, kötü düşüncelerden sakınmakla olur.  Düşündüklerinizin ne olduğunu düşünmeye başlayıp, bireysel düşüncelerinizi Allah için yönlendirme bilincine vardığınız zaman, Alemlerin Rabbi Allah’a düşünce yoluyla
18
yaklaşmanın ve ibadetin felsefi, düşünsel ve uhrevi biçimini de öğrenmiş olacaksınız.     KESİNLİK VE KUŞKUCULUK
Bu bölümde başlangıç olarak kesinlik ve kuşkuculuk kavramlarının ne olduğunu açıklayacağız. Kesinlik iki ana alt başlıkta ayrılabilir. Bunlardan biri inanılan kesinlik, ikincisi ise var olan kesinliktir. Eğer bir insan “Yıldızların ısı ve ışık verdiğine inanıyorum” diyorsa bu inanılan kesinliktir. Fakat yıldızların ısı ve ışık verdiğine veya vermediğine ait gerçek bilgi ise var olan kesinliktir. Var olan kesinliğin var olup olmaması ya da doğru olup olmamasının inanılan kesinlikle nedensellik açısından bir bağlantısı yoktur. Çünkü o şeye insanoğlu inansa da o şey var ya da yoktur, inanmasa da o şey var ya da yoktur. Bununla birlikte var olan kesinlik, inanılan kesinliğin nedeni ve dayanak noktasıdır. Çünkü insanoğlu beş veya daha fazla olan duyularıyla algılayamadığı şeyler hakkında fikir yürütemez. O halde bir şey varsa insanoğlu o şey hakkında fikir veya görüş belirtebilir. İnsan, aslında gözlemci bir varlıktır. Hatta o derece gözlemci bir varlıktır ki Kuran’a göre
“İnsan, kendi benliği üzerine yönelmiş keskin ve derin bir bakıştır”
ki bu İlahi Kudret’in yarattığı insanoğlu hakkındaki tanım cümlesidir. Bu, şu anlama gelir: İnsan dünyayı, evreni, çevresindekileri gözlemlerken bir yandan da iç dünyasının olup biten hakkında ne şekilde cevap verdiğini, ne şekilde etki-tepki mekanizmaları oluştuğunu ve kendi iç benliğinin ne gibi değişimlere uğradığını gözler. İnsan eğer bu iç gözleminin farkındaysa “Ben” olma bilincini de kazanır. “Ben” olma
19
bilincini kazanan bir insan kendini etik, ahlaki, felsefi ve manevi anlamlarda daha da derinleştirmeye ve yükseltmeye çalışır ve bu derinleşme çabasıyla açılan yol, sonunda “Tanrı var mı?” veya “Tanrı için ne yapmalıyım?” sorularıyla yeni bir kapıya açılır. Kendi kendini gerçekleştiren veya kendi benliğinin farkına varan insan, o andan sonra kendini uyuyan, kahvaltı eden, işe giden, akşam yemeği yiyen, tekrar uyuyan ve bu döngü etrafında dönüp duran bir insan olarak değil, yaratılışın amacı, ölüm ve ölüm sonrası, Tanrı’nın insandan beklentileri, insanın Tanrı’dan beklentileri gibi daha da pek çoğunu ekleyebileceğimiz  sorular soran insan olarak bulur ve bu dini / ahlaki sorular onu Tanrı karşısında daha dikkatli ve sorumlu bir insan olmaya götürür. Kuran’a göre evrende şüphecilik yoktur. Şüphecilik insan için var olan bir kavramdır ve şüpheciliğin kendini en çok hissettirdiği alanlar bilim dallarıdır. Bundan yıllar önce matematikçiler bir kürenin hacminin ne olduğunu bilmiyorlardı. Kaldı ki fiziksel olarak mükemmel bir küre yapıp hacmini ölçmek de insanoğlu için söz konusu değildir. Çünkü ne kadar mükemmel bir küre yapılırsa yapılsın üzerinde çok küçük partiküller (matematiksel manada “dx” kadar girintiler ve çıkıntılar) olacaktır ve bu mutlak kürenin hacmi ölçülemeyecektir. Fakat Kuran’a göre mutlak bir küre ve o mutlak kürenin bir hacmi vardır ve bu hacim 4/3 pi r3 tür. Bu, yaratıcı kudretin matematik bilimini soyut bir kavram olarak tanımlamasından ve her şeyi bir ölçüye, formüle, sayıya bağlamasından ileri gelir. İnsanoğlu formüllere ise şüphecilik kavramının peşinden giderek matematiksel yöntemlerle (türev, integral vs) kürenin çevresini, alanını ve hacmini ölçebilmektedir. O halde evrende mutlak bir bilim ve insanoğlunun giderek daha çok düşünerek bulduğu bilimsel gerçekler vardır. Bu matematik bilimi gerçeği, matematik biliminin, bütün bilimlerin dayandığı
20
temel soyut dal olmak üzere, aynı zamanda Tanrı’nın varlığını ispatlayan bir bağlantılar bütünü olduğunu ortaya koyar. Peki bir kürenin hacminin şu veya bu formülle ifade edilebilmesi bizler için bir kesinlik ifade eder mi? Eder, çünkü insanoğlu bu konuda teoremler ileri sürmüş, deneyler yapmış ve kendini ispatlamıştır. Bir kürenin hacminin herhangi bir formülle açıklanabileceğinin ispatlanmasından sonra insanın aklına şu soru gelebilir. Bir küre A maddesinden yapılmış ve ona şu kadar ısı verilmişse o kürenin hacimce genleşme katsayısı nasıl bulunabilir? Bu noktada anlatmak istediğimiz kürenin hacminin ne olduğu veya kürenin hacimce genleşme katsayısını bulmak değil, insanoğlunun yaratılış amacına bir göz atmak. Bilim hiçbir zaman durmaz ve kürenin hacmi, genleşme katsayısı vs. gibi soruların peşinden sürekli gidilebilir. Bu aynı zamanda sonsuza kadar giden bir olaydır çünkü Allah’ın isim / sıfatlarından biri Alim’dir (her şeyi bilen, ilmin yaratıcısı) ve her yeni bilinmeyenin ardında yeni bir bilinmeyen vardır. Fakat insan ölümlü bir varlıktır. Demek ki insanoğlu, evrendeki tüm bilgiye sahip olmak gibi bir amaç için gelmiyor dünyaya. Zaten böyle bir şey imkansız. Bilginin sonsuz olmasının ardında insana verilmek istenen başka bir sır vardır. Bilginin sonsuz olması olgusu insanı sürekli araştırmaya yönelten bir olgudur. Kuran bilgi sahibi olmayı pozitif bir değer olarak kabul eder ve bunu
“Her bilenin üstünde başka bir bilen vardır”
ayetiyle ortaya koyar. Bu ayet hem bilginin sonsuz olduğunun hem de bilgi sahibi olmanın Allah katında bir derece ölçeği olduğunu göstermektedir. Bilginin derinliği sonsuza kadar gider ve her yeni bilgi daha yeni bilgiler ve daha yeni sorulara, oradan da daha yeni araştırmalara yol açar. Fakat bilimsel bilgi soyut bir kavramdır ve matematik ile
21
matematiğin altyapısını oluşturduğu bütün bilimler de aynı formülüze edilmiş soyut matematiksel kavramlarla açıklanır. Bu açıdan bakıldığında bilim evrende matematiksel kesinlik kadar kesin bir şekilde var olan soyut bir kavramdır. Biraz önce insanoğlunun amacının evrendeki tüm bilgiyi öğrenmek olmadığını, zaten böyle bir şeyin mümkün olmadığını açıklamıştık. Peki nedir amaç? İnsanoğlunun bilgi öğrenme amacı, öğrendiği bütün şeylerden yola çıkarak bir yaratıcısı olduğu gerçeğine ulaşmak, bunun bir yan kolu olarak da öğrendiği bilgiyi yararlı olarak kullanmaktır. Bunu yaptığı takdirde, yaratıcısına kendisine verdiği bilgi nimetinin karşılığını, O’nu tanıyarak, iman ederek ve elinin altındaki bu bilgi nimetini, doğru yol için kullanarak şükretmiş olabilir. Peki şimdi insan-bilgi ilişkisini biraz daha derinden inceleyelim. İnsanın en önemli özelliği duygusal bir varlık olması ve psikolojisinin değişken bir varlık olmasıdır. İnsan, duygusal normlarının ve psikolojik etki-tepki mekanizmasının nasıl işlediğine bakılarak cennetlik veya cehennemlik olur. Eğer Allah’ın birliğine inanma, sevgi, saygı, kutsal değerleri yüceltme gibi pozitif duyguları baskınsa cennetlik, şiddet, yalancılık, zorbalık, suç işleme dürtüsü gibi negatif değerleri baskınsa cehennemlik olur. O halde bir kürenin hacminin şu veya bu formülle edilmesinin herhangi bir insan için bir farkı yoktur. Olay şudur: Eğer insan bilimi ahlaki / Kuran’sal normlara uygun olarak sağlık, eğitim, yardım gibi amaçlar için kullanıyorsa onun bilimi ahlakidir. Fakat elindeki bilimsel verileri atom bombası, kitle imha silahları yapmak için kullanıyorsa onun bilimi gayri ahlakidir. Şu halde bilimin insan için gerçek bir değer olmadığını, insanın kendi alınyazısındaki veya kendi gerçekliğindeki bütün olayların onun aklında ve kalbinde gizlendiğini, bilimin sadece bunları gerçekleştirmek için bir araç olduğunu ortaya koymuş olduk. Çünkü tek başına kürenin hacminin A
22
formülüyle hesaplanması iyi veya kötü değildir. O formülün hesabının bir insanı hayata döndürme ya da öldürme yolunda kullanılması iyi veya kötüdür.
Şimdi bilgiyi iki ana başlıkta ele almak istiyorum: 1-)Bilimsel / matematiksel / soyut bilgi 2-)Duygusal / ruhani bilgi
Bilimsel / matematiksel / soyut bilgi, belirli nitel ve nicel tanımlamalara bağlı olan, tartışmaların söz konusu olmadığı ya da başka bir şekilde ifade edersek evrendeki gerçekliği bakımından tartışmaların söz konusu olmadığı fakat insanların hakkındaki gerçekliğe ulaşıncaya kadar tartıştığı mutlak bilgidir. Örneğin küpün hacminin bir kenarının küpü olması ya da fizikte hızın gidilen yolun türevi olması ya da iki gezegen arası çekim kuvvetinin GMm/r2 olması gibi bilgiler matematiksel formüllere dayanan somut bilgilerdir ve bunların evrendeki varlığı yani Allah’ın bunları yaratması ve düzenlemesi bakımından, bir kesinlik söz konusudur. Fakat insanoğlu bakımından bu bilgilere ulaşıncaya kadar tartışmalar söz konusu olabilir. O halde ahlak kavramı ve şüphecilik arasında şöyle bir ahlaki kanun ortaya koyabiliriz. İnsanlar herhangi bir bilgisel gerçeğe ulaştıktan sonra ondan daha yüksek bir bilgisel gerçek bulmadıkça veya o bilgisel gerçekliğin yanlışlığı ispatlanıncaya kadar o bilgisel gerçekliğe iyimser bir yaklaşım göstermelidirler yahut inanmalıdırlar. Fakat o bilgisel gerçeklik herhangi bir şekilde zedelenirse veya yanlışlığı ispatlanırsa yine ve daha iyisini düşünmeye başlamalıdırlar. Bu ahlaki yaklaşımdır. Burada söz konusu ettiğim inanılan kesinliktir. Var olan kesinlik ise, Yaratıcı Kudret kendisini hak olarak yarattığı için zaten ahlakidir ve insanlar algı ve düşünme özellikleriyle sürekli
23
olarak inanılan kesinliği var olan kesinlikle birleştirmeye yani var olan kesinliği bulmaya ve inanmaya çalışmalıdırlar. Bu ikisinin birleşmesine iman ya da gerçeklik denir. Şüpheciliğin amacı, eğer bilimsel gerçekler için kullanılacaksa, bilimsel gerçeklere ulaşmak içindir. Bu yöntemle algılanan gerçeklerden yola çıkılarak önermeler ortaya atılır, daha sonra o önermelerin eksik yönlerini ortaya çıkaracak veya yanlışlığını ispatlayacak her türlü olasılık araştırılmaya başlanır. Eğer daha kesin veya daha detaylı çıkarımlar ortaya konabiliyorsa bu sefer aynı işlemler yenileri hakkında tekrarlanır. Bu noktada gerçek amaç inanılan kesinliğin var olan kesinliğe yaklaşmasıdır ki bunun psikolojik altyapısında insanın kendini güvende hissetme duygusu veya arzusu yatar. İnsan kendini hem bilgisel, hem imansal hem de psikolojik olarak güvenli hissetmek, kesinlikli bilgiye iman etmek ister. İnsan kendini bilgisel olarak güvende hissetmek ister çünkü dünyada yaşadığı sürece yapacağı ve düşüneceği her şey doğru bilgiye dayanmış olmalıdır. İnsan kendini imansal olarak en güvende hissetmek ister. Bu yüzden en yüceye, en merhametliye, en kudretliye ve en şerefliye, yani Yüce Allah’a inanır ve bu inanç insanın yaşadığı süre boyunca en emin olana dayanmasından, yardım etmesinden, ibadet etmesinden dolayı onun psikolojik olarak kendini güvende hissetmesine, rahat nefes alıp verebilmesine sebep olur. Bu psikolojik güven hissi ise insanın ölümü bir felaket olarak değil, Yaratıcı’sına kavuşma olarak algılamasına sebep olur. Ve bu kendini güvende hissetmek arzusundan kaynaklanan gerçeğe ulaşma tutkusu, insanı en kesin gerçekliğe götürür. Yani Alemlerin Rabbine, O’nun birliğine ve O’nun ayetlerine inanmaya… Şüpheci bakış açısını bilimsel ve duygusal bilgi açısından ele aldık. Şimdi de şüpheciliği toplum yönetimi bilimi
24
açısından ele alalım. Örneğin şöyle bir önerme ortaya koyalım: “Bir insanın döverek şiddet yoluyla onun kolunu kırana on yıl hapis cezası verilmelidir.” Bu noktada herkes farklı şeyler söyleyecektir. Ve bu noktada verilecek ceza çok tartışmalıdır. Kimi insan bir yıl ceza diyecektir, kimi beş yıl, kimi de on yıl. Kısacası her kafadan ayrı bir ses çıkacaktır. Bu çok tartışmalı bir konudur. Herkes insiyatifi kendisi kullanmak isteyecek ve herkes kendi bakış açısının doğru olduğunu söyleyecektir. Sorumuz şudur: Doğru ve adaletli olan bir tane olduğuna göre her kafadan çıkan ayrı her sesin hiçbirisi doğru değildir. O halde bu gibi adaleti ilgilendiren konularda adaletin hüküm kaynağı nedir? Çözüm: Yaratıcı Kudret nasıl evrendeki işleyiş akımı açısından belirli kurallar ortaya koymuşsa, yarattığı insanlık alemi için de adaletli kanunlar bütünü ortaya koymuştur. Ve bu adaletli kanunlar kıyamete kadar hiç değişmeyecek olan Kuran’ın içeriğinde ve daha önce de, önceki kitapların orijinal hallerinde yer almaktadır. Daha önce var olan kesin gerçek ile insanların algıladığı gerçek arasındaki farktan söz etmiştik. İşte adalet konusunda var olan ideal kanunlar, şu zaman birimi itibarıyla Kuran’dadır. İnsanların ne kadar adaletli olduklarının ölçüsü ise, toplumsal adalet kanunlarını Kuran’sal ölçütlerle ne kadar yakınlaştırdıklarıyla doğru orantılıdır. Bu konu yalnız adaletin Kuran’a yakınlığı konusunda değil toplum yönetim bilimi, eğitim sistemi, savunma, demokrasi, sağlık sistemleri ve birçok konuda da aynen böyledir. Yani insanoğlunun herhangi bir konuda yapıp ettiklerinin güzel- çirkin, doğru-yanlış, iyi-kötü olduğunun ölçütü, onların Kuran’a ne kadar uygun olup olmadığı ölçütü ele alınarak tartışılabilir. Kendisinin içinde ne bir şeyin eksik ne bir şeyin fazla bırakılmadığını söyleyen Kuran mutlak gerçeklik olarak karşımızda bulunmaktadır.
25
Şimdi bir başka önerme ortaya koyalım: “Mikroplar ve virüsler hastalığa sebep olur.” Bu, nedenselci bir yaklaşımdır. Önermeyi ortaya koyan, kanında mikrop bulunduğunu ve sonuç olarak hastalığın meydana geldiğini bilmektedir. Bu önerme doğru bir neden- sonuç ilişkisine dayandığı için ahlakidir diyebiliriz. Bu bakımdan genel manada her doğru neden-sonuç ilişkisine dayanan önermelere ahlakidir diyebiliriz.   Örnekler: “Elime sıcak su döküldü, elim yandı.”  “Sınavlara çalışamadığım için başarısız oldum.” “Gökyüzündeki yıldızlar belirli fiziksel kanunlara göre dönüyorlar.”
Peki Tanrı açısından bir şüphecilik bahsinden söz edebilir miyiz? Hayır, çünkü Kuran’ın bir ayetine göre
“Allah, gökleri ve hak olarak yaratmıştır.”
Bu anlamda bakıldığında Allah’ın yarattığı her şeyin gerçek olduğunu da söyleyebiliriz. Peki daha önce var olan kesinlik ve inanılan kesinlikten bahsetmiştik. Allah gökleri ve yeri hak olarak yarattığına göre bütün bu gözlemlediğimiz uzay, dünya, dağlar, denizler Allah’ın yarattığı gerçekliklerdir. Hatta insanın ruhi durumu, iç psikolojisi, suç, ceza, adalet, sevgi, nefret, aşk, utanma, boyun eğme, huzur ve sakinlik gibi kavramlar da var olan kesinlikli kavramlardır. Peki insanın dış dünyada, iç dünyasında ve adalet, suç, ceza gibi kavramlar hakkında gözlemleyip inandığı şeyler ne kadar kesindir? Olay şudur:
“Allah, gökleri ve yeri hak olarak yaratmıştır”
26
ayetine göre ve
“Biz her şeyi sadece gerçeği göstermek üzere yarattık”
ayetine göre ortada şöyle bir durum söz konusudur: İnsan gözlemleyici bir varlıktır ve yukarıdaki iki ayete göre Allah insana göstermek üzere evren diye bir gerçeklik yaratmıştır. Burada evrenin yanına insanın kendi iç evreni yani ruhu / psikolojisi kavramının da insanın kendi kendini gözlemlemesi üzere yaratıldığını da ekleyebiliriz. Yani ortada bir gerçeklik vardır ve insan gözlemleme gücünü kullanarak anlamaya ve iman etmeye çalışacaktır. Daha açık ve kesin bir ifadeyle inanılan kesinliğini var olan kesinliğe yaklaştırmaya çalışacaktır. Peki adalet konusunda da inanılan kesinlik veya var olan kesinlik var mıdır? Evet, adalet konusundaki hükümler ve adalet kavramları Kuran’da, var olan yani yaratılmış kesinlik olarak yer almaktadır. Buna Allah’ın kanunları da diyebiliriz  ve adalet konusundaki kavramlar hem dünyevi hem de ahiretteki adalet bakımından Kuran’da geniş bir biçimde açıklanmaktadır. Ne var ki bugün dünyadaki bütün milletler adalet konusunda inandıkları kesinliksizliğin peşinden gidiyorlar. Kimse söyleyemiyor ki benim adalet ve ceza hukukum mutlaktır, kesindir. Adalet konusunda her milletin ayrı kanunlarının ve ayrı ölçütlerinin bulunması, küresel bazda standart adalet kanunlarının kabul edilmemiş / edilememiş olması, bu kanunların ilahi, ideal, gerçek olmadığını ispatlıyor ki bu konuda söyleyebileceğim en önemli şeylerden biri adalet ve davranış modellerini tavsiye konusunda var olan kesinliğin Kuran’da yer alıyor olmasıdır. Gördüğüm kadarıyla insanlık alemi adalet konusunda henüz inanılan kesinlikle var olan kesinliği birleştirememiş, bu anlamda henüz sınavını
27
verememiştir. Çünkü insanlık alemi henüz Alemlerin Rabbi Allah’a ve O’nun son vahyi Kuran’a iman etmemiştir. Ve  çünkü insanlık anlamı henüz adalet konusunda yalnız Kuran’ı baz alma boyutuna geçememiştir. Peki aşkın, yani insanın kalbinde var olan aşkın mutlak manada nereye yönelmesi konusunda herhangi bir tartışma söz konusu edilebilir mi? Elimizdeki veriler şunlardır: İnsan kendisini en çok sevene, en güzele, en akıllıya, en bilgiliye, kendisine en çok ümit ve vaat verene, en şerefliye, en kudretliye, güvenilmeye en layık olana, en güçlü ve en karşı konulmaza aşık olur. Gerçek aşk budur. Bu sebeple insanın kalbindeki aşkı yöneltmesi gereken tek ve mutlak varlık Alemlerin Rabbi Allah’tır. Çünkü yukarıda saydığımız bütün özellikler ve bunlara eklenebilecek pek çok yüce, ilahi özellik, Allah’ın isimleri olarak Kuran’da yer almaktadır. Allah Vedud’dur, çok sevgilidir, Bedi’dir yarattığı her şeyi güzelliklerle donatandır, kendisi en güzel olandır, Alim’dir her şeyi bilir, Rahim’dir, günahları affedendir, Kadir’dir, dilediği şeyi dilediği zaman yapandır… İnsanın ruhunun derinliklerinde bulunan Allah’ın nefesi, ona o nefesin gerçek sahibiyle hayranlık ve özlem dolu duygularla buluşmaya çağırır ve insan işte bu kendi ruhundaki Allah’ın öz nefesinden dolayı, kendini gerçekleştirmek yani Yaratıcı’sına kavuşmak ister. Bu istek insanın kendisini Allah’a yaklaştıracak iyilikler, ibadetler, hayırlar yapmasına, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzak durmasına ve O’na yakın olabilmek için vesileler bulmasına sebep olur. İşte sadece bu Allah’ın mükemmel sıfatları ve o sıfatları bilen insanın kendini Allah’a ispat etme arzusu, onun Hz. İbrahim gibi ateşe gözünü kırpmadan girmesiyle sonuçlanacak bir aşk ve cesaret gösterisiyle sonuçlanabilir. Kuran’da anlatıldığı üzere Hz. İbrahim kavminin putlarını yıkmış, daha sonra mantıksal önermelerle de onlara galip gelince kavmi Hz. İbrahim’i ateşe
28
atmak istemiş, Hz. İbrahim gözünü kırpmadan imanı  ve Allah’ın birliği yolunda ateşe girme sınavını geçtiği anda “Ey ateş! İbrahim’e serin ol, selam ol!” denilerek ateşin Hz. İbrahim’i yakmaması sağlanmıştır. Daha sonra da söz konusu kavim helak edilmiştir. Gerçek aşk ateşi durduran aşktır. İnsanın herhangi bir anda Yaratıcı’sı ile şu veya bu şekilde temasa geçmesi, insanın içindeki öz nefesin Allah’ın nefesiyle buluşmasıdır ki bu anda insan kendini ve evrende ne yapması gerektiğini, ne gibi bir konumda bulunduğunu anlar. Bunlardan daha önemlisi o buluşma anı öyle bir andır ki insan üflenen bir ney gibi kalbinden gelen coşkulu bir yangının aşk ateşiyle kendinden geçer. Kuran’daki “Allah! O’dur gerçek dost!” ayeti insanları, yalnızca Allah’ı dost tutmaya çağıran ve bu büyük buluşmanın, birlikteliğin, Allah-kul ilişkisinin altyapısını hazırlayan ve ilerideki müjdesini veren bir ayettir. Kuran, başka bir ayette şöyle demektedir:   “Gir kulluğuma, gir cennetime…”   Bu açıdan bakıldığında Allah’ın varlığını ve birliğini kabul ederek ve gerek sezgi, gerek de ibadetler yoluyla Allah’ı hissetmeye, anlamaya çalışarak Allah’a kulluk etme yoluna giren ve bu farkındalıklı / realist Allah düşüncesiyle birlikte iyi niyetle Allah’a yönelen herkesin sonuç olarak cennete gireceği mutlak bir vaattir. İnsanın içindeki öz nefesin Allah’ın nefesiyle buluşması öyle bir andır ki o an insan kendini var eden bütün dinamiklerin aşk fazına geçtiğine şahit olur. Bu anda insanın hissettiği kendindeki eksik olan yarıyı tamamlama duygusudur ve insan bu anda “Ben bunun için yaratıldım” der. Çünkü insanın yaratılma sebebi de aşktır. Düşünün bir kere… Alemlerin Rabbi eğer sevmeseydi yaratır mıydı? Hayır, O, sevdiği için yarattı fakat insanoğlu inkar ettiği için, Allah’ın
29
ayetlerine inanmadığı için, onları araştırmak lütfunda bile bulunmadığı için nankör olur ve kendini ateşe atar. Bu noktada ahiret hayatındaki cennet ve cehennem kavramlarına biraz dikkat çekmek istiyorum. Bu dünyadaki yaptıklarımız veya eksik bıraktıklarımıza karşı ahirette karşımıza iki seçenek çıkacak. Ya azapların en dehşetlisi olan belirli süreli bir ateş, ya da ateş azabının verdiği acıya denk bir mutluluk ve lütuf dünyası olan cennet. Cennet ve cehennem iki ayrı uç nokta veya zıt kutup olarak yaratılmıştır. Ve bizim için ahirette ateşe düşmemek veya cennete girmek ne kadar önemliyse bunların sebeplerini hazırlayan dünya hayatındaki fiiller, düşünceler, yapılan ibadetler, yapılmayan, eksik bırakılan ibadetler, hayırlar ve bunlara eklenebilecek her türlü iyi ve kötü düşünce ve fiiliyat da o kadar önemlidir. Bu yüzden çoğu insan farkında olmasa da dünya hayatını cehennemden maksimum uzaklıkta ve cennete vesile olabilecek en yakın aktivitelerle geçirmeliyiz. Çünkü sonuç o kadar uç noktada bir olgudur ki, o sonuca sebep olabilecek her türlü düşünce ve aktivitenin uç noktada bir dikkatle düşünülmesi ve yerine getirilmesi gereklidir. Şöyle bir tanım işin ciddiyetini daha iyi anlamanıza yardımcı olur. Cehennem insanların girmesi için değil, girmemesi için yapılmıştır. Bilen ve içine ürperti düşen kişi için böyledir bu… Bu noktanın üzerine bir kez daha basmakta fayda var. Dünya hayatının ne şekilde yaşandığına dair bir sonuç olan ahiret hayatı o kadar uç noktada ve zıt kutupta iki farklı karşılıktır ki bu sonuca sebep olan dünya hayatının bu sonuca değecek, daha başka bir deyişle istenilen sonucun hakkının verilecek bir şekilde yaşanması gereklidir. Bu noktada anlattığımız şekildeki bir dikkat, titizlik ve disiplin ise ancak disiplinli, ilkeli bir ömre yayılan, anlaşılarak okunan güzel bir Kuran çevirisi ile sağlanabilir. Çünkü Kuran Allah kelamıdır
30
ve Allah’tan başka hiçbir varlık, sizi O’nun Kuran’da uyardığı bir biçimde uyaramaz. Kuran’ın Kamer suresindeki dört kez tekrarlanan şu yemine dikkatinizi çekmek isterim:   “Andolsun ki biz Kuran’ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık. Peki düşünen mi var?”
Peki iman kavramı hakkında insanoğlu bakımından bir şüphecilik söz konusu olmalı mıdır? İnsan inanmalı mıdır? Yoksa inanmamalı mıdır? Ya da ne ölçüde inanmalıdır? Olaya şöyle bir girişle başlayalım. Küçük yaşta bir çocuk annesine bir televizyon gösterir ve annesine “bu ne?” der. Annesi de “televizyon” der. Çocuk da gösterdiği şeyin adının televizyon olduğuna inanır ve bu bilgi aklında bu şekilde kodlanarak kalır. Bu noktada önemli olan nokta annesinin çocuğa o aletin ismini öğretmesi değildir. Önemli olan nokta çocuğun karşısında gördüğü şeyi algılaması, onun var olduğuna inanması ve bunun ardından annesine onun ne olduğunu sormasıdır. O cismin isminin ise televizyon ya da başka bir şey olmasının bu açıdan bakıldığında fazla bir önemi yoktur. İnsanın sürekli olarak işleyen düşünce ve imge dünyası, onun sürekli olarak algıladıklarına anlam kazandırmasına yardımcı olur. Basit bir örnek vermek gerekirse üniversitede biyoloji bölümünde okuyan bir öğrenci yeni aldığı kalın bir biyoloji kitabını açtığında içindeki bütün bilgileri araştırmak, anlamak ve bu bilgilere anlam kazandırmak ister. Biyoloji kitabının önemi kitabın fiyatı veya sayfa sayısında değil, içeriğindeki bilgiler ve bu anlamlı bilgilerin öğrencinin aklındaki sorulara cevap vermesindeki yeterliliktir. Televizyonun önemi isminin ne olduğunda değil, bebeğin gözlerinin gördüğü ekrandaki sahnelerin bebeği etkilemesindendir.
31
İslam bilginleri üç tür evrenden bahsederler:
1-)Sürekli olarak genişleyen ve canlı cansız her şeyi kapsayan zaman-mekan evreni 2-)İnsanın iç dünyasını oluşturan akli, psikolojik, duygusal evren 3-)Allah’ın ayetlerini anlatan Kuran evreni
İşte insanın hem kendi iç dünyasına hem dış dünyaya bakarak anlamlandırdığı ve iç bakışıyla gözlemleyebildiği Tanrı’ya inanma duygusu, Allah’ın ayetlerini anlatan Kuran evrenine yönelirse, o bahsettiğimiz insanda giderek kesinleşmeye, duygusallaşmaya, temiz kalpliliğe, samimiyete ve dostluğa yakınlaşan bir iman duygusu oluşmaya başlar. Bu kesinleşen iman duygusu ise insanı onurlandırır, arıtır, temizler. Bu anlamda iman konusunda bir şüphecilik yoktur çükü iman gerçeğin ta kendisidir.
RASYONALİZM
Rasyonalizmin ana hedefi defolu bütün düşünceleri ve inançları bir kenara bırakarak ya da dışlayarak mutlak doğru bir düşünce veya inanca ulaşmaktır. Rasyonalizmin kurucusu Descartes, bu amaca ulaşmak için kendi aklındaki bütün düşünceleri bir bir doğrulayarak ya da yanlış bulduklarını dışlayarak, mutlak doğruya ulaşma çabası içinde bulunan bir beyin inşa etmeyi daha doğrusu böyle bir yöntem kullanmayı öngörmüştür. Fakat bir insanın böyle bir çabaya kalkışmasına kadar geçen süreç içinde elbette o insanın aklında birçok doğrular, yanlışlar, inanışlar, duygu ve düşünceler oluşacağı mutlaktır. Descartes’in yapmaya çalıştığı hatasız doğruları muhafaza etme, şüpheli düşünceleri ve yanlışları ise dışlama düşüncesi aynen beyin sepetindeki elmaların hepsini sepetten
32
çıkarıp, ayrı ayrı kontrol edip, güzel elmaların kalması, çürük olanların atılması sürecine benzer. Descartes işte bu işlemi topyekün yapmaya çalışmıştır. Fakat bu bütün bir geçmişin silinip, her şeye yeniden başlanılması anlamına gelir ki, ne geçmiş tamamen yeniden ele alınabilir ne insan beynine giren veriler yaşam süreci boyunca kontrol edilebilir. Yani burada filozofun yapmaya çalıştığı şeyin yapılabilme olasılığı açısından herhangi bir şansı yoktur. Doğrusu şu ki Descartes’in kurduğu akıldaki düşünceleri ve inanışları ele almak, onları mantıki olarak kontrol etmek, yanlış olanları dışlamak ve şüpheli olanları ayıklama olgusu hem İslam dininin amaçladığı amaç insan açısından, hem de kendi entellektüalitesini ve düşünsel kalitesini geliştirmeye çalışan insan modeli açısından olumlu bir örnektir. Fakat Descartes felsefesi açısından filozofu eleştirmek adına yapılması gereken şey, onun kesin doğru olmayan her şeye şüpheyle bakmasıdır. Çünkü Allah’ın “Hadi” ve “Alim” yani kılavuzluk eden ve her şeyi bilen sıfatlarının insan üzerindeki tecellisi, karanlıkların karanlık nedenlerini göstermek ya da karanlıklarla fazla muhatap olmak ilkesine göre değil ışığı göstermek, ışığı yaymak ve ışığa çağırmak şeklinde olur. Rahman, karanlıkların neden karanlık olduğu üzerinde tartışmaz. Kullarına ışığı gösterir ve ışık kavramını, kullarının üzerinde bir yol veya amaç olarak ortaya koyar. O halde Descartes’in çürük elmaların çürüklüğünü tartma ve ölçme biçme çabası, en azından çok fazla üzerinde durulması gerekmeyen bir çabadır.
Kuran’ın bir ayeti şöyle der:   “Karanlıklarla ışık bir olmaz”
33
O halde ışık tektir ve o ışık da Rahman’ın gönderdiği peygamberler aracılığıyla insanlara tebliğ edilen kitaplardır ve tabii ki de en son olarak Kuran’dır. Bu noktada söz konusu ettiğimiz doğru yol, güzel ahlak, sağlıklı yaşam gibi kavramların yer aldığı ışık kaynakları olan ilahi kitapların içeriği açısından çok fazla detaya girmiyoruz fakat şunu söylemeliyim ki insanlığın nuru peygamberler, ışığın, doğru yolu nuru ilahi kitaplar, göklerin ve yerin nuru ise Alemlerin Rabbi Allah’tır. Filozof Descartes algıladıklarından şüphe etme konusunda o kadar ileri gitmiştir ki sonunda “Ben var mıyım?” sorusunu bile kendi kendine sormuştur. Fakat sonunda algıladıklarının, hayal ettiklerinden daha gerçek olduğunun farkına varmıştır -ki gerçekte algıladıklarının dışında hayali evrenler varsaymak insanoğlu için “samimiyete” yakışmayan bir tutumdur. Çünkü burada var olmayan ya da şahit olunmayan, algılanmayan evren ya da canlı modellerinin, fiziksel ya da ruhsal algı mekanizması tarafından şahit olunan gerçeklerin önüne geçirilmesi söz konusudur. Bu da şahit olunan gerçekliğin yok sayılıp hayal edilen olguların varsayılması gibidir. Yani Descartes beş duyusuyla algıladığı evrenin, hayal ettiği veya edebileceği evrene göre çok daha gerçekçi olma ihtimalinin kesinlikle daha büyük olduğunu görünce, acaba gece birileri ben ayı görüyorum derken yukarıda bir ışık oyunu mu yapıyor, fantezisinden kurtulmuştur. Bilimin ve gerçekliğe varmanın temel ilkesi anlayabildiğin kadarına şahit olursun ilkesidir. Beş duyunun ve kullandığın aletlerin duyarlılık seviyelerinin dışındaki ölçekleri dahi ölçemezsin. Oysa insanın yapması gereken, algıladığı gerçekliği göz önünde bulundurup ya da dikkate alıp, algıladığı gerçek üzerinden doğru ya da yanlış çıkarımlar yapmak, tahminlerde bulunmak, fikir yürütmektir. Bu noktada bir önemli detayın
34
altını çizmek istiyorum. Algılanan gerçek üzerinden fikir yürütmek ile hayal edilen şeyler üzerine (algılanmamış hayal veya beyinde bilinçli olarak kurgulanan kurgu) fikir yürütmek arasında bir fark vardır. Bu fark algılanan gerçeğin, algılanan duyu mekanizması üzerine kurulduğu için samimi olmasıdır. Örneğin masanın sert olması gibi. Algılanmayan gerçeği ise iki gruba ayırabiliriz. Birincisi algılanmayan, henüz hayal ürünü olan bir şey gerçek midir? Örneğin dünya yerçekimi ortamında yirmi kg.lık bir masanın uçması olasılığı gibi. Şu önemlidir ki hayal gerçek değildir. İkincisi “Acaba olabilir mi?” şeklinde düşünsel çabalardır. Bunlar henüz algılanmamıştır ve gelecek hakkında tahmin yapmaya yarayabilir. Ve bu ikinci durum en çok bilimsel açıdan ortaya çıkabilecek gerçeklikler olması ve onların ortaya çıkmasındaki ilk adımlar olması bakımından işe yarayabilir. Örneğin insanlar bundan yüz sene önce uzaktan kumanda ile komuta edilebilen bir insan maketi (robot) yapılabileceğini bilmiyorlardı. Fakat teknolojinin gelişimiyle insanın hayal gücü (algılanmamış, hayal edilen gerçek) birleşince böyle robotlar yapılabildi. Demek ki algılanmamış gerçek beyindeki şizofrenik hayaller olarak düşünülünce bir işe yaramıyor. (Ör:mandanın söğüt dalına çıkması ve yavrusunu sinek kapması) fakat ileride olabilecek bazı olayları tahmin etme veya kurgulama bazında olursa bilime hizmet bile edebiliyor. Mesela bundan 60-70 sene sonra Ay’a birkaç saat içinde gidebilmemiz ve orada solunabilen bir hava oluşturup orada tatile çıkabilmemiz mümkün mü? Bu, şu anda algılanmamış bir gerçek fakat belki bilim bu konuya yönelebilir ve belki de gerçekleşir. Bu da hayal edilen bir varsayım.
35
AHLAKİ GERÇEKLER
Daha önce ahlak kavramımızın tanımı olarak Kuran’sal kıstaslar, peygamberler ve iyi, yararlı, güzel davranışlar ve düşünceleri ele aldığımızı söylemiştik. Bu bölümde çok ilginç bir temaya dikkat çekeceğiz. O da Tanrı’nın ya da İslam dini tabiriyle Allah’ın, insanı yaratır yaratmaz ona bilinç yüklediği anda, insanda ne gibi özellikler, gerçeği, iyiyi, kötüyü ayırma gücü ve bu gücü kullanma seviyesi olduğudur ki bu her insanın ayrı ayrı ahlaklılık derecesini belirler. Hicr suresi 28- 42. ayetler şöyledir:
“Hatırla o zamanı ki Rabbin meleklere, “Ben, kupkuru bir çamurdan, değişken, cıvık balçıktan bir insan yaratacağım” demişti. “Onu, amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp öz ruhumdan içine üflediğim zaman, önünde hemen secdeye kapanın.” Meleklerin tümü, toplu halde secde ettiler. İblis müstesna. O secde edenlerle beraber olmaya karşı çıktı. Allah dedi: “Ey İblis! Sana ne oluyor de secde edenlerle beraber olmuyorsun?” Dedi: “Kuru bir çamurdan, değişken-cıvık bir balçıktan bir insana secde etmek için var olmadım.” Buyurdu: “Öyleyse çık oradan, çünkü kovuldun. Din gününe kadar üzerinde lanet var.” Dedi: “Rabbim, onların diriltileceği güne kadar bana süre ver.” Buyurdu: “Hadi süre verilenlerdensin. Bilinen vaktin gününe kadar…” Dedi: “Rabbim! Beni azdırmana yemin ederim ki, yeryüzünde onlar için mutlaka süslemeler yapacağım ve onların tümünü kesinlikle azdıracağım. İçlerinden riyaya sapmamış, samimi kulların müstesna.” Buyurdu: “İşte bana varan dosdoğru yol budur. Benim kullarım aleyhine senin elinde hiçbir güç / kanıt olmayacak. Azgınların seni izleyenleri müstesna.”
36
Demek ki insana eğriyle büğrüyü, doğruyla yanlışı, güzelle çirkini, kutsalla faniyi ayırma özelliği verilmesi, Allah’ın insanın içine öz ruhundan üflemesinden sonra oluyor. Ve bu anlatıma göre insan denilen varlık kalbinde Allah’ın ruhunu taşımaktadır. Ayetlerde sadece riyaya, ikiyüzlülüğe sapmamış, samimi kulların Allah’a varan yola iletileceği söylenmektedir. Bence burada riyaya sapmamak ve samimiyetle kader konusunun çok önemli bir alakası vardır. Çünkü Kuran’da da açıkça bildirildiğine göre kader önceden yazılmış bir kavramdır. Fakat burada iki türlü kader söz konusudur. Bunlardan birincisi Allah’ın insanı yaratırken ona bildirdiği yol olan, neleri yapıp, nelerden uzak duracağını söylediği, hangi zamanda başına ne gelip o anda nasıl davranması gerektiğini belirttiği “Allah’ın kulu için yazdığı” kaderdir. İşte samimiyet kavramı, bu noktada çok önemlidir çünkü yalnızca Allah’a verdikleri sözde samimi olarak yaşayıp sonuna kadar öyle devam eden kullar işte bu, Allah’ın kendileri için yazdığı kaderi yaşarlar. Bu kaderi yaşarken bilinçli olarak ne zaman ne olacağını bilmeleri söz konusu edilmese bile, Allah’a karşı olan samimiyetleri, kaderin ve evrendeki veya alemlerdeki tüm oluşun kuşatıcısı olan Allah’ın kendileri için yazdığı kaderi yaşamalarına vesile olur. Allah’a inanan kimse güven altındadır çünkü bilinç altında doğru yolda olduğunu bilir ve sezgisel olarak Allah’a kavuşacağı anı hissettiği için bu, ona o ana hazırlık yapmasına vesile olur. İki türlü kader vardır demiştik. Bunlardan ikincisi ise Allah’ın bildiği fakat Allah’ın kulundan izlemesini istediği bir yol olan, fakat kulun Allah’a karşı olan samimiyetsizliği nedeniyle bu yolun dışında yaşanan kaderdir. Yani burada Allah kulundan, kendi standartlarına göre güzel, iyi, doğru bir yol izlemesini istemiştir fakat kul ikiyüzlülüğü ve samimiyetsizliği nedeniyle bu yoldan ayrılacaktır. Aynı
37
zamanda Allah kulların bu tutumunu onlar yaratmadan önce de bilmektedir. Çünkü Kuran’ın bir ayetine göre:
“Allah yarattığını bilmez mi?”
Bu noktada insanın neden veya hangi kıstaslara göre cennete veya cehenneme gittiği sorusu akla gelebilir. Eğer anlattığımız durum, birinci durumdaki gibiyse, kul Allah’a karşı samimi olduğu için sonunda cennete gider. Fakat ikiyüzlülüğe ve riyaya sapmışsa ve hayatı boyunca da böyle yaşayıp böyle ölmüşse, tehlikededir. Bu noktada insan aklına şöyle bir soru geliyor. Kul ikiyüzlüyse ve cehenneme gidiyorsa Allah onu o yapıda yarattığı için cehennemlik oldu. Suç Allah’ın değil mi? Şimdi burada birkaç noktayı açıklamak gerekiyor. Birincisi cehenneme giden, yani ateş azabıyla azaplandırılacak olan varlıklar, kesinlikle kötü tabiatlı olduklarından ve doğru yoldan saptıkları için cezalandırılmışlardır. Peki bu varlıklara bu kötü tabiatı veren de Allah değil mi? Ya da tam tersi olarak güzel tabiatlı olarak yaratığı ve güzel işler yapıp doğru yola giren varlıkları o güzel tabiatla yaratıp cennetle ödüllendiren de Allah değil midir? Bu noktada şu açık gerçeği ortaya koymak gerekiyor. Alemlerin Rabbi Allah, yarattıklarını belirli amaçlara göre ve tabii ki neler yapacaklarını bilerek yaratmıştır. Kuran’ın “Allah yarattığını bilmez mi?” ayeti bu gerçekliği dile getirir. Yaratıcı Kudret olan Allah, yarattığı tüm kainatı ve içindekileri en ince detaylara kadar programlamış olarak yaratmıştır. Şu da bir gerçek ki Allah cennete giren insanlar için onları cennet için yarattığını, cehenneme giren varlıklar içinse onları cehennem için yarattığını Kuran’da açıkça ortaya koymaktadır. Dileyen bu konuyla ilgili ayetleri Kuran’dan araştırabilir. Hatta biz iki tanesini yazalım:
38
“Biz insanların çoğunu cehennem için yarattık”
ve cennetlikler için;
“Onlar zaten buna layık ve ehil idiler.”
Şimdi elbette bu konunun nedenini merak ediyorsunuz. Bu konuyu açıklamak için yaratılıştan ahretteki son varış yerine kadar olaylar dizisine sondan başa bakmak lazım. Şöyle anlatalım; dünya hayatında Allah’a isyan eden, inkar eden vb. gibi suçlular cehenneme gitmektedir. Allah’a iman eden, O’na karşı samimi olan, güzel, iyi işler yapan, ibadet eden, çabalayan kullar ise cennete gitmektedir. Her iki gidişin ana sebebi “Allahuekber” kelimesinin yani Allah’ın ne kadar ulu, yüce ve ilahi / kutsal, merhamet edici bir kudret olduğunun, kullar tarafından anlaşılmasıdır. Yani olumlu, iman eden, samimi, itaatkar, saygılı olan kullar o kadar büyük bir ödülle karşılaşacaklardır ki, belki o anda bizim şu anda bilemeyeceğimiz bir seviyede Alemlerin Rabbinin uluhiyet sıfatlarının farkına varmış olacaklardır. Cehenneme giden varlıklar ise o kadar helak edici bir pozisyonla karşılaşacaklardır ki, o ateşle karşılaştıkları anda onlar da Allah’ın kudret ve büyüklüğünün, kendilerinin ise bir hiç olduğunun farkına varacaklardır. Dikkat ederseniz her iki durumda kullar benim deyimimle “Allahuekber” kelimesinin, yani Allah’ın azametinin, kudret ve uluhiyetinin, ilahi ve yücelik sıfatlarının farkına değişik şekillerde varacaklardır. Cehenneme giden yandığı ateşin yakıcılığı, cennete giden ise rahmetin büyüklüğüyle… Belki de yaratılışın amacı budur… Kuran hesap gününde üç tip insandan söz eder. Birincisi Allah’ın samimi, özü-sözü bir, seçkin kulları yani sağdakiler ki bunlar direkt olarak cennete gideceklerdir. İkincisi
39
soldakiler yani inkarcılar, ikiyüzlüler, küfre sapanlar ki bunlar çok kısa süren bir sorgudan sonra cehenneme gireceklerdir. Kuran’ın böyleleri hakkındaki vurucu ayetlerinden biri şudur:
“Günahlarının ne olduğu günahkarlardan sorulmaz!”
Üçüncüsü ise cennete girmeden önce bekleyenlerdir.
Bunlar inandıkları halde gerekli olgunluğa ulaşmamış kendini ilahi vahyin anlamıyla eğitmemiş fakat temiz kalpli kullardır. Bunlar da bir süre bekledikten sonra cennete gireceklerdir. Sonuç olarak Allah’ın cehennemi de cenneti de yaratmasının sebebinin “Allah!” kavramının yüceltilmesi olduğunu görüyoruz. Evrenin döndürülme olmasının sebebi de, kulların günahkar olmasının sebebi de, samimi ve içten müslümanlar olmasının sebebi de, hayatın sebebi de, ölümün sebebi de, ahretin ve kıyametin sebebi de, şu anda bu yazıya bakıyor ve anlayabiliyor olmanızın sebebi de “Allah!” kavramının yüceltilmesidir. Daha doğrusu alemlerin yaratılış sebebi “Allahuekber!” kavramının anlaşılmasıdır. Rahman ve Rahim olan Allah Kuran’da şöyle buyurmaktadır:
“Ben cinleri ve insanları yalnızca bana kulluk / ibadet etsinler diye yarattım.”
İşte en azından hür ve bağımsız benlikler olarak ve Allah’tan başka hiçbir şeye bağlanmadan yalnız O’na kulluk eden bireyler olarak O’na kavuşmanın/ yaklaşmanın yolu O’na kulluk / ibadet etmekle, O’nun isimlerini anmakla, namazla, zekatla, en önemlisi de aklın O’nu düşünmesi ile mümkün olur. Çünkü sizlere hatırlatmak istediğim en önemli nokta, eğer O’nu düşünerek ibadet etme, anlama yoluna giderseniz,
40
aklın O’nu düşünmesi sırasında insan bilinçli düşünsel ibadetinin bir sonucu olarak bazen O’nunla karşı karşıya gelir ve işte tam da o anda gerçek manada, O’nu anlar, güvene kavuşur ve gerçek anlamda tatmin edici bir hidayet bulur, bir anlamda O’na kavuşur. O’nu anlamanın yolu, bütün fani çabalardan daha çok, O’nunla bir şekilde karşı karşıya gelmek ve o anda teslimiyetini ifade etmektir.
DEĞERLER KARMAŞASI
Değerler karmaşası derken insanoğlunun gerek bireysel bazda yapıp yapmaması gereken olguları:
1-) Her insanın yapması veya uzak durması gereken olgular ve değerler var mıdır? 2-)Toplumsal bazda uygulanıp uygulanmaması gereken mutlak kurallar var mıdır? 3-)Eğer bu değerlerin ne olduğunu bildiren bir mutlak doğru var ise bu mutlak doğrunun gerekleri bireyler ve toplumlar üzerine yasalar vb. yollarla ve yaptırımlarla uygulanmalı mıdır?
Birinci soruya cevap verirken her insandan değil de sıradan, normal bir insandan bahsedelim. Ama önce şunu ortaya koyalım. Üçüncü maddede belirttiğimiz mutlak doğrunun Yüce Yaratıcı’nın insanlara peygamberler yoluyla gönderdiği kitaplar ve en son olarak da Kuran olmak üzere, bu ilahi kitapların verileri ve doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin kıstaslarıyla birlikte, gönderilen peygamberlerin, o kitaplardaki hayatlarındaki örnekler olduğunu zaten ortaya koymuştuk. Bunu böyle yaptık ki insan düşüncesinin ana karnından başlayıp yaşlanmaya kadar olan ilerleme sürecinde kesinlikle bir “her yönden mutlak doğru” kitabı veya ilkeleri
41
oluşturamayacağını anlayalım ve mutlak / ilahi her türlü doğrunun ancak her türlü bilginin ve hikmetin sahibi olan Yüce Yaratıcı’dan geldiğini bir ön kabul olarak ortaya koymuş olalım. Sorumuz şuydu: Her insanın yapması gereken veya uzak durması gereken olgular, değerler var mıdır? Bu soruya şu şekilde cevap vereceğim: Alemlerin Rabbi nasıl 13.7 milyar yıl önce evreni Big-Bang ile yaratmaya başlayıp evrenin üzerinde işleyeceği matematik, fizik, kimya, biyoloji, astronomi kanunlarla evreni düzenlemişse / boyamışsa yarattığı insanoğlu için de bazı maddi ve manevi kanunlar koymuştur. Yüce Yaratıcı, Alemlerin Rabbi Allah, Kuran’da ana fikir olarak şöyle demektedir: “Ben senin parmak uçlarını bile nasıl herkesten farklı olduğunu anlaman için farklı düzenlemişsem, sen de herkesten farklı olarak, kimsenin boyunduruğuna uymayarak yani benim yarattığım gibi, sen olarak, en samimi ve en kendin halinle gelmelisin. Eğer benden veya benim gönderdiğim kitaplardan değişik, farklı saplantıların peşine düşersen veya ikiyüzlülük yaparsan ya da senin gibi fanilerin peşine düşersen sen olmaktan, benim kulum olmaktan çıkarsın ve kaybedersin. Çünkü bu durumda, benim seni sen olarak yaratmamdaki, cennete kılavuzlanma amacını bozarsın. Yalnızca sen olarak ve yalnızca benim sana gönderdiğim kitaplardaki ve en son olarak da Kuran’daki ilkelere uyarak bana gelebilirsin ve benim ışığıma uyabilirsin. Bununla birlikte kendini ne kadar küçük veya aşağı seviyede görürsen gör, sen olduğun ve samimi olmaya gayret ettiğin sürece bir şekilde sana ulaşacağım ve göreceksin benim ışığım mı daha büyük yoksa benim kullarımın mı?”   “Biz insanın parmak uçlarını tam bir biçimde düzenlemeye gücü yetenleriz.” (Kıyamet suresi)
42
Şimdi işin insani boyutuna bakalım. Her insanın yapması veya yapmaması gereken değerler, yalnızca Yüce Yaratıcı’nın kitabında emredilen ve yasaklanan şeylerle ibaret olan şeylerdir ve şunu özellikle vurgulamalıyım ki şu anda bize geleneksel din olarak yaşanan İslam’daki kriterlerin yüzde doksanıyla alakasız olarak yalnızca Kuran’ın kriterleriyle sınırlıdır. Bu böyledir çünkü bu sınırları anlamak veya uygulamak isteyenler Yaratan’a samimice bağlanmak isterlerse direkt olarak başka hiçbir aracıya başvurmadan Kuran’ın anlamını yani yorumsuz bir çevirisini okumalıdırlar. Ve ölene kadar da okumaya devam etmelidirler. Çünkü Alemlerin Rabbi kendi kanunları kullarına belirli bir psikoloji ya da psikolojik etki mekanizması ile vermek isterken, aynı zamanda indirdiği Kuran’ın sürekli olarak okunarak anlamının düşünülmesini istediği  bir başucu kitabı (Kuran’ın deyimiyle Zikir: sürekli tekrar eden kitap, düşünsel bereket kaynağı) olmasını istemektedir. Bunun da bir nedeni vardır. Çünkü Yüce Allah, kullarının yaşadığı süreç boyunca belirli bir manevi, psikolojik boyut üzerinde yaşamasını istemektedir ve bu boyut da anlamının tekrar ve tekrar üzere okunarak aynı her insanın parmak ucunun değişik yaratılması gibi her kula değişik etkiler ve manevi boyutlar kazandıran Kuran’ın insan beyninde yarattığı fırtınalar ve anlamlarla ilgilidir.  Bununla birlikte din Kuran’la sınırlıdır çünkü Yüce Yaratıcı kulları için gönderdiği veya aynı zamanda hem İsa’nın hem Musa’nın hem İbrahim’in ve hem de bütün peygamberlerin aynı ilkeler altında tebliğ ettiği dinde:
1-) Kullarına hidayet verici olanın yalnız kendisinin  olduğunu  2-) Kuluyla kendisi arasına hiç kimsenin girmemesini istediğini
43
3-) Eğer kulu dilerse insanın bu sevgi/ kulluk ilişkisini Kuran’ı anlamlandırarak yani anlamaya çalışarak ve çaba göstererek kendi çabasıyla başlatabileceğini bildirmektedir 4-) Şunu da ekleyebiliriz: Bu rahmet kapısı öyle bir kapıdır ki temiz kalple gelen, samimi olan ve iyi niyetle çaba gösteren hiç kimse bu kapıdan geri dönmeyecektir.
Kuran, Allah’la kul arasına giren kişilerin ve bununla birlikte, bizim veya bizim efendilerimizin dini üzere olmalısınız diyenlerin ve bazı şeyleri kafalarına göre haramlaştıran veya helalleştiren kişilerin yaptıklarını o derece suç kavramının altına sokar ki, böyle kişileri Allah’a şirk koşmakla suçlar veya daha doğrusu damgalar.
“Ne oluyor size de Allah’ın size verdiklerinden bir haram yaptınız bir de helal?”
“Allah’ın kulları için çıkardığı rızıkları haramlaştıranlar kıyamet günü hakkında ne düşünüyorlar?”
Bu olay sadece haram veya helal konusuyla sınırlı değildir. Din adamı olmayan bir şehir yöneticisi düşünelim. Bu şehir de deniz kıyısında olsun. Şehirdeki insanların bir kısmı yüzme biliyor bir kısmı yüzme biliyor. Eğer bu yönetici tutup “Bu şehirdeki bütün erkekler yüzme öğrenmek ve çocuklarına öğretmek zorundadır” derse, işte bu, insanın doğasında olan yalnızca Allah’ın kurallarına uyma ve O’ndan başka kural koyucu tanımama özelliğine vurulmuş bir prangadır. Çünkü şehir yöneticisi Allah’ın emri olmayan bir faaliyeti bütün şehir halkı için bir zorunluluk haline getirmiştir. Bu noktada farkına varmamız gereken şeylerden biri de özgürlüktür. İnsan beyni gerek fikri açıdan gerekse yaşantı
44
biçimi/ fiziksel açıdan o kadar özgürleştirilmelidir ki onu Allah’tan ve O’nun ayetlerinden başka denetleyici bulunmasın. Ya da fikri açıdan bir örnek verelim. A kentinde kentin başkanı tüm kentin kendi yazıp çizdiği gazeteye abone olmasını istiyor. Bunu yapmayanlardan vergi alacağı tehdidini savuruyor. İşte bu A kenti başkanı da düşünsel özgürlüğe pranga vurmak istemektedir ve bunun İslam dinindeki adı da Allah’a ortak koşmaktır çünkü Allah’ın emri olmayan bir düşünce tarzı, Allah’ın emriymiş gibi dikte ettirilmek, uygulanmak istenmektedir. Peki İslam dininin, Kuran’ın, insanın düşünsel yaşantısı ve fiziksel dünyadaki yaşantı biçimi konusundaki fikri nedir? Şudur: Minimum farz, minimum zorunluluk, maksimum özgürlük. Evrenin tekamül noktasındaki dini olan İslam dininin yaptırmak istediği, Rahman’ın ama yalnızca Rahman’ın kanunlarına uyan, O’ndan başka kimselerin boyunduruklarına ise kesinlikle boyun eğmeyen, yalnızca O’na kulluk eden, özgür, insanların olabilecek ahlaki ve coşkusal bütün insan devinimini sergilediği, müziğini yapabildiği, dansını edebildiği, düşüncesini ortaya koyabildiği bir dünya yaratmak. Böyle bir dünya pürüzsüz ve sorunsuz olacaktır. Böyle bir dünyada insan toplumu yalnızca Rahman’ın öğretisi olan Kuran’daki minimum farzlar ve uzak durulması gereken şeylerle sorumlu tutulacak ve insanoğlu gerek düşünsel dünyasında gerekse yaşantı biçiminde yani fiziksel dünyada mümkün olabilecek en büyük özgürlükle hayatını sürdürebilecektir. Kendi varlığının bir parçası olan coşku süreçlerini, müziği, dansı, edebiyatı, kültürel faaliyetleri sonuna kadar yaşayabilecektir. Bireysel bazda insanların uygulaması veya uygulamaması gereken kuralların, Kuran’sal manadaki minimum farzlar veya yasaklar olduğunu ortaya koyduk. Fakat şimdi olayın bir başka
45
boyutunu düşünelim. Herhangi bir lider ya da yönetici kadro, toplumunu bu kıstaslardan uzaklaştırıp, maksimum iyilik, kötülükten ise maksimum uzaklaştırmaya yönelik kanunlar getirebilir mi? Cevap, kesinlikle hayırdır. Çünkü Rahman, insanın sorumlu olduğu değerlerin, yalnızca kendisinin Kuran’da belirttiği ve insanı sorumlu tuttuğu değerlerden ibaret kılınmasını ve bu konuda kimsenin O’na ortak koşmamasını istemektedir. Bu konuda başta İslam toplumları olmak üzere birçok Hristiyan veya Yahudi toplumu da bir tür işkence getirmektedir. Nedir bu işkence? Bu olay din adamı ya da din büyüğü olarak tanımlanan kişilerin “Allah’ın kitapta indirdiği dışında” helaller, haramlar, farzlar, sünnetler icat etmeleri, Allah’ın kitabı içinde hükmü olmayan bir çok şeyi dini kavram veya hüküm alt başlığı haline getirerek şirke sapmaları ve arkalarından gelenleri de saptırmaları şeklinde ortaya çıkmaktadır. Eğer bu kişilerin Kuran’ı değiştirip kendi kurallarını, icat ettikleri şeyleri kitaba sokmaya güçleri yetseydi, bunu yaparlardı. Emin olun bunu yaparlardı, çünkü son ve değiştirilemeyecek olan Kuran indirilmeden önceki Tevrat ve İncil sahipleri bunu yapmışlardır. Bugün içinde yemek ve kokuyla ilgili cümleler bulunan bir Tevrat ve İsa ile ilgili farklı şeyler söyleyen dört farlı İncil vardır. Bakara suresi 79-80-81. ayetler Kitabı yani Tevrat’ı ve İncil’i değiştirenleri nasıl bir son ile karşılaşacaklarını şöyle bildirmektedir:   “Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Yazıklar olsun o kişilere ki, Kitap’ı kendi elleriyle yazarlar da sonra onunla basit bir karşılık satın alsınlar diye, “İşte bu, Allah katındandır” derler. Vay haline onların, ellerinin yazdıkları yüzünden! Vay haline onların, kazanıp durdukları yüzünden! Dediler ki: “Sayılı birkaç gün dışında
46
ateş bize asla dokunmayacaktır.” De ki: “Allah’tan bir ahit mi aldınız! Allah ahdine asla ters düşmez. Yoksa siz Allah’a isnat ederek, bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” İş onların sandığı gibi değil. Kötülük ve çirkinlik kazanan, suçu kendisini kuşatmış olan kişiler, ateşin dostudurlar. Sürekli kalacaklardır orada.”
Ayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Yahudi ve Hristiyan din adamlarının Kitap’ı değiştirmelerindeki amaç,  kendi uydurdukları cehaleti, yobazlığı, maskaralığı yayarak mevki, makam, para, mal elde etmektir. Bu insanlar ayrıca hakkında hiçbir bilgilerinin bulunmadığı ahret hakkında “Ateş bize sayılı birkaç gün dışında asla dokunmayacaktır” demektedirler. Bu cümle onların hem dinde uydurma kurallar ve hurafeler getirip Allah’a iftira etmelerini, hem de suçlarını bilmiş olup ceza göreceklerini kabul ettiklerini göstermektedir. Olayın bu boyutu o kadar acıdır ki o kitapları değiştiren din adamları birkaç gün ateşte yanacaklarını kabul ederken Alemlerin Rabbi, 79. ayette onlar için iki kez “Vay hallerine!” tabirini kullanmaktadır. Müslüman dünyasında ise bu olay çok isteyip durdukları halde Kuran’ı değiştiremeyenlerin kendi peygamberlerine iftira ederek hadis ve sünnet uydurmaları ve başta peygambere ve ehlibeyte hadis, sünnet, rivayet iftirası atma yolunu kullanarak din içi her türlü zulme bulaşmaları, üstelik bu yol ve yöntem din içi ve masum bir olay olarak görüldüğünden, müslüman ve saf, temiz beyinlerin bu yolla kirlenmeleri ve hatta gerçekte olan bitenin farkına varamazlarsa, yaşadıklarının farkına varıp, zamanı gelince, dinden çıkmaları, böyle din olmaz diyerek farklı arayışlara girmeleri şeklinde devam etmektedir. İçinde bulundukları yanlış kavramları inkar etmeleri doğrudur, fakat işte asıl tuzak olarak Kuran’ın anlamıyla ilişkileri kesildiğinden bir din
47
vahşeti seramonisi, din adamları ve benzerleri tarafından böyle sergilenmektedir. Çünkü Kuran şöyle der:
“Andolsun o Kuran’ı biz indirdik, O’nun koruyucusu da elbette biziz!”   “Bu Kuran, uydurulacak bir hadis / bir söz değildir; aksine o, önündekini tasdikleyici, her şeyi ayrıntılı kılıcıdır. İnanan bir topluluk için de bir kılavuz ve bir rahmettir.”
“Yemin olsun ki, biz, Kuran’ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık. Fakat düşünen mi var?” (Kamer suresi, 4 kez tekrarlanan Kamer suresi yemini)
“Rabbini yalnız Kuran’da andığın zaman nefretle geriye dönüp kaçarlar.”
HADİS VE SÜNNET PARADOKSU
Bu konuyu açıklamak için başımdan geçen bir olayı anlatmak istiyorum. Yaşar Nuri Öztürk’ün Kuran’daki İslam adlı kitabını okumuştum ve söz konusu kitapta ölümüne yakın “Ben üç bin hadis uydurdum!”, “Ben beş bin hadis uydurdum!” diyerek ölen insanların olduğu yazıyordu. 2002 yazında bir gece balkonumda bu konu hakkında düşünürken (o sırada ilk çalışmam olan Alak Suresi Analizi’ni yazıyordum ve acaba o konuyla ilgili hadis konusunu araştırmalı mıyım diye düşünüyordum) , o anda peygamberimiz gelip kendisi hakkında hadis uyduranlar ve o hadis iftiralarını atanlar, kısaca hadis konusu için masumca, cahilliğinden dolayı o konuya inananlar dışında bu konuyu sabote eden, Kuran’ın önüne geçiren, kullanan, uydurma hadis tehlikesi diye bir şeyin var olan hadislerin yüzde doksan dokuzu hakkında geçerli
48
olduğunu bilen herkesi içine alacak şekilde, hadis iftiralarını yaşayanlar ve yaşatanlar için
“Benim yüzümü göremeyecekler!”
dedi. O an şok oldum. Çünkü ortada İslam dünyasında rivayet edilerek gelen binlerce hadisin olduğu gibi bir gerçek vardı. Biraz düşündükten sonra ne kadar sahih, güvenilir hadis denilirse denilsin ve ne kadar geçerli sayılan kaynağa dayandırılırsa dayandırılsın peygamberimizle ilgili uydurulan hadislere değil inanmak, muhatap bile olmamaya karar verdim. Çünkü peygamberimiz o anda bu konuyu benim aklımdan çıkarıp cehennemin dibine fırlatmıştı. Şimdi tabii bu kitapta ele aldığımız her türlü olguyu Kuran’sal değerlere, verilere ve ispatlara dayalı olarak ele alıyoruz. Ancak olay yazar veya herhangi bir birey ile peygamberimiz veya ilahi alemden başka bir uyarıcı arasında geçen ve yalnız onunla onu ilgilendiren fakat yazarın anlatılması gereken bir boyut olarak açıkladığı bir mesele haline dönüştüğünde, ilkesel olarak bu meselenin inanılırlık açısından okuyucular açısından hiçbir bağlayıcılığı yoktur. Okuyucuyu bağlayacak olan yine yalnızca Kuran ve Kuran ilkeleri olmalıdır. Okuyucu eğer ille de okuduğu eserde yazar tarafından, bu meselenin anlatılma boyutuna şahitlik ettiriliyorsa, bunu yazarın en fazla rüya aleminde yaşadığı ve gerçekliği/gerçek dışılığı sınanamayan şüpheli bir boyut olarak algılaması daha doğru olacaktır. Bu hem rüya alemindeki olayların tartışılabilirliği gerçeği, hem de reel dünyadaki Kuran gerçekliğinin somut olarak algılanması ve tek reel, geçerli, inanılan kaynak olarak kabul edilmesi ilkesinin ayrımı ve korunması açısından son derece yararlı bir çözüm olacaktır. Yazar kitabın ilerleyen bölümlerinde buna benzer birkaç örnek verecek olmakla birlikte, bu dip notu algılanmış sayacak ve tekrarlamayacaktır.
49
Allah’ın kitabında hadis konusu:
“Bu Kuran uydurulacak bir söz / bir hadis değildir”
denilerek ve başka ayetlerde de dışlanarak ele alınırken, Kuran’dan sonra uydurulacak binlerce hadisin ortaya çıkacağına, insanların bunlarla amel ederken, Kuran’ı tamamen dışlayacağına dikkat çekilirken, peygamber tarafından da bu konunun farklı bir şekilde yorumlanması beklenemezdi. Zaten işin kötü tarafı bizim Kuran’ı okuyor olmamıza rağmen bu gerçeği kabullenemeyip, peygamberin kendisine izafe edilen bu konuyu yerle bir etmesiydi.
“Benim yüzümü göremeyecekler” demek birçok insan bu karmaşa içinde müslümanlık iddiasındayken, cennete girme olasılıklarının iptal olması demekti.
Şöyle bir düşünün. Peygamberimiz bugün geride bıraktığı İslam toplumunun kendisi hakkında rivayet olduğu iddia edilen, doğruluğu ve yanlışlığı kesinliğe bağlı verilere bağlı olmayan binlerce hadis arasında çalkalanmasını mı isterdi yoksa kendisinin ulaştırmakla görevlendirildiği Allah kelamı olan tek, mükemmel, kesin ve mutlak bir vahiy olan Kuran’la mı uzmanlaşmasını isterdi? Bu konuda ortaya koyacağım mantıksal ispatlarım da var:
1-)Bir hadisin  1400 yıllık bir zaman diliminde bugüne kadar değiştirilmeden bugüne gelmesi düşünülemez. Kaldı ki teknolojinin en üstün olanaklarının, bilgisayar ve matbaa teknolojisinin kullanıldığı günümüzde bile, büyük özenlerle yazılmış bir kitap ikinci, üçüncü ve daha sonraki baskılarında gerek bilimsel verilerin uyarılarıyla gerek bizzat kitabın
50
yazarının daha farklı ve daha yeni düşüncelere yönelmesi sebebiyle farklı şekillerde çıkabiliyor. Kuran’ın verilerine göre ise indirilmeye başlandığından itibaren kıyamete kadar korunacak son ve tek kitap, kaynak ise Kuran’dır;
“Biz indirdik o Kuran’ı biz. Onu her hal ve şartta koruyacak olan da elbette biziz”
2-)İslam ve peygamber düşmanlarının peygamberimizden nakledilen doğru bir hadisi bilerek ve isteyerek değiştirmeleri söz konusudur. Bu insanlar bizzat Allah kelamı olan Tevrat ve İncil’i değiştirdiler. Korunmasız olan hadisleri –ki aradan geçen 1400 yıllık süreç boyunca kaç nesil geçtiğini de unutmamak lazım- mi bu süreç boyunca şu veya bu şekilde değiştiremeyecekler? 3-)Bu ispatım en iyi anlamanızı istediğim Kuran’sal dayanaklı ispatlardan biridir. Kuran der ki:
“Benim tehdidimden korkanlara yalnızca Kuran’la öğüt ver!”
Bu ayet Alemlerin Rabbinin, İslam toplumunun eğitilmesi konusunda peygamberden yalnızca kendi indirdiği vahyi kullanması ve yalnızca onu öğretmesi istediğinin açık bir ispatıdır. Peygamberimiz, kendisine vahiy indirilen bütün peygamberler gibi yeryüzünde Allah’ın vahyinin öğretilmesi konusunda en çok istekli olan, yaşantı tarzı da Kuran’ı yaşamaya ve öğretmeye adanmış bir peygamber idi. O’nun sünneti de hadisi de Kuran idi. 4-)Bir hadisin veya sünnetin ele alınmasında çok değişik verilere göre hareket edilmesi lazımdır. Değil 1400 sene sonra, ondan 10 sene sonra yaşamış bir insan için bile bu böyledir. Peygamberimiz bir insanla konuşurken veya herhangi bir
51
yerde peygamberimizle ilgili bir rivayet yaşanırken o insanın/toplumun psikolojik durumu, ekonomik durumu, ailevi, sosyal durumu, bilişsel, entelektüel seviyesi/ayrı ayrı seviyeleri gibi pek çok etken etkilidir. Bu böyleyken peygamberimizin ve çevresindekilerin hayatıyla ilgili her şeyi sanki yanlarında yaşamış gibi ballandıra ballandıra anlatanlar, peygamberimizi rivayetler yoluyla övmek isterken, ona bayağı ve normal bir insan gibi bakılmasına, hatta bilerek onun hakkındaki algının küçük düşürülmesine sebep olmaktadır. Çünkü kendileri de işledikleri günahlardan habersiz değillerdir ve hatta bile bile yapmaktadırlar. Kendileri medya organlarında bilmem kaçıncı yüzleriyle insanlara ağlarken, kızarken, bağırırken aslında ay sonunda ceplerine girecek olan paranın da hesabını bir şekilde yapmaktadırlar. Alemlerin Rabbinin peygamberidir o. Benim tanıdığım peygamber, vahye denk vuruş ve güçte gerek dünyevi, gerekse imansal bağlamda etkili ve gerçekçi sözler  söyleyen, uyarılar yapan, cennet amaçlı bir ışık var oluşu olan bir peygamberdir. 5-) Hadis konusu dinde Kuran’dan yüzeysel bilgi edinen ve bundan öte geçemeyip dinde derinliğe inememiş düşük seviyeli ve sığ din adamları ve dinle uğraşan normal insanlar tarafından kullanılmaktadır. Bu insanlar Kuran’a dayanamadıkları veya Kuran’ın ağırlığını taşıyamadıkları için hadislere ve başka kaynaklara yönelmektedirler ve muhatap oldukları diğer insanları ve halkı da “Siz Kuran’ı anlayamazsınız, sizin ondan başka rehberlere, hocalarınıza ihtiyacınız var” diyerek rivayet edilen uydurma hadislere, mezhep öğretilerine, ilmihallere, tarikatlara ve kendilerince ermiş gördükleri insanlara bağlanmaya ve onların uydurduğu saçma sapan Kuran dışı bir dine yöneltmektedirler ki bunların tamamı şirk anlamına gelir. Yapılmak istenilen Kuran’ın dışlanılarak onun yerine birtakım başka insanların nefislerinin, egolarının, ceplerinin doyurulması ve dinde peygamberin
52
geriye bıraktığı tek ve kesin miras olan Kuran’ın dinde ve samimi kulların kalplerinde var olan mutlak hakimiyetinin ortadan kaldırılmak istenilmesidir. 6-)İnsan psikolojisinde yanlış şeyler yapan iyi insanlar için bile hep daha iyiyi ve daha güzeli yaymak ve uygulamak vardır. Bu konuyu şöyle açıklayacağım: Peygamberimizin herhangi bir sözü tek kelimesi veya içinden tek bir cümlesi değiştirilse veya eklenti-arttırma yapıldığı andan itibaren peygamberimize ait bir hadis olmaktan çıkar. Bunu Kuran’ın şu ayetiyle açıklayalım
“O kuruntudan, keyfinden konuşmuyor!”
Yani peygamberimizin hayatı boyunca insanlara yönelik söylediği bütün sözler tam anlamıyla ölçülüp biçilmiş, maksimum etkiyi ve minimum hatayı içeren doruk noktadaki sözlerdir. Peygamberimiz öldükten sonra bu dünyayla ilişki kurup, herhangi bir insanı uyardığı andaki sözler ise artık dünyadaki hata payını içermeyen Allah’ın kuluna peygamberin bildirmesini istediği sözlerdir. Bu çeşit sözler şekil ve duygusal bakımdan peygamberimizin veya başka bir peygamber tarafından gelirse onun sözü gibi gözükse de bizzat Allah’ın kontrolündeki bir mekandan ilahi bir yolla geldiği için Allah’ın vahyi de sayılabilir. Bu bakımdan, insan psikolojisinde iyi insanlar yanlış şeyler yaparken bile içlerinde bir iyilik dürtüsü olduğunu söylemiştik. Şöyle bir düşünelim: Bir A kişisine “Namaz dinin kalesidir” diye bir hadis rivayeti ulaşsın. Bu insan daha iyi olacağına veya çevresine daha iyi etki edeceğine inanarak “Namaz ve zekat dinin kalesidir” diye çevresine ve daha sonraki kuşaklara bu hadis ve rivayeti yayabilir. Bu noktada tartıştığımız konu, A kişisinin iyi mi yaptığı veya yapmadığı değil, bu sözün saf peygamber sözü olup olmadığıdır ve şu da görülmelidir ki aradan 1400 sene ve
53
binlerce rivayetçi, nakilci geçmiştir. Sonuçta önemli olan nokta şudur ki kimse dini bir peygamberin anladığından daha doğru anlayamaz ve bu noktada belki de peygamberimiz namazın zekata nazaran uygulanabilirliği daha olasılıklı, herkes tarafından yerine getirilebilecek bir ibadet olduğuna inandığı için böyle bir şekilde sadece namazı örnek göstermiştir. ( Bu arada buraya bir not ekleyelim böyle bir hadis yoktur, konuyu açmak ve örnek olması açısından olayı ben kurguladım, yanlış anlaşılmasın) Peygamberimiz de bilmektedir ki zekat da son derece olumlu, toplumsal dayanışmayı sağlayan bir ibadettir fakat peygamberimiz bu kurguda kendi ilminden ve hikmetinden kaynaklanan nedenlerle olayı sadece namazla sınırlandırmıştır, çünkü herkes zekat verebilecek kadar varlıklı değildir. A kişisi peygamberimizden daha mı iyi bilmektedir ki bu hadisi cahil bir şekilde değiştirerek nakletmiştir veya 1400 yıllık geçen sürede tahribata uğrayan ve bozunan hadisleri değiştirenler acaba kendilerinin toplumu peygamberden daha iyi bir yola mı götüreceklerine inanmaktadırlar? Daha doğrusu sorulması gereken şudur: Bu insanlar neden Kuran’ı dışlayarak veya görmezden gelerek veya hadislerin yanında bir yan kaynak olarak görmeyi zorunluluk haline getirerek veya Kuran’ın tefsircisi yine hadislerdir diyerek adeta ellerini başının üstünden götürüp öbür kulağını tutmaya çalışan maymun gibi Allah’a karşı ikiyüzlülük veya ortak koşma konumuna girmişlerdir. Direkt Kuran’ı inkar etselerdi daha açık seçik ve dolaysız bir yaklaşım olurdu onların yapmak istediği şey açısından… 7-) En çok anlaşılmasını istediğim ispatlardan biri de şudur: Peygamberimiz hiçbir şekilde Kuran’ın kendisine farz kıldığı dışında ibadet, yorum, hüküm ve yasak getirme hakkına sahip değildir. Bu bizzat peygamberimiz Hz. Muhammed için böyle
54
olduğu gibi bütün peygamberler için de böyledir. Çünkü işin gerçeği Kuran’da Maide suresinde
“Allah katında din İslam’dır”
dendiği gibi bütün peygamberler aynı “İslam!”ın elçileridir ve hepsinin namazları aynı namaz, helalleri aynı helaller, haramları aynı haramlar, ibadetleri aynı ibadetlerdir. Peygamberlerin bile dinde hüküm verme veya kendilerine indirilen kitaplara ek ve ayrıntı olarak sünnet ortaya koyma gibi bir fonksiyonları olamaz. Bu Kuran realitesine aykırıdır. Şimdi bunu açıklamak için Hakka suresi 38-52. ayetleri okuyalım:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Hayır, sandıkları gibi değil! Yemin ederim gördüklerinize, ve görmediklerinize! Ki o, çok soylu bir elçinin sözüdür. Bir şairin sözü değildir o. Ne kadar da az inanıyorsunuz? Bir kahinin sözü de değildir o. Ne kadar da az araştırıp düşünüyorsunuz? Alemlerin Rabbinden bir indiriştir o. Eğer bazı lafları bizim sözlerimiz diye ortaya sürseydi, andolsun ondan sağ elini koparırdık. Sonra ondan can damarını mutlaka keserdik. Sizin hiçbiriniz ona siper de olamazdınız. Gerçek şu ki o,sakınanlar için tam bir uyarıcı ve düşündürücüdür. Ve biz, içinizden onu yalanlayanların bulunduğunu kesinlikle biliyoruz. Ve o, küfre sapanlar için tam bir hasrettir. Ve o, kesin bilginin tam gerçeğidir. Hadi artık, yüce Rabbinin adını tespih et!”
Bu ayetlerde öncelikle vurgulanan olay bizzat müslümanların Kuran’ı anlamsal olarak araştırıp düşünmedikleri gerçeği ve Alemlerin Rabbinin bunu yapanları
55
adeta yere geçirici bir tarzda eleştirdiği gerçeğidir. Ve anlaşılan odur ki kendisine Kuran okuma bilinci gelip de hala Kuran’ın anlamından yüz çevirenlerin kıyamet günündeki halini Taha suresi 124-127. ayetler tartışmaya yer bırakmayacak bir şekilde açıklamaktadır:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Kim benim zikrimden/ Kuran’ımdan yüz çevirirse onun için zor, sıkıcı bir hayat şekli/ bir geçim vardır; kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz. O der ki: “Rabbim, beni neden kör haşrettin, ben gören biri idim?” Allah buyurur: “Ayetlerimiz sana geldiğinde sen böyle unutmuştun; bugün de sen aynı şekilde unutuluyorsun.” İsraf eden / haddi aşan ve Rabbinin ayetlerine inanmayan kimseleri biz böyle cezalandırırız. Ve ahiretin azabı çok daha şiddetli, çok daha kalıcıdır.”
Tekrar yukarıda yazdığımız Hakka suresindeki,
“Alemlerin Rabbinden bir indiriştir o. Eğer bazı lafları bizim sözlerimiz diye ortaya sürseydi, andolsun ondan sağ elini koparırdık. Sonra ondan can damarını mutlaka keserdik. Sizin hiçbiriniz ona siper de olamazdınız.”
ayetlerine dönmek istiyorum. Bu ayetlerde ortaya konulan bizzat peygambere siper olmak isteyenlerin veya isteyeceklerin Alemlerin Rabbinin vahyi olan Kuran’ı görmezlikten geldikleri, onun üzerinde araştırmalar yapmadıkları, onun üzerinde düşünmedikleridir. Ortaya konulan olay Alemlerin Rabbinin bizzat kendi vahyi dışında hiçbir şeyi “din” kavramı altında, tanımlamadığı isimlendirmediğidir. Bu ister hadis olsun ister sünnet olsun ya da ister din alimlerince karara varılmış bir sözde “fıkıh” olayı
56
olsun… İşte Allah bizzat peygamberine “Benim dinime sen dahil kimse en ufak bir müdahale yapamaz” diyerek bunları özetlemektedir. 😎 Şimdi İslam söz konusu olunca ilk akla gelen iki kavram Kuran ve sünnet kavramlarını açmaya çalışacağım. Peygamberimizin hadisi de Kuran idi, sünneti de Kuran idi. Olay budur. Kuran böyle diyor ama peygamberimiz böyle yapmış denilen olayların hepsi uydurmadır. Bu konuda size çok güçlü ve ispatlı bir örnek vereceğim: Abdest konusu herkesin de kabul edeceği gibi dinde çok önemli bir konudur ve abdestin nasıl alınacağı da Kuran’da Maide suresi 6. ayette açık bir şekilde açıklanmıştır:
“Ey iman sahipleri! Namaza duracağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızı meshedin ve topuklarınıza kadar ayaklarınızı meshedin / yahut yıkayın. Eğer cünüp iseniz iyice temizlenin. Hasta yahut yolculuk halinde iseniz yahut biriniz tuvaletten gelmişse yahut kadınlara dokunmuşsanız da su bulamamışsanız temiz bir toprakla teyemmüm edin: yüzlerinizi ve ellerinizi ondan meshedin. Allah size zorluk çıkarmak istemiyor. Ancak sizi temizlemek ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak istiyor ki şükredebilesiniz.”
Bu ayetlerde Allah’ın emrettiği ve peygamberin de aynen hiçbir şey eksiltip artırmadan uyguladığı abdest alma tarzı şudur: İlk önce yüz yıkanacak daha sonra dirseklere kadar eller yıkanacak, baş meshedilecek ve ayaklar meshedilecek yahut yıkanacak. Şimdi sünnet olarak öne sürülen ve bugün İslam toplumunun uyguladığı abdestin nasıl kaydırıldığını görelim: Bugünkü uygulamada ilk önce ağız yıkanmakta ve daha sonra burun yıkanmaktadır. Bu olay Kuran’da yer almayan bir
57
olaydır ve ağız, burun temizliğinin abdest dışında yapılması gerekmektedir. Çünkü ağız ve burun temizliği sırasında hiç istenmeyen görüntüler ortaya çıkmaktadır. Hele hele bu olay cami çeşmelerinde umuma açık yerlerde herkesin gözü önünde yapıldığı zaman, ortaya çıkan ses ve burundan çıkan burun sıvısının oluşturduğu iğrenç görüntüler tam bir faciadır. Kuran’ın abdest tanımında bir gereklilik olarak ortaya koyduğu şeylere ağız ve burun temizliğinin eklenmesi peygamberimizin bir uygulaması da değildir. Sonradan çıkarılmıştır. Kişi eğer ille de ağız ve burun temizliğini yerine getirmek istiyorsa ağız temizliğini günümüz şartlarına uygun olarak  diş macunu ve diş fırçasıyla özel yapmalıdır. Burun temizliği de milleti iğrendirmeyecek bir şekilde özel bir alanda kimseyi rahatsız etmeden yapılmalıdır. Bunlar Kuran’ın dinine peygamberimize iftira edilerek eklenmiş sonradan uydurma eklentilerdir.  İkinci bir konu Kuran ilk önce yüzün yıkanmasını sonra ellerin dirseklere kadar yıkanmasını emretmektedir. Bugünkü uygulamada bu bozulmuş ilkönce ağız ve burun temizliği sonra dirseklere kadar kolların temizliği sonra yüz temizliği yapılmaktadır. Bugünkü  ve geçmişteki çok bilenler belki bunu peygamberimizin uygulaması ve kolay yol olarak seçmişlerse de bu böyle değildir. Ne peygamberimizin uygulamasıdır ne de Kuran’ın felsefesi ve bu felsefenin getirdiği güzelliklerin yansımasıdır. Kuran ilk önce yüzünüzü yıkayın derken; ilk önce kendinizi ve dünyaya kendi bakış açınızı, simanızı temizleyin demektedir. Yüz insanın en hayati organlarının bulunduğu bir alandır. Buna ek olarak siz dünyaya yüzünüzle baktığınız gibi, dünya da sizin yüzünüze bakar. Kuran bu yüzden ilk önce kendi yüzünüzü ve kendi bakış açınızı temizleyin demektedir. Bakış açısı derken olumlu, olumsuz, iyimser, kötümser, iyilik ve güzellik üzere gibi insanın pek çok farklı anlamda ve pek çok derecelerde
58
bakış açıları olabilir. İşte bu yüzden ilk önce kendi bakış açınızı temizleyin denmektedir. Kuran hemen ardından dirseklere kadar ellerinizi yıkayın demektedir. Bunun anlamı güzel bir görüş, görünüş ve bakış açısı kazandıktan sonra yaptığınız işler, ortaya koyduğunuz şeyler güzel ve temiz olsun demektir. Eller ve kollar insanın her türlü fiziki faaliyetinde en çok kullandığı organlardır. Kuran hemen bu yüzden güzel olmak ve güzel bakış açısından sonra insanı iş yapmaya, çalışmaya yöneltmekte bunun da temiz ve günah katılmamış olmasını istemektedir. Daha sonra Kuran başın meshedilmesini istemektedir. Bunun anlamı da düşüncenin güzel olması ve temizlenmesi gerektiğidir. Yani güzel davranışın güzel düşüncenin sonucu olduğu vurgulanmaktadır. Bu anlamda teori olan güzel düşünce ile pratik olan güzel davranış aynı anda imgelenmektedir ve her biri diğerinin sebebidir. En son da ayakların meshedilmesi yahut yıkanması istenmektedir ki bu da bütün bu faaliyetler sırasında izlenen yolun güzel olmasının istenmesidir. Ayaklar konusunda meshetme konu önce ele alınarak tercihen meshedilmesinin istenmesi gibi bir anlam çıkarılabilir. Yani temiz ayağın meshedilmesi öncelikli ve kolaylıklı bir seçenektir. Mesela evde veya çorabın içinde veya çıplak iken yahut hiçbir şarta bağlı kalmadan. Çünkü Kuran burada hiçbir ön şart öne sürmemiştir.   Bugünkü abdest anlayışında ise önce ağız ve burun temizliği istenmeyen görüntülerle hatta namaza hazırlanmakta olan diğer insanların tüm konsantrasyonlarını bozacak bir şekilde başlamakta el ve kolların temizliği yüz temizliğinden öne alınarak bütün Kuran’sal felsefe kaybolmakta ve hatta bu Kuran’sal felsefeyi uygulamanın getirdiği manevi kazanım da kaybolmaktadır. Başın dörtte birinin meshedilmesi gibi bir kural yoktur. Başın ellerin kaplayabildiği kadar bir alanı meshedilebilir. Ayrıca çok bilmişler ayakların meshedilmesini
59
ayakta mesh, çorap vs. gibisinden bir koruyucu olma gibi bir şarta bağlamışlardır. Böyle bir kural da yoktur. Ayakları çıplak olan bir kişi bile ayağını kolaylıkla meshederek namaz kılabilir. Aslında dinin şeriat hükmü olan abdest, namaz, miras veya ceza hükümleri gibi alanlarına girmeyi pek sevmem ama gördüğünüz gibi peygamberimize iftira edilerek uydurulan dinin temel ve en çok uygulanan abdest gibi bir konusunda bile durum budur. Dinin en temel kanunu şudur: Dinde peygamberlerin bile Allah’ın kitapta bildirdiği dışında kural uygulama, helal, haram ilan etme ve yöntemi belirtilen kanunlar dışında yollar izleme gibi bir şansı yoktur Oysaki yüz yıllardan beri İslam öğretisinin önde gidenleri olduklarını iddia edenler bu hakkın kendilerine ait olduğunu sanarak Allah’a ortak koşmakta ve şirke sapmaktadırlar. Bunu Hakka suresi 38-52. ayetlerde açıkça anlatmıştık.
“Eğer o, bize isnat ederek bazı laflar (öğretiler) düzmeye kalksaydı. Yemin olsun ondan sağ elini koparırdık / onu kuvvetle yakalardık. Sonra ondan can damarını / bel kemiğinin iliğini mutlaka keserdik. Sizin hiçbiriniz de ona siper olacaklar arasında bulunamazdı.”   9-) Peygamberimizin sünnetine uymak konusu da İslam toplumlarınca çok yanlış anlaşılmaktadır. Uygulanması gereken ana ilke “O, o gün ne yaptı?” değil, “O, bugün olsaydı ne yapardı?” ilkesidir. Bir örnek verelim. Kuran peygamberimize ve tüm İslam toplumlarına temizliği öğütlemektedir. Uygulanması gereken ilke o gün misvak kullanılıyordu biz de bugün misvak kullanalım ilkesi değildir. Misvak o günkü teknolojik olarak gelişmemiş toplumda ağız temizliği için kullanılan bir ağaç parçasıdır. Peygamberimiz bugün olsaydı diş macunu ve diş fırçası kullanırdı, saç şampuanları, saç kremleri, vücut şampuanları kullanırdı, altı
60
ayda bir check-up yaptırırdı, üç ayda bir diş doktoruna giderdi, sigara içmezdi, alkolden uzak dururdu, internet erişim ağlarını kullanarak Kuran’ı yaymaya çalışır, dünya toplumlarını yetimlere, fakirlere ve zulüm gören halklara yardıma çağırırdı. Peygamberimizin sünnetini 1400 yıl önceki yapılan uygulamalarda değil, Kuran’sal ilkelerden yola çıkarak bugün olsaydı ne yapardı sorusuna cevap olabilecek bir şekilde anlarsak, gerçek peygamberi ve onun temsil ettiği dini anlamış oluruz.  Ve unutmayalım ki dünyanın herhangi bir yerinde x bir tarihte gelmiş bir peygamber, kendisine indirilen vahyi, o x zamanının tarihine uygun olarak açıklar, tefsir eder. Ondan önceki tahrif edilmiş öğreti kalıntıları ne diyor diye araştırarak değil. İşte Kuran’ın peygamber öldükten sonraki kitabı da Kuran’dır, peygamberi de Kuran’dır. Ve bu anlamda onu sonraki bir y tarihte tefsir edecekler, anlamlar, öğütler ve ibretler çıkaracaklar, araştırmak isteyecekler aradaki yorumsal farklılığın farkında olmakla birlikte Kuran’ı yalnız o y zamanının tarihine göre anlamalıdırlar, anlamlandırmalıdırlar. Ayrıca tarihsel yorum sürecini bilmek bile çok detaylı olarak dinle ilgilenenlerin işidir. Kuran, kendi çizgisini takip eden zaman sürecine göre anlaşılmalı ve anlatılmalıdır. Allah’ın bizden istediği de budur. Çünkü iş insanlığa kalırsa… insanlık elektriği bile son yüzyıl yakınlarında buldu. Ve sonraki gelişmeleri. Nerde kaldı geleceğin Kuran’ını kuşatmak? 10-) Peygamberimizin sünnetini anlamak bakımından bir başka bakış açısı da şudur. Peygamberimiz 1400 yıl önce yaşamış, vefat etmiş ve cennete gitmiştir. 1400 yıl önce yaşamış ve vefat etmiş peygamberimizle, şu anda bizi cennetteki mekanından seyreden ve bazı zamanlarda insanlara müdahalelerde bulunan peygamber aynı kişiler değildir. Şu anki bizimle aynı tarihi yaşayan peygamber, cennet denilen en mükemmel tekamül arenasında 1400 yıllık değişim, gelişim ve
61
olgunlaşma geçiren bir peygamberdir ki bizim şu anki dünyevi bakış açısıyla bu konumu anlayabilmemiz mümkün değildir. Hatta şunu söyleyebiliriz. Şu anki yani ölümünden sonra 1400 yıl boyunca cennet arenasında tekamül eden, gelişen, mükemmelleşen peygamber benliği, şu anda kendi yaşantısı boyunca dünya hayatında var olan peygamberden fersah fersah ötede ve bizim bilemeyeceğimiz boyutlarda bir yapıdır. Yani bu konuda bile onun izinden gitmek, onu taklit etmek kavramlarında bir yanılgı var. Esas olan, mutlak olan biz dünyalılar için, Kuran’dır. Hatta bizim söz konusu değişimi, dünya hayatında kıyamete kadar geçirmemiz bile mümkün değildir. Bu açıdan bakıldığında İslamiyet açısından en mükemmel yaşantı biçiminin 1400 yıl önceki yaşantıyı kopyalamak değil, geleceğe ulaşmak adına her konuda idealist ve Kuran’sal düşüncenin ardından giderek geleceğe doğru bir yol bulmak olduğunu söyleyebiliriz. Bu yaklaşım tarzı akıldan yola çıkarak peygamberlere uzanan gerçek idealist yaklaşım tarzıdır. 11-) Şimdi size peygamberimizin sünnetinin Kuran’dan mantık yoluyla araştırılmasıyla rivayetler ve din adamlarının uydurduğu sünnet arasındaki farkı anlatmak açısından açık seçik bir örnek vereceğim. Bu vereceğim örnek peygamberimizin gerçek sünnetinin bırakılıp din adamlarının (mezhep, tarikat, cemaat liderleri, öğretileri vs.) uydurduğu kuralların “din” olarak ortaya sürülmesi ve “adet” olarak İslam dünyasında yaygınlaşmasını açıklayan bir örnektir. Ve bu örnek İslam’ın en temel ibadetlerinden namazın nasıl Kuran’ın emrettiği ve peygamberimizin, aynı zamanda bütün peygamberlerin kıldığı namaz olmaktan çıkartılıp bozunmaya uğrayışını açıklayan bir örnektir. Kuran’a göre namazın nasıl kılınabileceğini anlatmak için Kaf suresinden itibaren birçok ayeti ele alacağız. Kaf suresi şöyle demektedir:
62
KURAN’A GÖRE NAMAZ
“Andolsun biz gökleri, yeri ve bunlar arasındakileri altı günde yarattık ve bize hiçbir yorgunluk dokunmadı. Artık onların söylediklerine sabret ve güneşin doğuşundan önce de batışından önce de Rabbinin hamdiyle tespih et. Gecenin bir kısmında ve secdelerin arkalarından O’nu tespih et.”
Burada göklerin ve yerin yaratılırken altı gün kavramının kullanılması ve yorgunluktan münezzeh olanlarız anlamında bir deyim kullanılması sırasında altı gün kavramı bir süre ifade etmiyor. Burada altı gün kavramı, yaratılış süreci sırasında öngörülen sürenin sınırlı olmasını ifade eder. Yaklaşık 14 milyar yıl yaşında olan evrenin bir “OL” emrine benzer şekilde bir anda yaratılması ve aynı zamanda Kuran’da genişletildiğinin de açıklanması, insanların muhatap olduğu “Biz” kavramının ne kadar yüce boyutlarda olduğunu gösterir ki ben bunu anlatmak için onlara “Göklerin Tanrıları” diyorum.  Güneşin doğuşundan önce de batışından önce de insanın Rahman’ı tespih etmesinin sebebi, insanın sürekli bir sabır, şükür ve hamd içinde bulunduğunun ortaya konuluşudur ki bu da ancak Rahman’a tespih veya başka bir ibadetle gösterilebilir. Ayetin son kısmı dikkatlice incelendiğinde namaz ibadetinin nasıl yapılacağının bütün detaylarının bir cümle içinde verildiğini görebiliriz. Bu ayet
“Gecenin bir kısmında ve secdelerin arkalarından O’nu tespih et!”
ayetidir. Öncelikle ayetin başlangıç cümlesi olan “Gecenin bir kısmında” teriminin neden verildiğini peygamberimizin eşi olan Hz. Ayşe’nin bana olan bir hitabıyla
63
tefsir etmek isterim daha önce de belirttiğim üzere. Annemiz bana demişti ki: “Bu dünya bütün inceliklerin üstünün örtüldüğü bir gece zamanıdır.” Annemizin bana olan hitabı aynen buydu, ne bir kelime eksik, ne bir kelime fazla… Buradan anlayabiliriz ki dünya hayatı da bütün inceliklerin üstünün örtüldüğü bir gece zamanı olarak nitelendirilmekte ve dünya hayatının bir kısmının da gerek namaz içi (bu konuyu birazdan açıklayacağım) gerek namaz dışı, Allah’ın isimlerinin tespih edilmesiyle geçirilmesi istenmektedir. Yani olayın bir makro bir de mikro bakış açısı vardır. Mikro bakış açısı Müslümanların gecenin bir bölümünü Allah’ı tespih etmesiyle ilgili olduğu gibi, makro bölümü de annemizin de işaret ettiği gibi dünya hayatının bir kısmının ibadetle (namaz, tespih, Kuran’ın anlamını okumak, zekat vs) geçirilmesiyle ilgilidir. Bu anlamda Kuran’da sık sık bahsedilen seher vakti, seher vakti gibi kavramlar kıyamet gününü yani gerçek aydınlığın başlangıç vaktini belirtmektedir.
Cümlenin ikinci kısmı ise:
“Secdelerin arkalarından O’nu tespih et!”
ifadesidir. Cümlenin namaza yönelik ön kısmına baktığımızda “secdelerin” tabirinden önce hiçbir tabir bulunmamaktadır. Bu şu demektir. İnsanların namaza Kuran okuyarak başlamaları tabii ki doğaldır ancak şart değildir. Yani insanlar namaz direkt secde ederek başlayabilirler çünkü çeşitli sebeplerden dolayı Kuran’ı ne Arapça’sından ne de kendi dillerindeki çevirilerden namaz içinde ezbere okuyamayacak durumda olabilir ve tabii ki Yaratıcı Kudret bunu düşünerek kullarına namaz içinde Kuran okuma zorunluluğu getirmemiştir. Şu durumda namaza başlarken birkaç alternatifimiz vardır:
64
1-)Kuran okumak 2-)Kendi dilindeki mealinden (çevirisinden) Kuran okumak 3-)Dilediğince içinden geldiği gibi dua ederek 4-)Allah’ı veya Allah’ın bir ismini tespih ederek 5-)Düşünce yoluyla konsantre olup yönelerek ve sonra secde ederek 6-)Daha önce de söylediğimiz gibi direkt secde ederek 7-)Bunlara bizim aklımıza gelmeyen fakat kişinin kendince uygun bulduğu ve ben böyle Allah’a yöneleceğim diyeceği başka yollar da eklenebilir.
“Secdelerin arkalarından O’nu tespih et!”
Ayette bir başka detay da verilmiştir çünkü “secdenin” ve “arkasından” değil “secdelerin” ve “arkalarından” deyimleri kullanılmıştır. Yani “secde” tabiri için de “arka” tabiri için de çoğul eki kullanılmıştır. Bu demektir ki:
1-)En küçük çoğul sayma sayısı 2 olduğu için her secde ediş bir varışta en az iki kere olacaktır. 2-)“Secdelerin arkalarından” tabirini göz önüne aldığımızda her ikili secde de en az iki kere (iki varışlı) olacaktır. Bu demektir ki farz namaz iki rekattır ve “farz” tabiri minimum yükümlülüğü kapsayan bir tabir olduğu için bütün farz namazlar iki rekattır. 3-)Farz namazlar konusunda bana denilen şudur: Bilindiği gibi farz namazın iki rekat olduğunu, bunun normal şartlarda ayaktayken, Kuran’ı Arapça veya kendi dilindeki bir çevirisinden okuyarak veya başka yöntemlerle yerine getirilmesi gerektiğini, otururken ise “Secdelerin arkalarından O’nu tespih et!” emri gereği, Allah’ın bir isminin tespih edilerek geçirilmesi gerektiğini söylemiştik. (Rahman, Rahim,
65
Gafur, Vedud, Aziz, Hakim vs… veya dilediği ismi seçebilir kişi)  Yani burada iki rekatlık farz namaz:  Kuran-rüku-secdeler-Kuran-rüku-secdeler-tespih (örneğin Rahman) şeklinde iki rekatlık farz namaz olarak kılınabilir.
Fakat burada mesele iki rekatlık zorluk getirmeyen, Kuran’ın matematiksel kodlarına bağlı, teorik olarak kolay ve Allah’ın emrettiği şekil olan iki rekatlık farz namazlara, ek namazlar veya rekatların getirilmemesidir. Çünkü bu Kuran’sal ayet dinamiklerine göre, açıkladığımız iki rekatlık farz namaza ek namazlar getirenler hakkında bana denilen daha önceki uyarılarımı da dikkate almanız dileğiyle:
“Namazın matematiğini bozuyorlar”
ifadesidir. Demek ki namaz, Kuran’sal matematiğe göre formulüze edilen bir ibadettir ve standarttır. Bunun bir başka anlamı, Allah’a günün her vaktinde, her ibadetinde aynı seviyede ve aynı standartta ibadet etmektir ki bu sistem saat gibi işler. Yani sabah 2-2, öğle 4-4-2, ikindi 4-4, akşam, 3-2, yatsı 4-4-2-3 diye bir şey yoktur. Kaldı ki buna cumaları 12 artı Ramazanları 20 rekat namaz gösterileri ilave etmelisiniz ve hatta Ramazan’da Cuma günleri gün içi toplam rekat sayılarını saymamalısınız. Oysa namaz kılınamaz hale getirilmek için değil bütün kulların kılabileceği bir formdadır Kuran’da açıkladığımız üzere. Bütün namazlar iki (2) rekat ve standarttır. Ve bu Kuran’ın emrettiğidir. Ayetlerin açık seçik bildirdiğine göre.
“Namazın matematiğini bozuyorlar”
66
sözünden yola çıkarak 2 rekati aşan şu veya bu şekilde fazladan namaz kılanların da eğer bunu bile bile yapıyorlarsa, buna hiç gerek yoktur. Bizden istenen namaz gösterisi değil, kolay ve basit bir iman ve ibadet bağıdır. Zaten namazı fazladan hale getirenlerin “Namazın matematiğini bozmakla suçlanması” bunun blok bir ibadet olduğu ve eğer uzun ve karmaşık hale getirilirse amacından da sapabileceği konusunda önemli bir uyarı ve belirtidir. Bir başka konu da benim aldığım bu uyarıdan belli bir süre sonra, namazın iki rekat olmasından faydalanabileceğimi sanıp fırsattan istifade nefsime uyup kaza namazları kılmaya başlamamın ardından kısa bir süre sonra peygamberimizin bana
“Kaza namazı diye bir şey yoktur”
uyarısıdır. Evet doğrudur. Çünkü namaz, içinde bulunulan ana ait olan bir Allah’a ibadet yöntemidir. Yani namaz, anın Allah’a ibadetidir.  Ve eğer bir vakit namazı kaçırdıysanız, bu konuda, Allah’a ibadet sorgusuna ve bu sorgunun yalnız Allah’a ait olduğu konudan hiçbir delil bırakmamak gibi bir dürtünün ayağa kalkabileceği gibi, hemen onu veya kazaya kalmış birden çok namazı kaza etme gibi bir davranış yerine gireceğiniz yerde, namazları vaktinde dosdoğru kılmaya çalışıp, insan olmanın getirdiği acizliklerden dolayı kılınamayan namazları, Allah’ın rahmetine bırakmak, çok daha güvenli ve Rahmanın, Kuran’ın temiz kalple ibadet felsefesine çok daha uygun bir rahmettir. Ve ibadetleri vaktinde yapma felsefesi, biriktirip çoğaltarak bir oturumda, takvadan uzak biçimde 20 rekat kılmak gibi bir halletme felsefesiyle karşılaştırılamaz ve zaten ibadetlerin zamanında ve Kuran’sal standartlarda yapılması dışında kaza namazı diye bir şey de yoktur peygamberimizin de söylediği
67
üzere. Fakat bir Kuran’sal tahlil olmak üzere, orucun hastalık veya yolculuk halinde kazası vardır mesela Kuran’da. Bakara suresi 184-185. ayetler şöyle der:
“Sayılı günlerdir. Sizden kim hasta olur veya yolculuk halinde bulunursa tutamadığı gün sayısınca başka gün tutar. Oruca zorlukla dayananlar üzerine düşen, fidye olarak bir yoksulu doyurmaktır. Kim bir mecburiyeti olmaksızın içinden gelerek iyilik yaparsa bu onun için daha hayırlı olur. Ve oruç tutmanız, eğer bilirseniz, sizin için daha hayırlıdır. Ramazan o aydır ki; insanlara kılavuz olan, iyi-kötü ayrımıyla hidayetten kanıtlar getiren Kuran, onda indirilmiştir. O halde, bu aya ulaşanınız onu oruçlu geçirsin. Hasta olan veya yolculuk halinde bulunan, tutamadığı gün sayısınca başka günlerde tutsun. Allah sizin için kolaylık ister; O sizin için zorluk istemez. Tutulmamış olan günleri tamamlamanızı, sizi doğru yola kılavuzladığı için Allah’ı yüceltmenizi ister. Ve sizin şükretmeniz umulmaktadır.”
Görüldüğü gibi orucun kaza edilmesi istenmekte ancak bu kazanın yalnız hastalık ve yolculuk halinde ortaya çıkan oruç tutamamazlık durumunda ve sayısınca yapılması istenmektedir. Ayetin sonundaki “Tutulmamış günleri tamamlamanızı…” cümlesi yine yalnız hastalık ve yolculuk hali gerekçelerine mahsustur. Yani bu durumda eğer namazın kazası olsaydı, bu, kaza kabul şartları bildirilmekle birlikte Kuran’da çok açık seçik bir biçimde aynı orucun yer alması gibi yer alırdı diyebiliriz. Bu durumda Kuran’sal açıdan da kaza namazı yoktur hem peygamberimiz hem de Kuran’ın kesin verilerine dayanarak benim açımdan. Vaktinde kılınan iki rekat vakit namazı vardır. İki rekat sürdüğü için aynı zamanda iki dakika sürer takriben ve bu anlamda tüm dünya insanlığının kolayca kılabileceği bir Kuran’sal standarttır, Kaf
68
suresinin verileriyle ortaya koyulduğu şekliyle. Ve aynı zamanda iki rekat sürdüğü için Allah’a ibadetten ibaret olmakla birlikte hiçbir şekilde insanın kendisini namaz içi sahte psikolojik tanımlamalara sokmasına izin vermez. Çünkü ibadetten ibarettir, yan düşüncelerden değil. Mümkün olduğu kadar saf, konsantre, kısa ve kolaydır. İnsanlara işkence anlamına gelen, her türlü zorluğu ve gerçekte var olmayan detayı barındıran, Kuran’a, dine ve peygamberimize iftira bir namaz değildir. 4-)Namaz konusunda bir başka detay da peygamberimizin topluluğa önderlik ederek kıldırdığı namazlarda ayaktayken yaptığı Kuran okuma faaliyetini sesli olarak yapmasıdır. Burada peygamberimizin amacı Kuran’ın en genel ve en doğru, konsantrasyonlu ortamda öğretilebileceği ortam namaz olduğu için, ayaktayken yaptığı Kuran okuma faaliyetini sesli olarak yapmasıdır. Buradan yola çıkarsak eğer ülkemizde hocalar kıldırdıkları namazlarda, Kuran okuma faaliyetini Türkçe olarak yapsa ve kılanlar da yavaş yavaş Türkçe Kuran’ı öğrense, burada kullanılacak çeviri olarak diyanet meali seçilse…Başlangıçta basit ve kolay sureler hedef seçilse daha doğru bir yaklaşım olmaz mı? Anlamadığımız Arapça kelimeleri lafız olarak ezberleyip papağan gibi tekrar edip yatıp kalkıp durmaktansa? Namazı anlamlı ve gerçek bir ibadet haline getirmek daha uygun olmaz mı? Kuran okuyuşlarda ne dediğimizi anlayarak, içselleştirerek, özümseyerek ve en önemlisi de samimi olarak iman etme duygusunu manalı Kuran okuma sayesinde sağlayarak. Bu hem mantığa hem de Kuran realitesine daha uygun düşer. Oysaki bugün ülkemizde namazlarda bazı rekatlarda Kuran bilinçli olarak imamın sessiz okuması şeklinde okunmaktadır. Gerçi Kuran’ı Arapça olarak tek kelime anlaşılmasına fırsat vermeden okumak ve okutmak onu okuyanlara da okutanlara da diyanete de zerre miktar
69
yarar/fayda/sevap sağlamaz, ne de onu duyanlara. Bu konuda da ya bir takım din büyüklerine ya da peygamberimizle ilgili ortaya sürülen yalan rivayetlere bakılarak yanlış bir uygulama yapılmaktadır. 5-)Bir başka detay, peygamberimiz kıldırdığı farz namazlar dışındaki namazlarda o an için hangi isme ihtiyacı varsa veya Allah’ın hangi isminin tecellisini kendisinin veya toplumunun üzerinde görmek istiyorsa o isimleri tespih etmiştir ve bunlar da ana uygun isimlerdir.
Peygamberimizle aramızda geçen bir başka olay…  İslam dünyasında din alimlerince peygamberimizin sünneti diye öğretilen namaz hakkında bazı gerçekleri ortaya koymak istiyorum. 2002 yada 2003 senesi yazında bir üniversite kimya kitabını inceliyordum. O anda peygamberimizin geldiğini hissettim ve peygamberimiz önümdeki açılmış periyodik cetvel tablosunu bana göstererek “Helyum” elementini işaret etti.
“Bak atom no su 4, proton no su 2”
diyerek bana farz namazın 4 vakit ve 2 rekat olduğunu anlattı. Aklımda en ufak bir şüphe bile yoktur bu konuda. “Helyum” kelimesinin kökeni olan “Hell” kelimesinin İngilizce cehennem olduğu aklıma geldi bir süre sonra. Bu olaydan çıkardığım başka bir sonuç da namazın kötülüklerden uzak tutup, iman dinamiklerini sürekli ayakta tutan bir motivasyon süreci olması bakımından, cehennemden koruyucu bir etken olmasıdır. Daha sonra farz namazın 4 vakit ve 2 rekat olduğunu Kuran’ın da belirttiğini anladım. Çünkü namaz kıl ibaresi vakit olarak Kuran’da sadece Hud suresi 114. ayette ve İsra suresi 78-79. ayetlerde anılır. Hud suresinde geçen 4 vakit namaz, sabah, öğle, ikindi ve yatsı
70
namazlarıdır ve bunlar farz namazlardır. İsra suresinde ise 78. ayette geçen akşam namazı ise Kuran’ın anlattığı bir sünnet namazdır. Peki bunu nereden anladım? Yani bunun Kuran’sal açılımı ve ispatı nedir?
Hud suresi 114. ayet şöyle demektedir:
“Gündüzün iki tarafında ve geceye yakın saatlerde namaz kıl. Güzellikler kötülükleri silip süpürür. İşte bu Allah’ı ananlara bir öğüttür.”
Ayetin 114. ayet olmasında bir anlam vardır. Kuran hiçbir sure dışta kalmamak üzere 114 sureden oluşur ve bu farz namazların 114. ayette olması da hayat boyu kılınmayan hiçbir namazın hesap dışı kalmayacağına işaret eder.
İsra suresi 78-79. ayetler ise şöyledir:
“Güneşin kaymasından / aşağı sarkmasından, gecenin kararmasına kadar namazı kıl. Sabah Kuran’ını da gözet. Çünkü sabah okunana Kuran tanıklarca izlenmektedir. Sana özgü bir ibadet olarak, gecenin bir kısmında o Kuran’la meşgul olmak üzere uyanık ol / uykudan uyan. Böylece Rabbinin seni övülmüş bir makama / Makam’ı Mahmud’a ulaştırması umulur.”
Ardı ardına gelen bu ayetlerde peygamberimize, geceleyin Kuran’la uğraşmasının ona özgü bir ibadet olarak emredildiği bildirilmektedir. Ben peygamberimize özgü olan geceleyin Kuran’la meşgul olma/ inceleme ibadetinin ona özgü olma niteliğinin, bir önceki ayetteki
71
“Güneşin kaymasından / aşağı sarkmasından, gecenin kararmasına kadar namazı kıl”
emrini de kapsadığına inanıyorum. Yani buradan çıkan anlama göre akşam namazı iki rekatlık sünnet bir namazdır hem de Kuran’sal bir sünnettir. Olayı biraz daha derinden incelediğimizde  akşam namazının kılınma vaktinin gün içinde çok kısa bir süre içinde cereyan ettiğini görüyoruz. Bu yüzden Yaratıcı Kudret, bu kısıtlı süre içinde namaz kılmayı herkesi mecbur ya da farz kılmamış ve bunu Kuran’da yalnızca peygamberimize özgü bir ibadet ve inananlar içinde peygamberimizin bu sünnetine uymak isteyenlere Kuran’sal bir sünnet, yani Kuran’sal ve zorunluluk olmayan bir sünnet olarak ortaya koymuştur. O halde akşam namazını dileyen kılabilir fakat imkanı olmayan yahut zorlanan yahut kendisine ağır gelen hatta canı istemeyen bir kişi dahi kılmayabilir. Bir namazı istediği halde kılamamak, istemediği halde kılmaktan yeğdir. 12-) Namaz konusu bugüne kadar tam olarak peygamberimizin kıldığı şekilde gelmese de hem teorik hem de pratik açıdan peygamberimizin en çok en doğru ve toplumsal açıdan en çok şahit olunan sünnetidir. Fakat öncelikle iki konuyu tartışma konusu yapacağız. Birincisi sünnet kavramının ne olduğu, ikincisi bilinmeyen sünnetin de Kuran’a başvurularak bulunabileceğidir. Şimdi sünnet kavramının ne olduğuna bakalım. Sünnet, peygamberimizin İslam toplumu önünde sergilediği, sergilenmesini uygun bulduğu davranış modellerine denir. Yoksa peygamberimizin toplum önünde özellikle yapmaktan çekindiği davranışlara yani peygamberimizin böyle yaparak adeta “bu konuda benim peygamber olmaktan kaynaklanan hassas davranışlarımı zorunluluk haline getirmekten kaçınınız” dediği davranış modellerine sünnet denmez. Namaz konusunun
72
peygamberimiz tarafından nasıl ince ince işlendiği konusunda ise üç adet çıkarımımız var. Bunlardan birincisi peygamberimizin yalnız şu anda farz namaz olarak kabul edilen namazları toplumla beraber kıldığı veya kıldırdığıdır. İkincisi peygamberimiz yukarıda farzının iki rekat ve Kuran artı Rahman veya Rahim veya bir diğer isminin tespih edilmesinden ibaret olduğunu açıkladığımız namazı, Kuran’ın öğretilmesi için en uygun zaman ve mekan olarak gördüğü için namazda Kuran okuyarak kıldırmıştır. Böylelikle Kuran mesajı hem lafız hem de anlam olarak doğru bir şekilde kitlelere ulaşabilmiş ve daha sonraki nesillere de ulaştırılabilmiştir. Şu anda ülkemizde peygamberin namazda, Kuran’ı anlamsal olarak okuma, anlaşılmasını sağlama sünnetini destekleyen bir diyanet yok. Ancak Arapça ve anlamı anlaşılmayan lafızları geveleyerek peygamberin sünnetiyle alakası bile olmayan bir namazı emreden koca bir kitle / ur var şeytanla birlikte. Amaç her türlü bahiste olduğu gibi Kuran’ın anlaşılmaması, kimsenin uyanmaması… Ürkütmeyin vakvakları.  Üçüncü olarak üzerinde önemle durduğumuz nokta ise namazlarda peygamberimiz ve eğittiği toplum oturuşlarda
“Secdelerin arkalarından O’nu tespih et”
ayeti gereğince oturuşlarda Allah’ın özellikle Rahman veya Rahim ismi olmak üzere, Allah’ın bir ismini tespih ediyorlardı. Böylelikle hem Allah’ın Kuran’da emrettiği tespih vakitlerinde tespih ibadeti yapılıyor hem de kıraat, Kuran okuma, rüku ve secdeleri içeren fiziksel ibadet yapılabiliyordu. Yani peygamberimizin gerçek sünneti namaz oturuşlarında Kuran’dan olmayan, insan eli ve kendisinden sonra gelen insanların okuduğu dualar gibi dualar okumak değil (Ettehiyetü ve salli, barik); Kuran okumak ve Allah’ın
73
isimlerini tespih etmekti. O’nun ibadeti yalnız Allah için olandı. Kendi kendine salavat getirmesi gibi bir şeyin de olabileceğini söyleyen dangalakların televizyonlarda nasıl rezil şovmenlikler yaptığı bir ortamda daha neler neler yapıldığını da göz önüne alırsanız… Gerisini siz düşünün.    13-) Hadis konusu insanlarla Kuran arasında bir engeldir. Daha önce verdiğim 12 ispat sırasında bu hadislerin peygamberimize ait olmayan sözler olduğunu anlayabildiğinizi sanıyorum. Bugün insanlar müslümanlık göstergesi olarak 10 ciltlik hadis kitapları almakta ve hem inandıkları bu hadis kitaplarıyla ilgilenmeyerek hem de aldıkları bu hadis kitaplarının kendilerinde yarattığı yeterlilik duygusunun tuzağına düşerek Kuran’dan da uzak düşmekte ve uzaklaşmaktadırlar. Okunmamak için alınmış ciltler dolusu hadis kitapları, insanlarda psikolojik olarak yeterlilik duygusu yaratmaktadır. Kaldı ki peygamberimizle ilgili bilinmeyen detaylarla, uydurmalarla ve iftiralarla dolu hadis külliyatları peygamberimizle ilgili oluşturulmuş bir yığın yalan kümesinden ibarettir. O peygamberin hadisi de Kuran’dır, ibadetleri de Kuran’dır, felsefesi de, insanlık alemine öğütleri ve uyarıları da Kuran’dır. Çünkü zaten bunu Kuran ona böyle emretmektedir ve kendisi de bunun en farkında ve ayrımında olan insandır. 14-) O peygamber Alemlerin Rabbinin peygamberidir. O peygamberi sıradan bir insan gibi tahayyül etmemenizi tavsiye ederim. Çünkü O’nun ilahi benliği, kendisi hakkında ballandırıla ballandırıla, sanki bire bir yanında şahit olunmuş gibi anlatılan rivayetlerin hiçbirine yaraşmayacak kadar yüce, kudretli, şanlı ve şereflidir. O anlatılabilecek bir insan değil ancak övülebilecek bir yapı, bir benliktir. O’na atfedilen rivayetler, iftiralar ve hadisler ancak O’nun şanının küçük düşürülmesine ve bazı kendini bilmezler tarafından alay konusu yapılmasına sebep olmaktadır. (bkz:Salman Rüşdi
74
hatta din adamı aleminin tamamı) O peygamber kendisi hakkında hadis uyduran ve bilip durduğu halde bunları yayanlar hakkında bana çok kesin bir tavır ortaya koymuştur ve bana bu konuda açıkça söylediği şudur:
“Benim yüzümü göremeyecekler!”
Artık bundan isteyen istediği sonucu çıkarsın, yapılan zulümlerin ve iftiraların karşılıksız bırakılacağını mı sanıyordunuz? Yahut da siz kendi halinizde dalga geçerken ödüllendirileceğinizi mi? 15-) Bu noktada peygamberimizin bana söylediği bir başka kesin ve şok edici uyarıyı da dile getirmek istiyorum. Hadis konusu bugün dinde insanlarla Kuran arasında bir engeldir. İnsanların çoğu Kuran’ı bırakarak hadislerin peşinden gitmekte ve sizi uyarmalıyım ki, peygamberimizin Kuran’ı bırakarak hadislere göre davrananların kıyamet günündeki nasıl hesap yerine ulaşacakları hakkında, yine bana çok kesin bir uyarısı vardır. Peygamberimizin onların kıyamet günü nasıl kaldırılacaklarına dair kullandığı tabir aynen şudur:
“Sürünerek gelecekler!”
Bu cümle umarım Alemlerin Rabbinin ilkelerinin değişmezliği kadar peygamberimizin ilkelerinin de onun en güçlü elçilerinden biri olmak bakımından değişmezliğini anlatmaktadır. Artık bundan sonra insanlar şunu düşünmelidirler: Din, peygamberimize rağmen onun tebliğ ettiği kitabın dışında arayışlar içinde olmaya çalışmak mıdır? 16-) İslam dininde kaynak olarak yalınızca Kuran’ı mı yoksa bunun yanında hadisleri de kullanmalı mıyız şeklinde bir soru soralım ki hadislerin bugüne kadar doğru bir şekilde gelemeyeceğini, eklemeler, çıkarılmalar, saptırılmalar
75
yapılabileceğini, dolayısı ile bugün hadis adı altında kullanılan kavramın peygamberimizin sözlerini yansıtmadığını daha önce de belirtmiştik. Şimdi olaya bir başka açıdan bakacağız. Bence Allah’ın ve mantığın din konusunda bir ilkesi vardır. Din konusunda başvurulacak kaynak, herkes tarafından erişilebilecek, birbiriyle çelişkili olmayan, değişmez, bütün insanlığa aynı mesajı ve ana ilkeleri veren ve ulaşılabilen bir kaynak olmalıdır. Kuran bu özelliklerin hepsini kapsar. Binlerce hadisten oluşan ciltler dolusu hadis kaynakları ise bu özelliklerin hiçbirine sahip olmamakla birlikte, en önemlisi bütün insanlığın ulaşabileceği, kolaylıkla alıp okuyabileceği, standart kaynaklar değildir ki bu, Allah’ın “Ben hepinize aynı uyarıyı göndermiştim” ilkesine ters düşen bir olaydır. Eğer peygamberimiz Kuran’ın dışında herhangi bir şekilde kendi sözlerinin yazılmasını ve saklanmasını isteseydi bunu yapardı. Ama ne peygamberimiz böyle bir şey yapmış ne de ikinci el ağızlardan başlayarak gelen hadisler korunmuştur. Hadisler konusunun dinde bahis konusu yapılması Allah’ın Kuran’daki
“Size öyle bir kitap gönderdik ki öğüt ve uyarınız/ zikriniz/ şerefiniz yalnız ondadır”
ayetine ters düşmektedir. Bu ayet aynı zamanda “Sizin o kitaptan başka bir yardımcınız /rehberiniz / ışığınız yoktur” demektir. İnsanların hadislere sarılması peygamberimizin ölümünden sonra (yaşamında buna izin vermemiştir) ikinci elden onun sözlerini kayıt altına almak gibi bir hata (ya da çılgınlık) peşine düşen insanların neden olduğu bir olgu olarak ortaya çıkan hadislere, müslümanların peygamberimize duyduğu duygusal bağ nedeniyle ortaya çıkan bir oluşumdur. Peygamberimizi hepimiz severiz, onun adı anıldığında yüreklerimiz titrer ama çoğunlukla olan olay şudur. Birisi peygamberimizle ilgili bir hadis söyleyince başka birisi
76
saydığımız herhangi bir nedenden dolayı itiraz ederse onu aforoz etmeye kalkarız. Bunun nedeni insanların peygamberimize olan duygusal bağlarıdır. Bu anlaşılabilir. Fakat o hadislerin ancak ve en fazla şüpheli olduğu çoğunlukla iftira olduğu, bizzat peygamberimizin bizim sadece Kuran’ın anlamını okumamızı istediği, o peygamberin Kuran’ın anlattığı peygamber olduğu, onun gerçek hadislerinin de sünnetinin de Kuran olduğu gerçeğini kimse kabul etmek istemez. Çünkü yemez çoğu zaman böyle bir ayrım. Kimse dinini Kuran’dan ve Allah’a kulluktan ibaret kılmak istemez. Çünkü böyle bir durumda egoların kendi üzerlerine yükleneceği pay sıfırdır. İnsan kendi yaratılışını unutur da Rahman’a:
“Kim diriltecek bu kemikleri” diye sorar. Çünkü insan kemiklerin yeniden yaratılmasında dahi kendisinin pay sahibi olmasını ister.
17-) Şimdi size namazın vakti konusunda bile müslümanların rivayetlere ve uydurma hadislere inanarak, Kuran’a bakmayı bile akıllarına getirmeden ne kadar büyük bir yanlışa düştüklerini peygamberimizle benim aramda geçen bir olayı örnekleyerek anlatmak istiyorum. Kuran’da namaz, vakti belirtilerek iki yerde geçer. Bundan birincisi Hud suresi 114. ayet ikincisi İsra suresi 78. ayettir.
Hud suresi 114. ayet:
“Gündüzün iki tarafında ve geceye yakın saatlerde namaz kıl. Güzellikler kötülükleri silip süpürür. İşte bu, Allah’ı ananlara bir öğüttür.”
77
İsra suresi 78. ayet:
“Güneşin kaymasından / aşağı sarkmasından, gecenin kararmasına kadar namazı kıl. Sabah Kuran’ını da gözet. Çünkü sabah okunan Kuran tanıklarca izlenmektedir.”
Hud suresinde geçen dört vaktin daha önce peygamberimizin bana aktardığı Helyum elemeni benzetmesi 2 rekat 4 vakit farz vakitler olduğunu( Atom no:4 proton no:2), İsra suresinde geçen akşam vaktinin de daha önce de açıkladığımız ve sonraki ayetle birlikte ele alındığında anlaşıldığı üzere 2 rekat sünnet namaz olduğunu daha önce belirtmiştik. Ama şimdi Hud suresinde geçen dört farz vaktin özel bir incelemesini yapacağız. Uzun zamandır bu konuyu inceliyor ve bu konuyu düşünüyordum. Daha önce mantıken aklıma yatmasına rağmen aşağıda anlatacağım konu, bütün müslümanlar öyle yapıyor, bu konu hakkında tartışma açan bile yok. Herkes peygamberimizin sünneti diyerek (daha doğrusu öyle sanarak) aynı vakitleri uyguluyor diyerek hep bu konuyu aklımdan çıkartıyordum.
Fakat 2008 yazında peygamberimizle aramızda geçen şöyle bir hadise oldu. Olayın açıklaması aşağıdadır.
Akşam namazı İsra suresinde geçen ve dört farz vaktin dışında ele alınan sünnet bir namazdır. O bir tarafa… Hud suresinde geçen “geceye yakın saatler” ya da bazı meallerde geçen “gecenin gündüze yakın saatleri” terimleri, sabah ve yatsı namazlarını anlatır. Bu konularda da bir tartışma konusu yok. Fakat “gündüzün iki tarafı” terimi tartışma konusudur. Gündüz, güneşin doğmasıyla başlar, güneşin ufuk çizgisinden kaymasına, bir başka deyişle akşam vaktine kadar devam eder.
78
“Gündüzün iki tarafı” teriminde gündüzün ilk tarafı güneşin doğmasından tepe noktasına gelmesine kadar, ikinci tarafı tepe noktasına gelmesinden batmasına kadar geçen süreçtir. 2008 yazında balkonumda yerde otururken bu konuyu düşündüm. İnandığım bir olayı uygulamayıp inanmadığım halde sadece toplumsal kabullere uymak uğruna kendi gerçeklerimi reddetmek bana sıkıntı veriyordu. Birden “Kim ne derse, ne yaparsa yapsın. Beni Kuran’ın dediği ilgilendiriyor” diyerek kendi namaz vakitlerimi inandığım şekilde düzenlemeye karar verdim. Tam o anda peygamberimizin geldiğini hissettim. Ve o, bana duyurduğu sesiyle beni kastederek dedi ki:
“Onu çok zor koşullar altında eğittim!”
Gerçekten de o ana kadar yaşadığım hayat ve geçirdiğim şeyler çok zorlu olaylardı. Fakat bu süreç içinde peygamberimizle aramızda kurulan bağ ve bazı diğer ilahi değerlerle kurabildiğim bağlar sayesinde hayata tutunmuştum. Bu süreç içinde peygamberimizin benim intiharımı önlediği zamanlar da oldu. Bu söz peygamberimizin bana dair, beni onurlandıran ve bana değer verdiğini anlatan bir söz idi. O an çok duygulandım. Kendimi Kuran dışı kaynaklardan soyutlayıp dini yalnızca Kuran’a dayanarak yaşamanın ödüllerinden birini daha almıştım. Bu söz peygamberimize ve diğer peygamberlere ulaşan yolun da Kuran’dan geçtiğinin bir ispatı idi. Yeter ki insan temiz kalple Allah’a yönelsin ve Kuran’ın anlamına sarılsın. Görüldüğü gibi peygambere inanmak ille de onun hakkında uydurulan iftiralar ve yalanlar furyasını kabul etmek anlamına gelmiyor. Sanki 1400 önce doğan bir güneşin daha sonra tekrar doğacağına inanmak gibi bir şey. Aynı diğer peygamberler gibi.
79
Şu son tahlile göre gerçek anlamda namaz vakitleri şunlardır: Güneşin doğmasından evvel kılınan namaz sabah namazı, doğmasından tepe noktaya yani tam yukarıya gelinceye kadar kılınan namaz öğle namazı, tepe noktadan ufkun arkasına çekilinceye kadar olan namaz ikindi namazı, o noktadan gecenin kararmasına kadar olana namaz akşam namazı, ve gecenin kararmasından sonra kılınan namaz yatsı namazıdır.
18-) Bir başka önemli detay da Cuma namazlarının yalnız erkeklere değil hem erkeklere hem de kadınlara farz oluşudur. Çünkü bu konu hakkındaki ayetler şunlardır:
“Ey inananlar, Cuma günü namaz/ dua için çağrı yapıldığında, Allah’ı anmaya/ Allah’ın Kuran’ına koşun! Alışverişi bırakın! Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Namaz/ dua yerine getirilince hemen yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın! Allah’ı çok anın ki, kurtuluşa erebilesiniz.”
Bu ayetlerde genel manada erkekler veya kadınlar diye bir ayrım yapılmamıştır. Hitap, “Ey inananlar” şeklindedir. Yani namaz kılmaya müsait olan tüm müslümanlar kastedilmiştir. Ayrıca ayetin devamını okuduğunuzda Cuma namazının kısa bir şekilde kılınıp hemen müslümanların işlerine güçlerine dönmeleri istenmiştir ki bu Allah’ın ibadetlerin uzun tutulmaması ve kısa, fakat iman heyecanıyla dolu olarak yapılmasını istediğinin bir kanıtıdır. Bu anlamda bugünkü kıldırılan Cuma namazının Allah’ın istediği Cuma namazıyla bir ilgisi yoktur Cuma namazı 2 rekattır. Namazdan önce adeta vakit geçirmek uğruna ön ve arka namazlar kılmak ve bunu bir zorunluluk haline getirmenin de bir anlamı yoktur. Başka bir konu ise Cuma namazının ille de cemaatle kılınması
80
gerektiği veya en az 3 kişinin olması gerektiği gibi bir Kuran’sal hükmün bulunmamasıdır. Böyle bir hüküm de yoktur. Namaz bireysel bir ibadettir. Kulun Allah’a ibadet etmesini simgeler. Yani namaz yalnız Allah’a kulluk etmek için kılınır. Bu böyleyken Cuma namazı cemaatle kılınır, veya Cuma namazı için en az 3 kişi lazımdır gibi abes kurallar icat etmenin de bir anlamı yoktur. Zaten siz farkında olmasanız da din konusunda Kuran’a aykırı veya Kuran’da olmayan fazlalık / detay icat ederek ölenlerin tüm amelleri boşa çıkmıştır. Siz farkında olmasanız da onlar ateş azabı içinde hazır bulundurulmaktadırlar. Bir kişinin din hakkında detay verici konuşmalar yapması veya herhangi bir zümrenin, tarikatın, cemaatin, mezhebin, cemaatin lideri olması onun hakkındaki hükmü değiştirmez. Hz. İbrahim’in de dediği gibi:
“Yalnız temiz kalple varan kurtulur”
Ve Hz. Musa’nın evrensel var oluş ilkesi gibi:
“Allah hakkında gerçek dışı bir şey söylememek benim var oluş borcumdur.”
Bu ayeti tersten okuduğumuzda yalnız günahkarların değil kalbi şirk suçuna batmış dindar inkarcıların da kurtulma şansları da yoktur.
KURAN VE DİĞER KİTAPLARIN GÖNDERİLME AMACI
Hatırlarsanız İslam dininin, şu anda dinin tek mutlak ve değişmeyecek temsilcisi olan Kuran’ın bildirdiğine göre, Tanrı’nın kendisi ile kulu arasına hiçbir fazlalık veya aracı istemediğini belirtmiştik. Şu vereceğimiz örneğe dikkat edin. Kuran, Hristiyanlar ve Yahudiler hakkında onların ruhbanları,
81
papazları gibi din adamı sınıfından zümreleri olduğundan bahseder fakat Kuran’a göre İslam dininin temsilcisi olan herhangi bir atanmış veya seçilmiş din adamı sınıfı yoktur. Bu, şu anlama gelir: Yüce Allah insanlar için tanımladığı ve        “Bugün sizin üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim” (Maide suresi)
diyerek insanlara indirdiği son kitapta kesinlikle kendisiyle kulları arasında herhangi bir aracı istememekte ve kulları ile kendisi arasında yalnızca Kuran vahyi aracılığıyla bir iman, etkileşim, ilham sentezi kurmak istemektedir. Bu sayededir ki Tanrı kullarına değişmeyen ve saf, mutlak, başka dillere çevirisi yapılabilen bir Kuran indirmiştir ki her kuluna değişik seviyede hidayet nasibi versin, onları Kuran’la uyarsın ve ne kadar inatçı olursa olsun tüm gönülleri de onunla müjdelesin. İlahi Kudret’in böyle yapmasının birkaç sebebi vardır: 1-) Kuran Arapça olarak açık seçik, anlaşılır ve tek bir kelimesi bile kıyamete kadar değiştirilemeyecek bir biçimde, anlamının anlaşılması ve insanların her birinin kendi ömrü boyunca üzerinde düşünmeleri için indirilmiştir. Kuran’ın Arapça indirilmesinin sebeplerinden biri de Arapça’nın dünyanın bütün dillerine çevirilebilecek nitelikte bir dil olmasıdır. 2-) Kuran’ın kendi dilindeki bir çevirisini konsantrasyonlu bir biçimde anlayarak okumaya çalışan bir insan Allah’la karşı karşıya gelir. Daha başka bir deyişle O’nun varlığının farkındalığına gerçek anlamda ulaşır. Belki de Kuran’ın ilk birkaç sayfasının okunması ve bu farkındalığın başlangıcı insanın cehennemden bir çukurun başından cennete doğru yol almaya başlamasıdır. Ve eğer kişi Kuran’ın anlamsal boyutuna ömrü boyunca sadık kalırsa sanki Kuran
82
onun için “Gel! Gelmezsen seni ateşler içinde yakarım” diyen cennetteki bir volkana dönüşür. Bazı insanlar vardır ki dünyadayken kendini o volkanın içine atar. Ama o volkan onu azap ateşiyle değil aşk ateşiyle yakar. 3-) Daha önceden Kuran’ın anlamını okumamış insanların bilmediği bir özellik vardır. Kuran, fani alemin yani meleklerin veya peygamberlerin yazabileceği bir “yaratılmış elinden çıkma kitap” değildir ve böyle bir olasılığı yoktur. O Kuran, Alemlerin Rabbinin indirdiği, kullara kıyamet günü hakkında uyarılar ve müjdeler içeren, tüm alemleri uyarmak için gönderilmiş (sadece insanlık alemi değil), ilahi, isabeti tartışmasız, doruk noktaya çıkmış bir hikmettir ve onun diğer kitaplarla alakası olmadığını, okurken içine girdiğiniz ilahi atmosferden, yaşadığınız beyin fırtınasından ve kalbinizde doğan ışık fırtınalarından anlayabilirsiniz.
“Bu Kuran, insanların kalp gözlerini açacak ışıklardan oluşur. Gereğince inanan bir toplum için de bir kılavuz ve bir rahmetir o” (Casiye suresi)   4-) Yüce Allah, insanlık alemine indirdiği son kitap olan Kuran’da herhangi bir din adamı kesimi atamamakta ya da kullar tarafından seçilmiş din adamlarını da tanımamaktadır. Kuran’a göre insanlık aleminde Tanrı ile kullar arasında aracı, fazlalık, hüküm-fetva verici bir din adamı sınıfı yoktur. Aslında bu son din olan İslam’da böyle olduğu gibi bundan önce gönderilmiş bütün peygamberler ve bütün kitapların yazgısında da böyledir. Bu arada unutmadan söyleyelim. Her ne kadar Yüce Allah daha önceki toplumlara değişik peygamberlerle değişik isimler altında kitaplar gönderse de bütün peygamberlerin dini İslam’dır ve önceki diğer bütün kitapların ana temaları, hükümleri de Kuran’la aynıdır. Çünkü Kuran şöyle der:
83
“Allah katında din İslam’dır”
O halde şöyle bir genelleme yapabiliriz: Bütün kulluk aleminin dini de İslam’dır. Ve bu aleme melekler, diğer yaratılmış varlıklar ve hatta O’nun katındakiler denilen kudretliler topluluğu da dahildir. Bunu insanlık alemine indirgediğimizde Adem’in de, Nuh’un da İbrahim’in de, İsa’nın da, Musa’nın da ve bütün peygamberlerin namazı, orucu, zekatı ve temel ibadetleri aynıdır. Şu anda elimizde olan diğer kitaplarda namazın veya orucun olmaması veya bazı ibadetlerin eksik bazı ibadetlerin ekleme olması, kulların günahı ve sorumluluğudur. Kaldı ki Allah’ın sünnetine göre bir kitabın artık ondan hayır gelmeyecek kadar tahrif edilmesi durumuna gelmeden önce sonraki Kitap gönderilmekte ve yaygınlaşmaktadır. Tanrı kendi öz vahyini sürekli olarak dünya üzerinde sabit tutmakta ve kendisine inananların sarılacağı bir kılavuz bırakmaktadır. Bu anlamda Kuran’ın bizzat kendisinin belirttiğine göre, dünya üzerine kıyamete kadar hükmü geçecek son vahiy Kuran’dır.
POZİTİF VE NEGATİF DEĞERLER
Konuya başlarken ilk önce şunu belirtmek istiyorum. İnsanların uyması ya da uymaması gereken şeyler ya da yapması ve yapmaması gereken davranışlar Yaratıcı Kudret tarafından kesintisiz bir şekilde peygamberler ve onların tebliğ ettiği kitaplar, sayfalar aracılığıyla insanlara bildirilmiştir. Bir sonraki kitabın ve veya peygamberin gönderilmesinin sebebi daha önceki öğreti veya öğretilerin kaydırılması, değiştirilmesi yani saf ve mutlak Tanrı vahyi olmaktan çıkarılmış olmasıdır. Ve bu anlamda son olarak gönderilen öğreti ve peygamber ise Kuran ve Hz. Muhammed’dir. İslam’ı savunduğum
84
cümlelerimde kesinlikle daha önce gönderilen kitapları ve peygamberleri inkar etmiyorum. Yalnızca onların öğretilerinin insanlar (özellikle dinle ilgilenen inkarcılar) tarafından büyük zulümlerle değiştirildiğini, Kuran’ın ise kıyamete kadar hükmü sürecek son kitap olarak okunması gerektiğine inandığımı söylüyorum. Şu bir gerçek ki insanlık tarihinin başlangıcından itibaren toplumlara gönderilen bütün kitapların, öğretilerin içindeki ana mesaj aynıdır. Yani Nuh’a da, İbrahim’e de,Yusuf’a da, İsa’ya da, Musa’ya da ve bütün peygamberlere aynı namaz, oruç ve diğer ibadet yöntemleri, aynı ilkeler, aynı farzlar, aynı haramlar ve aynı öğütlerle, yasaklar emredilmiştir. Onlar da insanlık tarihinin başlangıcından kıyamete kadar olan zaman akımında Alemlerin Rabbinin hiç kimseye farklı ve ayırım yapmadan aynı şekilde yolladığı aynı evrensel ilkeleri tebliğ etmişlerdir. Bu şu demektir: Alemlerin Rabbinin tüm insanlık alemi için önerdiği ve yasakladığı ilkeler değişmez ve aynıdır. Hatta bunu şöyle örnekleyebiliriz: Hz. Muhammed’in de, İbrahim’in de, Nuh’unda, İsa’nın da, Musa’nın da kıldığı namaz aynıdır. Buna Kuran’ın şu ayetini ispat olarak sunabiliriz:
“Oruç, sizden önceki toplumlara farz kılındığı gibi sizlere de farz kılındı.”   O halde Alemlerin Rabbine inanıyorsak şunu kabul etmeliyiz. Alemlerin Rabbinin bizlere farz kıldığı şeylere uyulmalı, yasaklardan ve haramlardan kaçınmalı. Kalbin ve aklın ayırt edebildiği iyi ve kötü ayrımının gereklerini yerine getirebilmeliyiz. Çünkü Alemlerin Rabbinin iyiliğini belirlediği şey mutlak ve tartışılmaz iyi ve kötülüğünü belirlediği şey ise mutlak ve tartışılmaz olarak kötüdür. Bu anlamda bu şekilde Tanrı tarafından iyiliği ve kötülüğü
85
belirlenmiş şeyler insanlar tarafından tartışma konusu yapılamaz. İnsan ancak bu belirlenen olguların neden iyi veya neden kötü olduğuna dair derinlemesine incelemeler yaparak, felsefi düşünceler üreterek sebepleri ve sonuçları bulmaya çalışabilir veya aklımıza gelmeyen başka şeyleri de düşünebilir. (örneğin bin kişinin canını kurtarmak uğruna bir kişi günahı yokken öldürülebilir mi? Neden?) Bir başka düşünce tarzı da bu iyiliği ve kötülüğü belirlenen şeylere uyma ve kaçınma konusunda nasıl daha fazla yol alınabileceğidir. Fakat Alemlerin Rabbinin hakkında hüküm verip belirlediği, değerlendirdiği değerleri tartışma konusu yapmak ise siyaha beyaz, beyaza mor demek kadar yanlış düşüncelere götürebilir insanı… Şunu demeye çalışıyorum. Burada gerçek iyi ve gerçek kötülerden bahsediyoruz. Yoksa içinde kötü niyet olduğu halde dıştan iyi bir davranış Allah katında kabul görmez veya en azından ikiyüzlü bir iyilik olarak kabul edilir. Oysaki önemli olan özdür, insanın özüdür, insanın içinden geçendir. Şöyle bir örnek vermeye çalışayım: bir ticaret adamı şöyle diyebilir: “Ben bu malı aslında 100 liraya aldım ve 200 liraya satıyorum ama müşteriye 175 liraya aldım 200 liraya satıyorum dersem daha kolay satarım.” Bu durumda satıcı kendince yalan söylemeyi para kazanma açısından yararlı bulmuştur, ama Kuran’sal kıstaslara göre yalan söylemek çok günahtır ve yasaklanmıştır, özellikle de ticaret konusunda… Ya da başka bir örnek verelim: Yaratıcı Kudret yalnızca iyilikleri ve kötülükleri belirlemez, saf ve mutlak bilgiler, hikmetler de verir. Örneğin balın müthiş bir şifa kaynağı olması, bunda araştıranlar için bir çok ibretler ve mucizeler bulunabileceği veya yeni doğum yapan bir annenin bebeğini anne sütüyle iki yıla kadar besleyebileceği gibi…  Kuran bazen imgeler yoluyla da düşünen insanlar için çağrışımlar yaptırır. Örneğin Kuran’da domuz eti haramdır.
86
Bilimsel olarak incelediğimizde domuz etinin de doyurucu etkisinin olduğunu fakat besin değeri olmayan bir yiyecek olduğunu görürüz. Bununla birlikte Kuran bu etin zorunlu durumlarda yenilebileceğini söyler. Peki neden haram? Amaç verilmek istenen bir örnektir. Domuz, kendi dışkısını yiyen bir canlıdır. Yani burada insana denilmek istenmektedir ki, yalnızca kendi beyninin düşündüklerini kılavuz yapma. Evrenden, dış dünyadan, Kuran’dan ibret al, sağlıklı görüş açısıyla bak. Ya da daha geniş bir bakış açısıyla açıklayalım. İnsan, kendi beyninin ürettiklerinden oluşan ve domuzun kendi pisliğini yemesine benzeyen düşüncelerle kendini sınırlamamalıdır. İnsan düşünce safhasının başlangıcında ilahi, Kuran’sal mesajı ön plana alarak kendi negativitesini mümkün olduğu kadar sıfırlamalı ve ilahi, Kuran’sal düşünceye dayanarak artan ivmeli bir pozitif düşünceye yönelmelidir. Çok çarpıcı bir başka örnek verelim. Kuran adam öldürmeye karşılık kısasa kısas der. Yani kısasta sizin için hayat vardır der. İnsan haklarını savunduklarını zanneden batılı dünyada adam öldürme, tecavüz, hırsızlık, uyuşturucu gibi suçlar sayılamayacak kadar çoktur. Hatta Amerika ve bazı Avrupa ülkelerinde saniye başına tecavüz hesapları yapılır. İslam şeriatinin uygulandığı ülkelerde ise çok caydırıcı cezalar sayesinde suç oranı da çok çok azdır. Unutulmamalıdır ki Alemlerin Rabbi kendi şeraitinde cezaları cezalandırmak için değil caydırmak için koymuştur. Belki de bu yüzden ahirette ateşten yapılmış bir cehennem ve sonsuz mutlulukla dolu bir cennet vaat ediliyor. Belki de bu yüzden Allah Kuran’da
“Gir kulluğuma, gir cennetime!”
diyor. Aşağıdaki ayetleri okursanız ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız:
87
“Rabbimiz Allah’tır!” deyip sonra da dosdoğru yol alanlar var ya, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar tasalanmayacaklardır da… Cennet halkıdır onlar. Yapıp ettiklerine karşılık olarak sürekli kalacaklardır orada.” (Ahkaf 13-14)
“Ve şöyle dedim: “Rabbinizden af dileyin! O bağışlamayı çok sevendir. Göğü üzerinize bol bol yağmur taşıyıcı olarak gönderir. Sizi, mallar ve oğullarla güçlendirir, size yeşil bahçeler lütfeder. Ve sizin için nehirler akıtır. Ne oluyor size de Allah için bir vakar ümidinde olmuyorsunuz?” (Nuh 10-13)
“Allah, göklerin ve yerin Nur’udur. O’nun nurunun örneği, içinde çerağ bulunan bir kandile benzer. Kandil, bir sırça içerisindedir. Sırça, inciden bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nispeti olmayan bereketli bir zeytin ağacından yakılır. Bu ağacın yağı, neredeyse ateş dokunmasa bile ışık saçar. Nur üzerinde nurdur O. Allah, dilediğini kendi nuruna kılavuzlar. Allah, insanlara örnekler verir. Allah her şeyi bilmektedir.” (Nur 35)
Ben burada “Bu ağacın yağı neredeyse ateş dokunmasa bile ışık saçar” tabiriyle, “O, bağışlamayı çok sevendir” cümlesini karşılaştırmak istiyorum. Burada anlatılmak istenen, O’na inanan kişi neredeyse ateş (aşk veya iman ateşi) yakmasa bile Allah’ın onu ışıklara boğacağı ve imanının karşılığının kat kat verileceğidir. Şimdi felsefi açıdan neden dünya hayatının bir karşılığı olan ahirette  cehennem gibi çok ağır bir ceza ve cennet gibi sonsuz bir rahmet var. Aradaki fark +2 ile -3 arasındaki fark değil, neredeyse artı sonsuz ile eksi sonsuz arasındaki fark kadar. Bu kadar büyük bir ceza ile bu kadar büyük bir
88
rahmetin olması Alemlerin Rabbinin rahmetinin büyüklüğü anlamına gelir.  Ahzab suresinin 72-73. ayetleri şöyledir:   “Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmekten kaçındılar, ondan ürktüler. İnsan ise çok zalim ve çok cahil olduğu halde onu yüklendi. Bunun böyle olması, Allah’ın; ikiyüzlü erkeklerle ikiyüzlü kadınlara, şirke sapmış erkeklerle şirke sapmış kadınlara azap etmesi, mümin erkeklerle mümin kadınların tövbelerini kabul etmesi içindir. Allah Gafur’dur, Rahim’dir.”
Ayetleri dikkatlice incelerseniz yalnızca şirke sapan yani Allah’tan başka ilahlara kulluk eden, yani Allah’a ortak koşanlarla, ikiyüzlü erkek ve kadınlara azap edileceği, geri kalan insanların ise tövbelerinin kabul edileceği, kurtarılacağı ve affedileceği bildirilmektedir. Ancak bir şart vardır: Samimi bir kalpla Allah’a inanmak. İşte samimi ve temiz kalpli insanlara Allah rahmet eder. Bu konuda insanlar arasında din farkı da yoktur. Müslüman da olsa, Hristiyan da olsa, Yahudi de olsa Allah’ın birliğine inanan herkes affedilebilir. Yeter ki Allah’ın birliğine inansın ve imanında hayra ve barışa yönelik, kendini ispatlayıcı bir şeyler yapsın, düşünce ve davranışta bulunsun. Alemlerin Rabbi Kuran’da şöyle buyuruyor:
“Rahmetim her yanı kuşatmıştır. Azabıma gelince, onu dilediğime çarptırırım.”
Kuran’ın Tevbe suresi 81-82. ayetler ise şöyledir:   “Size verdiğimiz rızkın temizlerinden yiyin! Bu konuda azgınlık etmeyin! Yoksa öfkem üzerinize çöker. Ve kimin
89
üzerine öfkem çökerse o uçuruma gider. Ve ben tövbe eden, inanan, hayra ve barışa yönelik iş yapıp sonra da düzgün bir biçimde yol alan kimseye karşı gerçekten çok affediciyim, Gaffar’ım.”
Sorumuz şuydu: Neden bu kadar büyük bir azap ve bunun karşıtı olarak neden bu kadar büyük bir rahmet var? Tehdit edildiğimiz azabın çok büyük olmasının sebebi bizzat o azabın gerçekleşmemesi içindir. Tehdit olarak bu kadar büyük bir azap olacak ki kullar Alemlerin Rabbinin rahmetine inansın ve iman etsinler, ardından imanlarının ve imansal aktivitelerinin karşılığı olarak affedilsinler ve derece bakımından kıyaslandığında, rahmetinin derecesi azabının derecesinden fazla bir sonuçla karşılaşsınlar. Bununla şunu söylemek istiyorum, cennetin rahmeti cehennemin azabından büyüktür. Bu konuyu daha önce azabın da rahmetin de, hatta yaratılmanın da sebebinin Allah’ın yüceliğinin anlaşılması olduğu konusunda anlatmıştık. Bunu cehennemin için yaratılanlar ateşte yanarak ve cennet için yaratılanlar cennetle, Allah’ın rahmeti ve lütfuyla anlayacaklardır.
KADER
Şimdi bir başka mesele olan kader meselesine geçiyorum (pozitif ve negatif değerlerin insan tarafından belirlenip belirlenemeyeceğini sonraya bırakıyorum) İnsanlar çoğu zaman şu soruyu sorarlar. Eğer Allah bizim ne yapacağımızı, cennete mi cehenneme mi gideceğimizi biliyorsa ve bizim inanan mı, günahkar mı, inkarcı mı olacağımızı önceden biliyorsa bu anlamda olay bizim kontrolümüzde değil ki?
90
Doğrusu şu ki kader kavramı değişebilecek bir kavramdır. Bunun için Hud suresi 116-120. ayetleri örnek olarak vermeliyim:   “Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Sizden önceki kuşakların söz ve eser sahibi olanları, yeryüzünde bozgunculuktan alıkoymalı değil miydi? Ama içlerinden kurtarmış olduklarımızın az bir kısmı dışında hiçbiri bunu yapmadı. Zulme sapanlar ise içine gömüldükleri servet şımarıklığının ardına düşüp suçlular haline geldiler? Halkı iyilik ve barış sevenler olsaydı, Rabbin o kentleri / medeniyetleri zulümle helak edecek değildi ya! Eğer Rabbin dileseydi insanları elbette bir tek ümmet yapardı. Ama birbirleriyle tartışmaya devam edeceklerdir. Rabbinin rahmet ettikleri müstesna. O, onları işte bunun için yaratmıştır. Rabbinin, “Andolsun ben cehennemi, tümden insanlar ve cinlerle dolduracağım” sözü tamamlanacaktır. Resullerin haberlerinden, kendisiyle kalbini destekleyip sağlamlaştıracağımız her şeyi sana anlatıyoruz. Bunda, inananlar için bir öğüt ve hatırlatma da vardır.”
Görüldüğü gibi ayetlerin başında anlatıldığı üzere helak olan medeniyetler iyilik ve barış üzere olsalardı helak olmayacaklardı. Bu olay geleceğe doğru akan zaman akımı içinde her şeyin değişebileceğine işarettir. Ve bu anlamda zaman akımında yaşanan her şeyin geleceği etkilemesi bakımından çok büyük bir önemi vardır. Çok basit bir örnek vereyim: Lisede derslerime çok çalıştım, üniversiteyi kazandım, üniversiteyi bitirdim, iyi bir meslek sahibi oldum, çalıştığım mesleğimde bir kadına aşık oldum ve onunla evlendim, bir çocuğum oldu, para kazandım ve bol bol zekat verdim. Bunun karşılığı olarak Allah bir şekilde beni Kuran’la tanıştırdı ve sonra dosdoğru bir hidayet verdi. Daha sonra
91
namaza başladım ve belki bunun karşılığı olarak hayırlı bir evladım daha oldu. Ve bu şekilde sebeplerin oluşturduğu bu sebep sonuç ilişkisi cennete ve oradan sonsuzluğa doğru gider.   Ya da tam tersi bir ihtimal düşünelim aynı kişi için: Lisede hiç çalışmadım babam beni okuldan aldı, içki satılan bir yerde garsonluk yapmaya başladım, kötü arkadaşlarım oldu, uyuşturucuya başladım ve bağımlı oldum, hastanelerde yattım, adam öldürdüm hapishaneye girdim, ne karım ne çocuğum oldu, fahişelerle zina yaptım ve içki içmekte aşırı gittiğim için, 35 yaşımda karaciğer kanserinden öldüm.   Kader sorusunun cevabını bulmak için belki de şu soruyu sormalıyız: Rahman ve Rahim olan yani tüm merhamet ve sınırsızca af ve rahmet sahibi olan Allah gerek peygamberlere gerekse inananlara geleceği olumlu yönde değiştirmenin bir yolu olarak dua etme faaliyetini bir O’na yöneliş ve O’nda bir karşılık bekleyiş süreci olarak Kuran’da göstermiş ve örnek vermiştir. Bunun için Musa’nın Taha suresindeki Rabbine yakarışını örnek veriyoruz ki, vereceğimiz örnekte  Rahman’ın duaya anında cevap verişi de dikkati çekmesi gereken bir olgudur. Hz. Musa Tuva’da Rahman’la ses yoluyla birebir konuşmuştur. (Rahman’ı görmediği fakat bir tecelli olarak Rahman’ın yüzünü görmek istediği de belirtilebilir çünkü Allah’ı görmek gibi bir şey söz konusu edilemez fakat Allah’ın yüzünü görmek diye bir kavramın var olduğu Kuran’da açıkça belirtilmektedir ve Kuran’ın bir ayetine göre
“Allah’ın yüzünü istemek dışında bir şey için infak etmiyorsunuz!” (İnfak fakirlere yardım demektir)
92
Bu demektir ki zekatı hakkıyla bir gayret göstererek ve içtenlikle verenler için, dünya hayatında bile Allah’ın yüzünü görmek diye bir olgu düşünülebilir ve hatta bazıları için düşünülmüştür.   Taha suresi 8-36. ayetler şöyledir:   “Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Allah’tır O. İlah yok O’ndan başka.  Esmaül Hüsna, en güzel isimler O’nundur. Ulaştı mı sana Musa’nın haberi? Hani, bir ateş görmüştü de ailesine şöyle demişti: “Bekleyin! Gözüme bir ateş ilişti. Olabilir ki, ondan size bir kor parçası getiririm, yahut onun üzerinde bir kılavuz bulurum.” Onun yanına geldiğinde kendisine “Musa!” diye seslenildi. “Benim ben, senin Rabbin! Hadi, pabuçlarını çıkar; sen kutsal vadide, Tuva’dasın. Ve ben seni seçtim; o halde vahyedilecek olanı dinle! Hiç kuşkulanma ki ben Allah’ım. İlah yoktur benden başka. O halde bana kulluk / ibadet et ve namazını beni hatırlayıp anmak için yerine getir. Kuşku  duyma ki o saat gelecektir. Onu neredeyse gizleyeceğim ki, her benlik gayretinin karşılığını elde etsin. O halde ona inanmayıp keyfi peşinde giden, seni ondan yüzgeri etmesin. Yoksa perişan olursun. Nedir o sağ elindeki ey Musa?” Cevap verdi: “O, benim asamdır. Ona dayanırım, onunla koyunlarıma ağaçtan yaprak indiririm. Onda, işime yarayan başka özellikler de vardır.” Buyurdu: “Yere at onu ey Musa!” O da onu attı. Bir de ne görsün, bir yılan olmuş o, koşuyor… Buyurdu: “Al onu, korkma! Biz onu ilk görünümüne döndüreceğiz. Bir de elini koynuna sok! bir başka mucize olarak lekesiz, bembeyaz bir halde çıksın. Böylece sana en büyük mucizelerimizden bazılarını göstereceğiz. Firavun’a git; çünkü o, azdı.” Musa dedi: “Rabbim, göğsümü açıp genişlet; işimi bana kolaylaştır. Dilimden düğümü çöz, ki sözümü iyi anlasınlar. Bana
93
ailemden bir yardımcı ver, kardeşim Harun’u. O’nunla sırtımı kuvvetlendir. O’nu işime ortak kıl. Ta ki seni çokça tespih edelim. Seni çokça analım. Kuşkusuz sen, bizi görmektesin. Buyurdu: “İstediğin sana verildi, ey Musa!”
Görüldüğü gibi Allah, Musa’yı belirli imgelerle belirli düşünsel konulara yöneltmiş ve Musa, Allah’la konuşması sırasında, yakarışıyla görevinin kolaylaşmasını ve Allah’ın yardımını, Allah’a ibadet yolunda daha üst bir konuma geçmek bakımından istemektedir. Dikkat ederseniz Musa Allah’tan mal, mülk gibi fani şeyler değil Allah’a daha fazla yaklaşmak ve ibadet etmek gibi ilahi lütuflar istemiştir.   Bir başka örnek Şura suresi 20. ayettedir:
“Ahiret ekinini isteyenin o ekinini arttırırız, dünya ekinini isteyene de ondan veririz. Ama böylesi için ahirette bir nasip yoktur.”
Bu ayet ahireti isteyenlerin cennete girmelerinin kolaylaşacağını, oradaki nimetlerin, bu dua sürdükçe daha da bollaşacağını ama ahireti bırakıp da sadece dünyayı isteyenlere dünyadaki amellerinin karşılığının verilip ahirette bir nasiplerinin olmayacağını belirtmektedir. Unutmayın ki hayatın amacı ahirettir. Hesap günündeki sorguda dünya hayatı sebep, sebebin sonucu ise cennet veya cehennem olacaktır ve toplu iğne ağırlığındaki bir amel bile dışta bırakılmayacaktır. Allah’ın fiziki dualara yani olumlu aktivitelere nasıl karşılık verdiğini ise Şura suresi 23. ayetten anlayabiliriz.
“Allah’ın, iman edip hayra ve barışa yönelik işler yapanlara müjdelediği işte budur. De ki: “Ben sizden yakın
94
akrabamı / ehlibeytimi sevmeniz dışında bir şey istemiyorum”. Kim bir iyilik / güzellik üretirse onun için o ürettiğine bir güzellik daha ekleriz. Çünkü Allah Gafur’dur, çok affeder; Şekür’dur, iyiliğe karşılık verir / teşekkür eder.”
Dikkatinizi çekmesi gereken şey yapılan bir iyiliğe Allah’ın kader planında daha iyi veya bir başka iyi amaç eklemesi, aynı zamanda ona karşılık bir af, iyilik ve teşekkür sunmasıdır. Bu, geleceğin gerek dua gerekse olumlu aktivite yoluyla gittikçe çok daha güzelleşen bir süreç olabileceğinin bir ispatıdır. Şura suresi 25-26. ayetler şöyledir:
“Kullarından tövbeyi kabul eden O’dur. Çirkinlikleri / kötülükleri affeden O, yapıp ettiklerinizi bilen O… İman edip hayra ve barışa yönelik işler yapanların dualarını O cevaplıyor, lütfundan onlara fazlasını O veriyor. İnkarcılara da şiddetli bir azap var.”
Görüldüğü gibi tövbe etmek ve af dilemek ise insana o kötü düşünce veya amelin karşılığı olan hesaptan ve hatta azaptan kurtulma ve affolma vesilesi olabiliyor. Çünkü Allah samimi bir tövbeyi çok büyük bir olasılıkla affedebileceğini bildirmektedir. Görüldüğü gibi iman etmek, tövbe etmek, dua etmek ve olumlu hareket / aktivite, geleceğin hem dünya planında hem de ahiret planında değişmesine kesinlikle vesile olabilmektedir. Peki hala şu soruyu soruyoruz: Allah her şeyi bildiğine göre biz ne yapsak boş, kaderimizi Allah yazmış, ne yapabiliriz?  Şöyle bir örnek verelim: Dünyada senin gidebileceğin bir milyar olasılıklı tünel var ve bu bir milyar olasılığın bir milyarının da sonunun nereye çıkacağını Allah bilmektedir. O
95
bir milyar olasılıklı tünelden hangisini seçeceğini sen belirlersin ve Allah onu da bilir ama bu Allah’ın Batıni tarafıdır. Biz O’nun zatı hakkında her şeyi bilemeyiz. Bu yüzden bazı insanlar iyi bir şey yaptıklarında bazen olmadık ve çok özenli bir lütuf alabilirler. Bu, Allah’ın lütfudur. Bazen insanlar da herhangi bir anı yaşarlarken ani bir şok geçirirler ve şöyle derler: “Ben bu anı daha önce görmüştüm.” İşin aslı şudur: Yaratıcı Kudret o insana dünyaya gelmeden önce ya da rüyasında o anı göstermiştir ve demektedir ki: “Ben her şeyi biliyorum, buna göre davran!” Bu konuyu biraz daha açmak ve dikkatinizi bir başka noktaya çekmek için Yunus suresi 61-64. ayetleri yazıyorum:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Bir iş ve oluşta bulunsan, Kuran’dan bir şey okusan; herhangi bir iş yapsanız, siz ona dalıp gitmişken biz üstünüzde mutlaka tanıklarız. Ne yerde ne gökte zerre ağırlığınca bir şey, ondan küçüğü de, daha büyüğü de Rabbimden uzakta/ gizli kalmaz; tümü apaçık bir Kitap’tadır. Gözünüzü açın! Allah’ın velileri için korku yoktur. Tasaya da düşmezler onlar. Onlar inanmış, takvaya sarılmışlardır. Dünya hayatında da ahirette de müjde vardır onlara. Allah’ın kelimeleri değişmez. İşte budur o büyük kurtuluş.”
İşte burada önemli olan Allah’ın her şeyi geçmişten geleceğe doğru olan zaman akımında olacak bütün olayları, değişimleri, meydana çıkacakları bildiğine inanmaktır. Daha önce verdiğimiz örnek şöyleydi. Dünyada senin seçebileceğin on milyar olasılık ve o her bir olasılığın bağlı olduğu on milyar olasılık ve bu böyle devam eder… Ve Alemlerin Rabbi ise bütün bu uzayı, her bir olasılığı ve o her bir olasılığın çıkacağı yeni olasılığı bilmektedir. Bu olasılıklardan hangisini seçeceğini sen belirlersin ama Allah o seçimi yapacağını da
96
önceden bilir. Fakat bu Allah’ın Batıni tarafıdır. Ve bu O’nu ilgilendirir. Yukarıda verdiğimiz örnekte Allah’ın her şeyi bildiğini ve apaçık bir kitapta önceden belirlediğini bildiren ayette Allah’ın velileri hakkında bilgiler veren, onların korku ve tasaya düşmeyeceklerini bildiren ayetler yan yana sıralanmıştır. Kuran’ın Yunus suresinde bu şekilde bir bağlantı kurmasının nedeni Allah’ın velilerinin inanmaları, takvaya sarılmaları ve özellikle örnek olarak şöyle bir düşünce tarzı geliştirebilmeleridir: “Allah’ım! Şu anda önümde olan kader kötü gözüküyor. Ama ben sana sığındım, senden yardım bekliyorum. Günahları tövbeye dönüştüren, tövbeyi kabul eden, insanoğluna lütuflarda bulunup hem dünya hem ahiret güzellikleri veren ancak sensin. O halde bizi affet, bağışla, dünyada ve ahrette nimetlendir ve doğru yola ilet” Bu anlamda inanan kişi Allah’ın günahları affedebileceği farkındalığına varmış, karşılıksız bir lütuf olarak dünyada ve ahirette daha fazla iyilik ve yakınlığa muhatap lütfuna kavuşabileceğine de inanmıştır. Ve Allah’tan geleceğini karanlıklardan aydınlığa çevirmesini istemektedir. İşte böyle bir kişi hem Allah’ın dilediklerini, hatta daha da fazlasını ve bir ihsan olarak da velilik makamına yükselme konumundadır. Allah’ın Batıni tarafı kullarının geleceğini değiştirebilecek, aynen Nur suresindeki gibi “neredeyse ateş dokunmasa ışık saçacak” tarafıdır ki bu ateş ona duyulan sevgi ateşidir. Bu aşk ateşini körükleyebilecek olgu ise sadece ve sadece Kuran’dır. Rahman suresi 59-60. ayetler şöyledir:
“Rabbinizin ayetlerinden hangisini sayarsınız yalan? İhsanın karşılığı sadece ihsan…”
O halde iyiliğe karşılık sadece iyilik ve Kuran’ın bir başka ayetine göre on katı iyilik, kötülük getirene ise sadece
97
yaptığının karşılığı vardır. Şu halde Allah bana geleceğimde şu kötülükleri yazdı ve ben bu yüzden bu kötülükleri yapacağım, bu yüzden de cehenneme gideceğim diyebilir misiniz? Eğer aklınızı kullanırsanız geçmişte yaptığınız kötülükleri de zalimliğiniz yüzünden yaptığınızı ve bunları Allah’ın yazmadığını görürsünüz. Bir başka örneği Hud suresi  50-52. ayetlerden veriyorum:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Ad’a da kardeşleri Hud’u gönderdik. Dedi ki: “Ey toplumum! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilahınız yok. Siz sadece uydurmalara bel bağlamışsınız. Ey toplumum! Bu tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına düşmez. Hala aklınızı çalıştırmayacak mısınız? Ey toplumum! Rabbinizden af dileyin, sonra O’na yönelin ki üzerinize göğü bol bol göndersin, kuvvetinize kuvvet katsın. Günahkarlar olup da Allah’tan yüz çevirmeyin.”
Görüldüğü gibi Hz. Hud toplumunu Allah’tan başkasına kulluk etmemek, yalnız Allah’a kulluk etmek, O’ndan af dilemek ve tövbe ettikten sonra O’na yönelmeleri konusunda uyarmıştır. Bu konumda, zaten peygamberlerin gönderiliş amacı süregelen kötü gidişatı iyi yöne çevirmek ve kitlesel helakı durdurmaktır. Yani bir başka anlamda peygamberler ve kitaplar kaderi olumlu yönde değiştirmek üzere Allah tarafından gönderilen bir rahmettir. Hud kavminin iki olasılığı vardı. Ya akıllarını kullanıp Allah’a inanacaklar ve bunun karşılığı olarak hem dünyada bol bol nimetlenecekler ve tövbelerinin karşılığı olarak da ahrette affolacaklar ya da peygamberi yalanlayıp helak olacaklar. Hud suresini okursanız yalnızca Hz. Hud ve onunla beraber iman edenlerin kurtulduğunu, geri kalan kavmin ise helak edildiğini
98
görürsünüz. Bu ayetler geleceğin, kaderin, Allah tarafından hem de kulların ahrette kurtulması için değiştirilmek istendiğinin bir ispatıdır.   Ayette de görüldüğü gibi:
“Ey toplumum! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka ilahınız yok. Siz sadece uydurmalara bel bağlamışsınız.”
Allah’a inanmamak, O’na yönelmemek ve O’dan af dileyip geleceği olumluya çevirebileceğine inanmamak sadece hurafelere inanmak ve boyun eğmektir. Aslında Kuran geleceğin olumlu yönde değiştirilmesi konusunda adeta rahmet saçan bir kitaptır. Bir kere Allah’ı Alemlerin Rabbi olarak tanımladığınız anda, O’nun dünyada ve ahrette her şeyi olumlu yönde değiştirebileceğine dair Kuran’sal gerçeği kabul etmiş oluyorsunuz. Daha önce yazdığımız Allah’ın her şeyi bildiği ayetiyle, Kuran’a sarılanların “veli” olabileceği gibi bilgiler veren öncelikle  Yunus suresi 61-62. ayetlerde:
“Bir iş ve oluşta bulunsan, Kuran’dan bir şey okusan, herhangi bir iş yapsanız, siz ona dalıp gitmişken biz üstünüzde mutlaka tanıklarız”
denmektedir. Ayetin içinde diğer bütün yapılan, dalınan işler bir yere, Kuran okumak ayrı bir yere konulmaktadır. Bu, insanoğlunun Allah’a yakınlaşmasında Kuran’ın anlamını okumanın ne kadar önemli bir olgu olduğunun bir ispatıdır. Velilik makamıyla Kuran’ın anlamını okumanın, Kuran’ı düşünmenin ve Kuran-kader ilişkisi hakkında düşünmenin arasında kesinlikli bir alaka olduğu Yunus suresi 61-62. ayetlerde açıkça ortaya konmaktadır. Belki de kader hakkında
99
düşünürken, neleri kendi yaptığı, neleri Allah’ın ortaya çıkardığı belki de kaderin bu ikisinin eş zamanlı bir toplamı olduğunu düşünmek insanı peygamberlikten sonra en yakın konuma, yani veliliğe götürebilir. Kaderin ne olduğu konusu her zaman tartışma konusudur, fakat Yunus suresi 61-62. ayetler Kuran’ın anlamını okumakla, velilik makamı arasında kesin bir alaka olduğunu açıkça ortaya koyar. Gerçek şu ki Kuran insanların inanmaları ve doğru yolu bulmaları için, insana karşı konulmaz ispatlar ortaya koyar ve insanları bunlar hakkında düşünmeye çağırır. Bu önermeler hakkında birkaç örnek vermek istiyorum:
“Yoksa O’nun dışında bazı ilahlar mı edindiler? De ki: “Susturucu delilinizi getirin! Benimle beraber olanların da benden öncekilerin de Zikir’i budur.” Ne yazık ki onların çoğu hakkı bilmezler; bu yüzden de yüz çevirirler.” (Enbiya 24)
Bu ayette Allah’tan başka ilahlar edinenlerin, hakkı izlediklerine dair susturucu bir kanıt getirmeleri istenmektedir. Ayette Hz. Muhammed’e indirilen Kuran’ın daha önceki peygamberlere indirilen kitapların da, aynı tevhid ilkelerini benzer biçimlerde belirttiği (Tevrat, İncil ve Zebur’un değiştirilmemiş haliyle daha önceki bilmediğimiz kitaplar) ve hak olanın Allah’ın birliği inancı olduğu bildirilmektedir.
“O küfre sapanlar görmediler mi ki gökler ve yer bitişik idi, biz onları ayırdık. Her canlı şeyi sudan oluşturduk. Hala iman etmeyecekler mi? Yerküreye, onları çalkalamasın diye birtakım dağlar diktik. Ve orada geniş geniş yollar açtık ki, doğru gidebilsinler. Göğü, korunmuş bir tavan yaptık. Ama onlar göğün ayetlerinden hala yüz çeviriyorlar. O odur ki, geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yarattı. Her biri bir yörüngede yüzmektedir. Senden önce hiçbir insana ölümsüzlük vermedik.
100
Şimdi sen ölürsen, onlar ölümsüz mü olacaklar?  Her canlı, ölümü tadacaktır. Biz bir imtihan olarak sizi şer ile de hayır ile de deniyoruz. Sonunda bize döndürüleceksiniz. O küfredenler seni gördüklerinde, seni şu şekilde alaya almaktan başka bir şey yapmazlar: “İlahlarınızı diline dolayan bu mu” Ama kendileri Rahman’ın zikrini örtüp inkar ediyorlar.” (Enbiya 30-36)
Bu ayetlerde Big- Bang, yani evrenin başlangıcı ve dünyanın yaratılışı sırasında evrenin başlangıç aşamasındaki belirli bir bölümde gökler ve yerin bitişik olduğuna dikkat çekilmektedir. Bilim dünyası bunu,  zamanın belirli bir bölümünde uzayın gaz ve toz bulutu olduğu şeklinde açıklar. Bugün bunlar bilim adamları tarafından araştırılmış gerçeklerdir. Ayrıca her canlı şeyin sudan oluştuğu ve belki de buradan yola çıkılarak oluşturulabilecek yeni bir evrim teorisine, göğün atmosfer ve diğer katmanlarla korunmasına, Ay ve Güneş’in belirli yörüngeleri olduğuna ve bunlar hakkında düşünülebilecek birçok ispatın olduğuna dikkat çekilerek, insanların bir kısmının iman etmemesinin şaşılacak bir şey olduğu bildirilmektedir. 36. ayette ise inkarın sebebinin Kuran’ın okunmaması, anlamının üstünün örtülmesi veya Kuran’ın bir şekilde devre dışı bırakılarak, onun dışında şeylerin dini kaynak olarak tanımlanması olduğu bildirilmektedir.
“Gerçek şu ki, biz onları ve atalarını, ömür kendilerine uzun gelecek kadar nimetlendirdik. Hala görmüyorlar mı ki, biz yerküreye geliyor, onu uçlarından eksiltiyoruz. Galip gelenler onlar mı?” (Enbiya 44)
Bu ayette Kuran bir başka mucizeye dikkat çekerek adeta, “Siz ne isterseniz olacak mı? Galip gelenler siz misiniz?
101
Kendi ölüm zamanınızı bile tayin edebilir misiniz? Ahirette ipler sizin elinizde olacak mı?” gibi soruları sorarak insanın İlahi Kudret karşısındaki acizliğini ortaya koymaktadır.   Yüce Yaratıcı’nın kaderi inananlar için nasıl değiştirebileceğine dair en başta gelen örnekleri peygamberler hakkındaki Enbiya suresinin 47-95. ayetlerde görebiliyoruz:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Kıyamet günü için adalet terazilerini kuracağız/ adaleti terazilere koyacağız. Hiç kimseye zerre kadar zulüm edilmeyecek. Hardal tanesi kadar bir şey olsa onu ortaya getiririz. Hesapçılar olarak biz yeteriz! Andolsun, biz, Musa’ya ve Harun’a hak ile batılı ayıran, korunanlar için bir ışık ve öğüt olan furkanı verdik. O korunanlar ki, hiç görmeden Rablerinden korkarlar. Kıyamet saatinden de ürperirler onlar. Bu, bereketli bir Zikir’dir ki, onu indirdik. Yoksa siz onu inkar mı ediyorsunuz? Andolsun, İbrahim’e daha önceden doğruyu buluma gücünü vermiştik. Onu bilmekteydik biz. Babasına ve toplumuna şöyle demişti: “Şu başına toplanıp durduğunuz heykeller de ne?” Dediler: “Atalarımızı onlara kulluk /ibadet eder bulduk.” Dedi: “Vallahi, siz de atalarınız da açık bir sapıklık içine düşmüşsünüz.” Dedi: “Sen gerçeği mi getirdin yoksa oynayıp eğlenenlerden biri misin?” Dedi: “Hiç de değil! Sizin Rabbiniz, göklerin ve yerin Rabbidir ki, onları yaratmıştır. Ben de bunlara tanıklık edenlerdenim. Allah’a yemin ederim, sırtınızı dönüp gidişinizden sonra, putlarınıza bir oyun çevireceğim.” Sonunda onları parça parça etti. Yalnız en büyüklerini bıraktı ki, dönüp ona başvurabilsinler.  Dediler: “Tanrılarımıza bunu yapan kesinlikle zalimlerdendir.” Dediler: “Onları diline dolayan bir genç duymuştuk. Kendisine ‘İbrahim’ deniliyor.” Dediler: “Halkın gözleri
102
önüne getirin  onu ki, açıkça görebilsinler.” Dediler: “Tanrılarımıza bunu sen mi yaptın, ey İbrahim?” Dedi: “Hayır, ben değil. Şu büyükleri yapmıştır onu. Hadi, sorun onlara eğer konuşabiliyorlarsa!” Bunun üzerine kendi benliklerine döndüler de şöyle dediler: “Siz, zalimlerin ta kendisisiniz.” Sonra, yine kendi kafalarına döndürüldüler: “Vallahi sen de bilirsin ki, bunlar konuşamazlar.” İbrahim dedi: “Siz, Allah’ı bırakıp da size hiçbir şekilde yarar sağlamayan, zarar veremeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Yuh size ve Allah’ı bırakıp da taptıklarınıza! Siz hala aklınızı kullanmayacak mısınız?” Dediler: “Yakın bunu! Eğer bir şey yapacak kişilerseniz ilahlarınıza yardım edin.” Biz de şöyle dedik: “Ey ateş, İbrahim’e serin ol, selam ol!” Ona tuzak kurmak istediler de biz onları hüsranın en beterine uğrayanlar yaptık. Biz onu da Lut’u da kurtarıp içinde alemlere bereketler sakladığımız toprağa ulaştırdık. Ona İshak’ı bağışladık, ayrıca Yakup’u da hediye ettik. Hepsini hak ve barış için çalışan insanlar yaptık. Onları, bizim buyruğumuzla yol alan önderler yaptık. Onlara iyilikler yapmayı, namaz kılmayı, zekat vermeyi vahyettik. Onlar, yalnız bize kulluk ediyorlardı. Lut’a da hükümranlık ve ilim verdik. Onu, pislikler üretip duran bir kentten kurtardık. O kent halkı yoldan çıkmış kötü bir kavimdi. Onu rahmetimizin içine soktuk. O, hak ve barış için çalışanlardandı. Nuh’a gelince, o da daha önce bize yakarmıştı. Yakarışına cevap verdik de onu ve ailesini, o büyük sıkıntıdan kurtardık. Ona, ayetlerimizi yalanlayan toplululuğa karşı yardım ettik. Kötülüğün toplumuydu onlar. Hepsini birden batırıp boğduk. Ve Davud ile Süleyman… Hani, halkın davarının yayıldığı ekinler hakkında hüküm veriyorlardı da biz hükümlerine tanıklar olmuştuk. Onu Süleyman’a derhal kavrattık. Her birine hükümdarlık ve bilgi verdik. Davud’a dağları boyun eğdirdik. Kuşlarla birlikte tespih ediyorlardı. Yapmak isteyince yapanlarız biz! Ona, sizi,
103
sizin şiddetinizden koruyacak olan zırh yapma sanatını öğrettik. Peki, siz şükrediyor musunuz? Ve Süleyman’a kasırgayı boyun eğdirdik. İçini bereketlerle doldurduğumuz toprağa doğru onun emriyle akıp giderdi. Her şeyi bilenleriz biz! Kendisi için dalgıçlık eden, daha başka iş de yapan bazı şeytanları da onun emrine verdik. Biz onları koruyup gözetiyorduk. Ve Eyüp, Rabbine şöyle yakarmıştı: “Dert/ zorluk gelip çattı bana; sen, rahmet edenlerin en merhametlisisin!” Hemen cevap verdik ona, kendisindeki derdi kaldırdık. Tarafımızdan bir rahmet ve ibadet edenler için bir hatırlatma olarak, ona ailesini ve beraberinde, benzerlerini verdik. İsmail, İdris, Zülkifl, hepsi sabredenlerdi. Hepsini rahmetimize soktuk. Onlar hak ve barış için çalışanlardı. Ve Zünnun! Hani, kızarak gitmişti de ona asla güç yetiremeyeceğimizi/ ölçüyü ona uygulamayacağımızı sanmıştı. Sonra, karanlıkların bağrında şöyle yakardı:  “Senden başka ilah yok, tespih ederim seni! Kuşkusuz, ben zalimlerden oldum!” Hemen imdadına yetiştik. Gamdan kurtardık onu. İnananları işte böyle kurtarırız biz! Ve Zekeriya, Rabbine yakarmıştı: “Rabbim, beni yapayalnız, bir başıma bırakma! Sen, Varis olanların/ mirasçıların en hayırlısısın!” Kendisine hemen cevap vermiş. Yahya’yı ona hediye etmiş, karısını kendisi için doğurmaya elverişli hale getirmiştik. Onlar, hayırlarda yarışırlar, umarak ve korkarak bize yakarırlardı. Onlar, bize ürpererek saygı gösterirlerdi. Ve o, cinsiyet organını/ ırzını titizlikle koruyan kadın. Onun bağrına ruhumuzdan üfledik de kendisini ve oğlunu alemler için bir mucize yaptık. İşte şu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de Rabbinizim. O halde, bana ibadet edin. İşlerini aralarında parçaladılar. Hepsi bize dönecekler. Kim inanmış olarak barışa/ hayra yönelik bir şey yaparsa, onun gayretine nankörlük edilmez. Biz, böylesinin lehine katiplik
104
ederiz. Helak ettiğimiz bir kente/ medeniyete yaşamak haram edilmiştir. Onlar bir daha geri dönemezler.”
Görüldüğü gibi her peygamber için gerek yardım diledikleri anda gerekse yardım dilenmeden yardım edilmiş ve peygamberler Allah’ın büyük rahmet vesilelerine muhatap olmuşlardır.   Bu ayetlerde özellikle Hz. İbrahim’in hikayesine dikkat çekmeliyim çünkü 51. ayette:
“Andolsun, İbrahim’e daha önceden, doğruyu bulma gücü vermiştik. Onu bilmekteydik biz.”
Bu ayette Hz. İbrahim’in Yaratıcı Kudret tarafından korunup kollandığı, kalbinin temizliğinin bilindiği ve alemlere ibret olacak bir rahmete muhatap olacak olan bir peygamber olduğu bildirilmektedir. Nitekim:
“Dediler: “Yakın bunu! Eğer bir şey yapacaksanız, ilahlarınıza yardım edin.” Biz de şöyle dedik: “Ey ateş, İbrahim’e bir serinlik ol, bir selam ol!” Ona tuzak kurmak istediler de biz onları hüsranın en beterine uğrayanlar yaptık.” (Enbiya 68-70)
Enbiya 78-82. ayetler ise şöyledir:
“Ve Davud ile Süleyman, halkın davarının yayıldığı ekinler hakkında hüküm veriyorlardı da biz hükümlerine tanıklar olmuştuk. Onu Süleyman’a derhal kavrattık. Her birine hükümdarlık ve bilgi verdik. Davud’a dağları boyun eğdirdik. Kuşlarla beraber tespih ediyorlardı. Yapmak isteyince yapanlarız biz! Ona sizi sizin şiddetinizden
105
koruyacak olan zırh yapma sanatını öğrettik. Peki, siz şükrediyor musunuz? Ve Süleyman’a kasırgayı boyun eğdirdik. İçini bereketlerle doldurduğumuz toprağa doğru onun emriyle akıp giderdi. Her şeyi bilenleriz biz! Kendisi için dalgıçlık eden, daha başka iş de yapan bazı şeytanları da onun emrine verdik. Biz onları koruyup gözetiyorduk.”
Bu ayetlerde Hz. Süleyman ve Davud hakkında önceden planlanan bir rahmetin nasıl gerçekleştiğine dikkat çekilmektedir ve şöyle denilmektedir:
“Yapmak isteyince yapanlarız biz!”   Görüldüğü gibi İlahi Kudret ya da Kutsal Kitap olan Kuran’da kendini “Biz” diye tabir eden kudretliler topluluğu diledikleri anda iyi kullarına umulmadık rahmetler sunabilmekte hatta ayetler detaylıca incelenirse onları ibadet eden evrenin bir parçası yapmaktan ziyade ibadet eden evreni onların hükmü altına sokabilmektedir. Bu noktada şu cümleye dikkat çekmek istiyorum:
“Yapmak isteyince yapanlarız biz!”
Bu cümle ilahi alemin eğer dilediği takdirde hiçbir engel tanımadan dilediği kullarına, dilediği yardım ve rahmeti, dilediği zaman ulaştırabileceğinin bir işaretidir. Kuran  Enbiya suresi 79. ayette öyle bir dünyevi ve ibadetsel bir dünya kurmuştur ki bu kurulan sistemi
“Yapmak isteyince yapanlarız biz!”
diyerek taçlandırmıştır.
106
Enbiya suresi 83-86. ayetler ise şöyledir:
“Ve Eyüp, Rabbine şöyle yakarmıştı: “Dert/ zorluk gelip çattı bana; sen, rahmet edenlerin en merhametlisisin!” Hemen cevap verdik ona, kendisindeki derdi kaldırdık. Tarafımızdan bir rahmet ve ibadet edenler için bir hatırlatma olarak, ona ailesini ve beraberinde, benzerlerini de verdik. İsmail, İdris, Zülkifl, hepsi sabredenlerdendi. Hepsini rahmetimize soktuk. Onlar, hak ve barış için çalışanlardandı.”    Bu ayetlerde Hz. Eyüp’ün duasıyla Rahman’ın cevabı arasındaki ilişkiyi ortaya koymak gerekiyor. Dert/ zorluk içinde bulunan Hz. Eyüp dayanamayacağı noktaya geldiğini anlayıp Allah’a en belirgin sıfatlarından biriyle (Sen, merhamet edenlerin en merhametlisisin) dua edince kendisine –bu noktanın altını çiziyorum, “hemen”- cevap verilmiştir. Bu ayetler sabrın iman edenler için ne kadar önemli bir ölçüt olduğunu ortaya koymaktadır.   Ayetlerde ayrıca İsmail, İdris ve Zülkifl’in sabredenler, iyilik ve barış için düşünüp yaşayanlar olduğu, yaratılış amaçlarına uygun davrandıkları için rahmetle karşılandıkları, bunun bir göstergesi olarak da, Kuran’da anılmak onuruyla şereflendirildiklerini önemli bir dip not olarak ortaya koyalım.   Enbiya suresi 87-88. ayetler şöyledir:
“Ve Zünnun! Hani, kızarak gitmişti de ona asla güç yetiremeyeceğimizi/ ölçüyü kendisine uygulamayacağımızı sanmıştı. Sonra, karanlıkların bağrında şöyle yakardı: “Senden başka ilah yok, tespih ederim seni! Kuşkusuz, ben zalimlerden oldum! Hemen imdadına yetiştik. Gamdan kurtardık onu. İnananları işte böyle kurtarırız biz!”
107
Zünnun ya da Hz. Zünnun önce karanlıklar içinde çıkış yolu aramış, çaresiz kaldığını anlayınca ışığa yani “O’na” yönelmiş,
“Senden başka ilah yok, tespih ederim seni! Kuşkusuz ben zalimlerden oldum!”
diyerek samimi bir tövbeyle O’na yönelmiştir.
“Hemen imdadına yetiştik. Gamdan kurtardık onu. İnananları işte böyle kurtarırız biz!”
ayetiyle anlatıldığı gibi hemen imana, iç parlaklığına ve ışığa kavuşmuştur.
“İnananları işte böyle kurtarırız biz!”
ayeti Allah’ın kitabına ve ayetlerine öfkelenenlerin üzerinde uzun uzun düşünmesi gereken bir cümledir. Bakın bakalım 13,7 milyar yıl önce büyük patlama ile evreni yaratan ve her zaman bizimle olan, hem bu dünyada hem ahirette tek ve gerçek dostumuz olan ve zamanı gelince de bizim tek varisimiz olacak olan Allah’ın rahmetinden başka sığınacak yer var mıdır? Sonuç olarak olay şudur: İman eden ve imanını herhangi bir zulümle karıştırmayan herkes kurtarılacaktır. Bir tek Allah’a ortak koşmasın ve tövbe ederek gitmiş olsun yeter. Bu noktada tekrar Enbiya suresinin 51. ayetine dönmek istiyorum fakat daha önce surenin psikolojisini incelemeniz bakımından Enbiya suresinin tamamını okumanızı tavsiye ederim.   “Yemin olsun, İbrahim’e, daha önceden, doğruyu bulma gücünü vermiştik. Onu bilmekteydik biz!”
108
İnsanın aklına ilk bakışta şu soru gelebilir: Acaba Hz. İbrahim yaratılıştan gelen özelliklerinden dolayı mı “Onu bilmekteydik biz!” cümlesiyle onurlandırılıyor yoksa kendi başına başardığı bir iç benlik savaşında, doğruyu bulma mücadelesinde başarılı olduğu için mi onurlandırılıyor. Ayetteki cümleleri lütfen dikkatlice inceleyiniz. Ayetler Hz. İbrahim’in dünyaya geliş sürecinden itibaren, iyi ve temiz kalpli olma, Allah’ın birliğine inanma, O’na ortak koşmama ve hatta bu konuda bütün toplumuyla ters düşmesine rağmen O’nun birliğinden caymama, Allah’ın birliğine olan inancını ateşe atılma pahasına koruma süreçleri boyunca, sürekli olarak İlahi Kudret ve O’nun katındakiler tarafından izlendiği, hatta bütün bu olacaklar daha önceden bilindiği için doğruyu bulma gücü yani hidayetin çok değişik kader değişkenlerine göre verildiği vurgulanmaktadır. Bu olay adeta anahtar kilit uyumuna benzer. Hz. İbrahim’in hidayeti, yani anahtarı doğru yolu açabildiği için ve daha da önemlisi bu anahtarı kullanacağı daha önceden bilindiği için bu hidayet ya da anahtar ona verilmiştir. Aslında bu noktada insanları birkaç gruba ayırmakta fayda var. Birinci grup cehennem için yaratılanlar grubudur. Kuran’ı dikkatlice okuyanlar bilirler ki Yaratıcı Kudret bu insanları dünyada bir sınav aracı, ahrette ise cehenneme odun olmaları ve ibret için yaratmıştır. İkinci grup kendisine anahtar verilenler grubudur. Bu insanlar içinde dünya sınavında kilidi açanlar kurtulurlar, kilidi açamayanlar ise cennete girecekleri kesin olmamakla birlikte muhtemelen Allah’ın rahmetine nail olurlar. Peki anahtarın hidayet olduğunu söyledik. O zaman hidayet ne? Hidayet, Rahman’a olan yönelimde hiçbir engel veya kayma olmadan, mutlak pozitif çaba sarfetmektir. Buna Kuran okuma, namaz kılma, dua etme, oruç tutma, zekat verme iyilikler yapma, kötülüklerden uzaklaşma gibi pek çok
109
şey eklenebilse bile Kuran’da Hz. İbrahim’in dilinden de belirtildiği gibi
“Yalnız temiz kalple varan kurtulur!”
Temiz kalbe sahip olmak için, söz konusu saydığımız ibadetler ve iyiliklere yönelme, çabalar ve kötülüklerden uzaklaşma ise sadece birer vesile yani araçtır ki zaten amaç temiz kalbe sahip olmaktır. Doğru yolda giden, zaten ibadetlerini de yapar, kötülüklerden de uzak durur ve bütün bunları içtenlikle yapar. Bazı insanlar vardır ki güzel düşünmeyi ve güzel davranmayı o hale getirmişlerdir ki bunu düşünsel bir ilke olarak düşünce planında bile uygularlar. Kader ile ilgili yazabileceğimiz ve Allah’ın kaderi olumlu yönde değiştirebileceğine dair bir ayet de Hac suresi 15-16. ayetlerdir:   “Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Kim Allah’ın dünyada ve ahrette kendisine yardım etmeyeceğini sanıyorsa; bir sebeple göğe uzansın, sonra öteki ilişkilerini kessin de bakıversin: Oyunu öfkelendiği şeyleri gerçekten giderecek mi? Biz onu, böylece açık seçik ayetler halinde indirdik. Kuşkusuz, Allah, dilediğine / dileyene kılavuzluk eder.”
Burada vurgulanmak istenen şudur: Bir insan kötü bir pozisyonda olsa da, olmasa da kendi benliğinin iç derinliğinden gelen sese kulak vermeli, Allah’a yönelme duygusunu dinlemeli ve gerçekleştirmelidir. Böyle yaptığı takdirde Alemlerin Rabbinden yardım, hatta daha da ötesinde lütuflar, ışıklar ve hidayet gelebilecektir. İnsan Rabbini tanımaz olduğu andan itibaren, insan olmaktan çıkar. Rabbini tanıdığı ve hissettiği anda ise bir anda O’nunla
110
konuşuyormuşçasına, O’nun yüzüne bakıyormuşçasına, oluverir. Benim bunca yıllık Kuran okuma sürecimde, Allah’a olan bireysel yönelimimde, yaşadıklarımda öğrendiğim şudur: Allah bize şöyle diyor, “Bana olan yöneliminizde de, ibadetlerinde de ibadetsizliğinde de samimi ol. Ve şuna inan ki bana karşı samimi olduğun anda beni bulacaksın. Ve göreceksin senin için neler gizlediğimi……..senin bilmediğin” Aslında olayın özü şudur: Alemlerin Rabbi Allah, alemleri aşkı yüzünden yaratmıştır. Ve bu aşk öyle bir aşktır ki aynen Nur suresindeki,
“Neredeyse ateş dokunmasa bile ışık saçar”
ayetindeki gibi kendisini sevmeyenlere bile aşıktır. Ancak bu aşk öyle bir aşktır ki kendisine iman edeni aşk ateşiyle, iman etmeyeni cehennem ateşiyle yakar.
BİREYSEL ÖZGÜRLÜK VE MUTLAK IŞIĞA DOĞRU
Bu konu başlığında mutlak ışık kavramını iç aydınlanma, huzur, barış, başarı, gerçeği bulmaya doğru yolculuk ve pek çok benzeri başlık altında da inceleyebiliriz. Ancak bu konuda geniş bir açılım yapmadan önce belirtmeliyiz ki bireysel iç aydınlanmaya ya da mutlak ışığa doğru giden yol kesinlikle bireysel vicdan hürriyetinden geçer. Burada vicdan hürriyeti tanımının din hürriyeti, inanç hürriyeti, düşünce hürriyeti  gibi bireysel akli ve kalbi hürriyetleri kapsadığını belirtmeliyim.   Bunun için öncelikle Kuran’ın Enam suresindeki 74-83. ayetlerdeki Hz. İbrahim’in hikayesini analiz etmemiz gerekiyor:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla…
111
İbrahim,  babası Azer’e şöyle demişti: “Putları tanrılar mı ediniyorsun? Seni de toplumunu da açık bir sapıklık içinde görüyorum.” Böylece, biz, İbrahim’e göklerin ve yerin melekütunu gösteriyorduk ki, gerçeği görüp bilerek inananlardan olsun. Gece onun üstünü örtünce bir yıldız gördü de, “İşte Rabbim bu!” dedi. Yıldız batığında ise “Batıp gidenleri sevmem!” diye konuştu. Ay’ı doğar halde görünce, “Rabbim bu!” dedi. O batınca da şöyle konuştu: “Eğer Rabbim bana kılavuzluk etmeseydi sapıtan topluluktan olurdum.” Nihayet, Güneş’in doğmakta olduğunu gördüğünde, “Benim Rabbim bu, bu daha büyük!” dedi. O da batıp gidince şöyle seslendi: “Ortak koştuğunuz şeylerden uzağım ben! Ben bir hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.” Toplumu ona karşı çıkıp kanıt getirmeye kalkıştı. O dedi ki, “Allah hakkında benimle çekişiyor musunuz? Beni doğru yola O iletti. O’na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam! Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbim bilgice her şeyi çepeçevre kuşatmıştır. Hala öğüt almayacak mısınız? Hem siz, hakkında size hiçbir kanıt indirmediği şeyleri Allah’a ortak koştuğunuz halde korkmuyorsunuz da ben, ortak tuttuğunuz şeylerden nasıl korkarım!” Şimdi, eğer biliyorsanız, iki kesimden hangisi güvende olmaya/ güvenilmeye daha layıktır? İman edip de imanlarını herhangi bir zulümle kirletmeyenler var ya, güvende olmaya/ güvenilir olma işte onların hakkıdır; doğruyu ve güzeli yakalayanlar da onlardır. İşte bunlar, kavmine karşı İbrahim’e verdiğimiz kanıtlardır. Dilediklerimizi derece derece yükseltiriz. Senin Rabbin Hakim’dir, Alim’dir.”
Hz. İbrahim Enam suresinde de anlatıldığı üzere Allah’ın birliğine doğru giden inanç aşamasında, öncelikle bizzat babası Azer’e ve bizzat babasının liderlik ettiği toplumun putperest öğretisine karşı çıkmıştır. Bu anda Hz. İbrahim’in
112
öncelikle gerçekleştirdiği olay, iç benliğinde batılı, gerçek olmayanı, negatifi dışlamaktır. Ayetleri dikkatlice okursanız bu süreç sırasında Hz. İbrahim’in İlahi Kudret tarafından izlendiğinin belirtildiğini ve O’na yol gösterildiğini de anlayabilirsiniz. Günümüzde dünyanın kendini modern sanan pek çok ülkesinde, insanlara din ve vicdan hürriyeti verilmezken ve insanlar bunu kabullenmek durumunda kalırken, Hz. İbrahim’in içindeki ışığı susturmamak uğruna ateşe girmeyi göze alması, İlahi Kudret’in ışığına ve O’nun aşkına inananların öğüt ve ibret alacağı bir olay olsa gerek. Bu olay Kuran’da Enbiya suresi 51-73. ayetlerde şöyle anlatılır:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Yemin olsun, İbrahim’e daha önceden, doğruyu bulma gücünü vermiştik. Onu bilmekteydik biz! Babasına ve toplumuna şöyle demişti: “Şu başına toplanıp durduğunuz heykeller de ne?” Dediler: “Atalarımızı onlara ibadet eder bulduk.” Dedi: “Vallahi, siz de atalarınız da açık bir sapıklık içine düşmüşsünüz!” Dediler: “Sen gerçeği mi getirdin yoksa oynayıp eğlenenlerden biri misin?” Dedi: “Hiç de değil! Sizin Rabbiniz, göklerin ve yerin Rabbidir ki, onları yaratmıştır. Ben de bunlara tanıklık edenlerdenim. Allah’a yemin ederim, sırtınızı dönüp gidişinizden sonra, putlarınıza bir oyun çevireceğim.” Sonunda onları parça parça etti. Yalnız en büyüklerini bıraktı ki, dönüp ona başvurabilsinler. Dediler: “Tanrılarımıza bunu yapan kesinlikle zalimlerdendir.” Dediler: “Onları diline dolayan bir genç duymuştuk. Kendisine ‘İbrahim’ deniyor.” Dediler: “Halkın gözleri önüne getirin onu ki açıkça görebilsinler.” Dediler: “Tanrılarımıza bunu sen mi yaptın, ey İbrahim?” Dedi: “Hayır, ben değil. Şu büyükleri yapmıştır onu. Hadi, sorun onlara eğer konuşabiliyorlarsa!” Bunun üzerine kendi benliklerine döndüler de şöyle dediler: “Siz, zalimlerin ta kendisisiniz.”
113
Sonra, yine kendi kafalarına döndürüldüler: “Vallahi, sen de bilirsin ki, bunlar konuşamazlar.” İbrahim dedi: “Siz, Allah’ın berisinden size hiçbir şekilde yarar sağlamayan zarar veremeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Yazıklar olsun size ve Allah’ın berisinden taptıklarınıza! Siz hala aklınızı kullanmayacak mısınız?” Dediler: “Yakın bunu! Eğer bir şey yapacak kişilerseniz, ilahlarınıza yardım edin.” Biz de şöyle dedik: “Ey ateş, İbrahim’e bir serinlik ol, bir selam ol!” Ona tuzak kurmak istediler de biz onları hüsranın en beterine uğrayanlar yaptık. Biz onu da Lut’u da kurtarıp alemlere bereketler sakladığımız toprağa ulaştırdık. Ona İshak’ı bağışladık, ayrıca Yakup’u da hediye ettik. Hepsini hak ve barış için çalışan insanlar yaptık. Onları, bizim buyruğumuzla yola alan önderler yaptık. Onlara iyilikler yapmayı, namazı/ duayı yerine getirmeyi, zekat vermeyi vahyettik. Onlar, yalnız bize kulluk ediyorlardı.”
Kendi kalbindeki ışığı arayan ve onu izleyen benliğe yerleşik otoritenin vereceği cevap genellikle en sert ve susturucu şekildedir. Enbiya suresi 68. ayette yerleşik otoritenin Hz. İbrahim’in yaymak istediği ışığa olan tavrı;
“Dediler: “Yakın bunu! Eğer bir şey yapacak kişilerseniz, ilahlarınıza yardım edin.”
cevabıyla sergilenmektedir. Şu durumda ve dünyanın bugünkü konjöktüründe de durum böyledir. Bireysel özgürlüklerini iç benliklerinde gerçekleştiren ve mutlak ışığa doğru yol almak ve aldırmak isteyen tüm benlikler değişime kapalı, durağan, hakim ve yerleşik otorite tarafından şiddetli bir şekilde durdurulmaktadır. Bu, ister dünyanın en büyük süper gücü olsun, ister bir Avrupa ülkesi olsun, ister bir İslam ülkesi olsun isterse de kendi içinde boğulduğu kavramları
114
kendisi de anlamayan laik ülkeler olsun kesinlikle fark etmemektedir. Çünkü yerleşik otorite tutucudur, gücü elinde bulundurmak ister ve çoğunluğun otoritesidir. Oysa yıldızlar teker teker parıldar ve güçlerini içlerindeki ilahi ışıktan ve İlahi Kudretten başka hiçbir yerden almazlar.    Şu halde teker teker parıldayan yıldızların daha çok parıldaması, ışıklarını daha çok göstermeleri ve daha fazla göstermeleri için tek yol onlara bu fırsatı vermek yani bireysel din, düşünce ve vicdan özgürlüğünü mümkün olduğu kadar açmak ve daha çok demokrasidir.   Şöyle bir örnek vermek istiyorum: Ben, Türkiye’de yaşayan bir müslüman olarak,
1-) Eğer hırsızlık yaparsam bir elimin kesilmesini istiyorum. Bu benim başkasına karşı olan Kuran’sal kıstasları benim bu suçu bilerek ve isteyerek işlemem halinde kendime hiçbir ayrıcalık tanımadan bana da uygulanmasını istediğimin bir işaretidir. Bu durumda hırsızlık yaparsam bir elimin kesilmesi cezasını kabul ettiğim için hırsızlık yapma veya kamu hakkı yeme olasılığım da sıfıra iniyor. Bu kanunu toplumsal olarak uygulayan ülkelerdeki hırsızlık oranlarını bir araştırın ve ardından bunları diğer toplumlarla karşılaştırın. Aradaki farkı göreceksiniz. 2-) Eğer ben veya ailemden biri kasıtlı  ve cana karşılık olmaksızın öldürülürse suçlunun idam cezasına çarptırılmasını istiyorum. Çünkü bu benim yaratılıştan gelen en doğal hakkımdır ve ben veya ailemden başkası öldürülürse bunun cezası cana karşı candan başka bir şey değildir. Aksi takdirde suçlunun çıkacak bir afla her an hapisten çıkabilmesi mümkündür. Kaldı ki benim yakınımın öldürülmesinden dolayı benliğimde duyacağım hırs ve kalbimde duyacağım
115
acıyı suçlunun yaşamının sona erdirilmesinden başka hiçbir şey durduramaz.  3-) Birden fazla kadınla evlenmek istiyorum. Çünkü bu bana inandığım din olan Kuran’ın İslam’ının bana sunduğu doğal bir haktır. Şu anda üzerinde yaşadığımız çağda birebir ilişkiler son derece süslenmiş püslenmiş ve abartılmıştır. Buna ek olarak, birden fazla kadınla evlilik, çağdışı gösterilmeye başlanmıştır. Bu takdirde Allah’ın mı insan fıtratını daha mı iyi düşündüğünü, yoksa insanın ve hatta her insan toplumunda farklı uygulamaları olan insan beyninin mi insan fıtratını daha iyi düşündüğünü düşünmemiz gerekecek. Bu soruya öncelikle kendi kafanızdan bir evet ya da hayır cevabı verin sonra tartışalım.  İkincisi tek bir eş ve bir iki yıllık evlilik hayatından sonra yatakta karımla bir dost hayatı geçirmek istemiyorum. Bunun yerine bir erkeğin kalbinin, birden fazla kadını da sevebileceği gerçeğinden de yola çıkarak sevdiğim, aşık olduğum ve anlaştığım kadınlarla aşk dolu, sevgi dolu ve dayanışma dolu çok büyük ve mutlu bir ailem olsun istiyorum. Bir çocuğum olması yerine aynı anda üç çocuğum olmasını ve hatta bakabileceğim kadar çocuk yapmak istiyorum. Söyleyin inandığım ailevi değerleri yaşamak konusunda Kuran’ın bana verdiği hakkı kim almaya cüret edebilir? Benim mutluluğuma kim engeller çıkarabilir veya bunu bir kural koyucu olarak üzerine vazife edinebilir? 4-) Eğer vefat edersem mirasımın insanların belirlediği kıstaslara göre değil, Kuran’sal kıstaslara göre yakınlarımın arasında paylaştırılmasını istiyorum. Bunun sebebi Kuran’sal ölçütlerin mutlak adaletli olduğuna inandığım için mirasımın hiçbir hakkının yenmemesini yakınlarımın arasında bir haksızlık yapılmamasını istememdir. Bıraktığım miras benim değil mi? Benim mirasımın üzerinde devlet nasıl bir pay veya ölçüt belirleme hakkına sahip olabilir?
116
İşte insanların din ve vicdan hürriyetlerini kullanmasına izin vermeyen antidemokratik ülkeler seviye olarak, Hz. İbrahim’in kavminden bir derece bile fazla bakış açısı gelişmemiş, kendini vatandaşlarının dinini, dini kurallarını, dini hükümlerini ve hatta düşünsel özgürlükleri nasıl ve nereye kadar ortaya kayabileceklerini, uygulayabileceklerini belirleme hakkını kendinde sahip bulduklarını sanan, kanunları fani insan elinden çıkma ülkelerdir ki daha önce, mutlak adalet ve mutlak doğru kavramlarının insanlar arasında var olamayacağına, değişkenliğine, değişebileceğine ve bunun o kanunların ve düzenlerin mutlak doğruyu barındırmadığı gerçeğini ispatladığına ve bu mutlak adalet ve mutlak doğru kavramlarının yalnızca Yaratıcı Kudret tarafından belirlenmesi gerektiğine değinmiştik. Bireysel düşünce, din ve vicdan özgürlüğü olmalıdır ki insanlar iç benliklerinde bir ışığın parıldamaya başladığını sezdikleri zaman bunu açıkça geliştirebilsinler ve ortaya koyabilsinler. Dünyada insanların sahip olduğu en kutsal ve yaşam amacı olan değerler dini, vicdani (vatan sevgisi, aile sevgisi gibi) değerlerdir. Bu değerler öylesine kutsal değerlerdir ki insanlar bu uğurda kanlarını, canlarını vermeyi, ölmeyi hatta tüm bir kitle olarak savaşmayı göze alabilirler. Fakat dünyevi, fani değerler için böyle bir şey söyleyemeyiz. Çünkü hem reel anlamda hem de realitenin bilinç altına etkisini göze alırsak kimse –örnek vermek istersek para için ya da bir saray için ya da herhangi bir gelip geçici dünya değeri için- ölmeyi göze alamaz. İnsanı kutsallaştıran değerler dini, vicdani, ahlaksal ve düşünsel değerlerdir. Dini ve vicdani özgürlük konusuna geçelim. Eğer bir toplumun bireylerinin, bu uğrunda ölebilecekleri kutsal değerlere sahip olması isteniyorsa o toplumun bireylerine maksimum düşünsel, fikirsel, vicdani özgürlük verilmelidir ki
117
bunun için gerekli araç, mümkün olduğu kadar daha çok demokrasi ve fikir, düşünsel ve dini özgürlüktür. Demokrasinin nasıl uygulanması gerektiği ve fikir özgürlüğü bugün az sayıda da olsa bazı küçük örneklerle sergilenmektedir. Fakat ben olayın belini kıracak noktadan vurmak istiyorum. Eğer bir toplumda fikri ve dini, vicdani özgürlük isteniyorsa o toplumda hakim bir sınıf ya da üstün bir sınıf ya da zenginler kulübü ya da medya ya da tekel parti yer almamalıdır. Çünkü bunun mantıksal gerekçesi eğer bu saydıklarımızda ve hatta unuttuklarımızdan herhangi bir tanesi yönetici kitle olarak boy göstermeye başlarsa,  o kitle halkın kendinden olan veya olmayan diğer kısmını ezer, sahip olduğu tekel medyayla halkın beynini yıkar, devlet, toplum, kamu zenginliklerini kendi amaçları ve çıkarları doğrultusunda kullanır. Bunun sonucunda zengin ve refah sahibi bir azınlık ve ezilen, sömürülen, medya tekeli sayesinde bazen de sömürüldüğünün fakına bile varmayan, gerçekleri göremeyen bir çoğunluk oluşur. Bugün dünyanın pek çok yerinde durum böyledir. Peki bu durum nasıl önlenecek? Bu durumu önlemek için matematik biliminden örnek vermek istiyorum. Matematikte devirsiz bir ondalıklı sayı bulunurken, örneğin 2’nin karekökü, önce sayıyla ilgili fonksiyonun türevi alınır ve sayı iki anlamlı rakam şeklinde bulunur. Yani “1,4”. Daha sonra ikinci türev alınır ve üç anlamlı bir rakam bulunur yani “1,41”. Sonra üçüncü türev alınır ve  “1,414” sayısı karşımıza çıkar. Dikkat ederseniz her türev alışta bir kesin detaylı sonuca daha ulaşıyoruz. İşte seçim sistemleri de bilgisayarlar veya en basitinden bankamatikler kullanılarak uygulanırsa çok daha başarılı ve halkın yönetici kesim üzerinde daha hakim olduğu sonuçlara ulaşabiliriz. Yani halk, internet üzerinden veya bankamatiklerden, iki üç ayda bir gündemdeki önemli konular ya da ülkeyle ilgili hangi mesele olursa olsun, en genel
118
konulardan, detaylı konulara doğru, seçim yapma veya görüş belirtme şansına sahip olursa bu çok daha demokratik ve halkın kararlarının egemen olduğu bir yönetim biçimi olur. Bu şekilde yönetim şeffaflaşacak hükümet ve bürokratlar ise adeta bir teknik eleman gibi çalışacaklardır. Aslında böyle bir yapının faydaları sayılamayacak kadar çoktur ancak ben şimdilik bu konuyu burada noktalamak istiyorum. Özgürlüklerin oy yaptırımıyla yönetici kitle üzerindeki denetimi ve baskısı bu şekilde sağlanabilir.
DEMOKRASİ NASIL UYGULANMALI
Bu başlık altında demokrasinin ne olduğunu ve nasıl uygulanabileceğini, nasıl hayata geçirilebileceğini inceleyeceğiz. Demokrasi, kanımca bir toplumdaki her bireyin istediği şekilde okuyabileceği, düşünebileceği ve seslenebileceği bir ortamı topluma sunan bir yönetim biçimidir. Peki ama sınır ne kadar ve nereye kadar? Buna klasik olarak başkalarının haklarına zarar vermeyecek kadar şeklinde bir cevap vermeyeceğim. Terör suçları, kamu hakları, hırsızlık, edepten uzak şeyler gibi bir çok konuyu Kuran’ın yasakladığı kavramlar içinde tanımlamak üzere demokrasiyi, Kuran’ın yasakladığı kavramlar hariç, her türlü özgürlüğün, halk kitlelerinin ve azınlıklarının istekleri doğrultusunda yaşanması olarak tanımlıyorum.  Peki demokrasinin uygulanma şekli nasıl olmalıdır? İster başkanlık sistemi olsun, ister yarı başkanlık sistemi olsun veya parlamenter sistem olsun, demokrasinin uygulanmasındaki başarı oranı halkın isteklerinin yönetime yansıtılma oranıyla doğru orantılıdır. Bu yüzden geçen bölümde konuya bir iç başlangıç olarak, halkın herhangi bir konu hakkında konunun tüm taraflarınca yeterince bilgilendirilmesinden sonra yapılacak internet veya bankamatik oylama sistemleriyle
119
devlet yönetiminde mümkün olabildiğince daha çok pay sahibi olabilmesi örneğini vermiştik. Bu durumda idari ve siyasi kadrolar, giderek devlet yönetiminde teknik eleman olarak çalışan kadrolar olmaya başlayacaklardır. Şöyle birkaç soruyu halka sorulmak üzere örnek olarak verebiliriz. Nükleer santrallerin açılmasını destekliyor musunuz? Ekonomideki sıkışma göz önüne alındığında enflasyondaki bir miktar artmayı da göze alarak X miktar para basılmasını destekliyor musunuz? Türkiye’den geçecek A doğalgaz boru hattı için teklif verilmesini ve yatırım yapılmasını destekliyor musunuz? Komşu ülke X ile ilişkilerin hangi seviyede olmasını istiyorsunuz? Demokrasi konusunda ikinci tartışmak istediğim şey kimlerin oy verip kimlerin oy vermemesi gerektiğidir. Aslında bu konunun cevabı kafamda çok nettir ve çözülmüş durumdadır fakat ben yine de ben bir beyin jimnastiği olması bakımından tartışmak istiyorum. Şöyle dört örnek ele alalım: Birinci örnek son derece zengin bir ailenin çocuğu olan ve ayrıca çok zeki bir üniversite öğrencisi, ikinci örnek orta halli bir öğretmen, üçüncü örnek annesi babası olmayan, yetimhanede yetişmiş genç bir kız ve dördüncü örnek dağlık alanda yaşayan, okuma yazması bile olmayan cahil bir çoban. Yapılacak herhangi bir seçimde birinci örnekteki zengin çocuk toplumun zengin katmanlarını el üstünde tutan partiye oy verecektir. Öğretmen ise orta sınıfı destekleyen partiye oy verecektir. Genç kız da sahip olduğu siyasi görüşe göre herhangi bir partiye oy verebilecektir. Bütün bunlar doğaldır. Fakat sorun dördüncü örnekte çıkmaktadır. Dağlık alanda yaşayan, okuma yazması bile olmayan cahil çoban, terör örgütünü destekleyen bir partiye bile oy verebilecektir. Sorumuz şudur: Bu oyların hepsi aynı değerde midir? Elbette sayı olarak birer oy olmasına rağmen hiçbir oy
120
bilinçlilik açısından aynı değerde değildir. Fakat şöyle bir durum söz konusudur. Her insan kendi avantajlarını ve dezavantajlarını değerlendirir ve bu değerlendirmeye göre oy kullanır. Bunu aynen hayvanlardaki yaşamlarını sürdürmek için kullandıkları içgüdülere benzetebiliriz. Bu durumda sadece üniversite mezunları oy kullanabilir diye bir şey söyleyemeyiz, çünkü her birey kendinden sorumludur ve yaptığı seçimlerin sonuçlarına katlanacak olan da yine kendisidir. Dağdaki çobanın yaptığı elbette barış ve mantık kurallarına aykırıdır fakat bu konuda yapılması gereken tek şey eğitim ve hizmettir ki, terör örgütünün yaptıklarının yanlış olduğu halka anlatılabilsin ve devletin vatandaşı devlete küsmesin. Düz mantık olarak bir üniversite öğrencisi, bir ilkokul öğrencisinden daha fazla bilgiye ve birikime sahiptir ve konulara daha çok hakimdir. O halde daha doğru kararlar verir. Buradan yola çıkarak şu çıkarımı yapabiliriz. Bir toplumda eğitim seviyesi, okur yazarlık, bilgi, kültür seviyesi ne kadar yükselirse, o toplum, o kadar doğru kararlar alır, doğru kişiler seçer. Alınan bu doğru kararlar ve kullanılan tercihler sonucu gelen kişiler de, o kadar doğru kişiler olur. Bu doğru kişiler toplumu daha ileriye götürür ve bu iki etken birbirini sürekli karşılıklı olarak destekler.
DEMOKRASİNİN ZULÜM ODAKLARINA KARŞI ETKEN BİR GÜÇ OLMASI
Şimdiye kadar demokrasinin nasıl uygulanabileceğinden tutun da bireysel özgürlükler, toplumsal özgürlükler, fikri gelişim ve daha bir çok yönden çeşitli pozitif yönlerini ve faydalarını gördük. Şimdi ise demokrasinin toplumu egemenliği altına almak isteyen diktatörvari oluşumlar veya
121
tek bir katman sınıfın egemen sınıf olduğu oluşumlara karşı nasıl bir silah olduğunu göreceğiz. Diktatörvari oluşumların ana özelliği sadece kendi sınıfının veya kendi diktasının çıkarlarını gözetmesi ve ana söylem olarak, “Sadece benim dediğim doğrudur, diğerleri görmezden gelinebilir” demesidir. İşte halkın yüzde yüz oy katılımıyla yönetimi ve yönetimin yapacaklarını belirlediği seçim sistemleriyle oluşan yönetim biçimleri, toplumları bu çeşit ve noktadaki diktaların başa geçmesinden uzak tutar ve bu çeşit halkın tümüne açık seçim sistemleri, toplumun neredeyse bütününü kucaklayan, bir ağacın tüm dallarına su gıda götüren ana gövdesi gibi zaman zaman bazı noktalarda farklılıklar gösteren dallar meydana getirmiş, ama genel manada orta yolu izleyen yönetimlerin iş başına gelmelerini ve tutunmalarını sağlar. Toplumların yüzde doksanı toplumun yüzde onunun desteğini alan bir askeri veya faşist lidere hayır deyince de artık o lider için o toplumun içinde barınmak imkansız hale gelir ve o, önemsiz bir budala gibi gözükebilir. İşte demokrasinin özü buradadır. Krallık, dikta, askeri rejim gibi rejimlerde, kararların yanlışlığını bir yana bıraksak bile tek bir bireyin veya tek bir sınıfın tüm toplumu yönetmesi ve tüm toplumun kaderini belirlemesi söz konusudur. Demokraside ise insanlar bireysel olarak daha önceden programlarını açıklamış güvenilirlik, iş yapabilirlik, kadro yeterliliği gibi çeşitli yönlerine de bakarak oy verirler ve bireysel oyların toplamıyla oluşmuş toplumsal akıl belirli bir süre için toplumu yönetir. Daha doğrusu kendini seçen toplum önünde sınav verir. Diktalarda bireyin toplumu köle yapması, demokraside toplumun vücudunu meydana getiren hücrelerden ortak bir akıl oluşması söz konusudur.

122
REKABET VE EŞİTLİK
Rekabet denince aklınıza ne geliyor? Aynı şartlara sahip iki firmanın aynı koşullarda yarışması rekabet midir? Peki aynı öğrenim olanaklarına sahip iki öğrencinin üniversite sınavında birbirinden daha yüksek puan almaya çalışması rekabet midir? Peki şöyle bir örneklem yapalım. İki firma da aynı özellikte ve kalitede ürün üretirken birinin daha fazla kaynağa sahip olması ve buna bağlı olarak daha çok reklam yapma yeteneğine sahip olması, bu yüzden de daha fazla mal satması ve kar elde etmesi rekabet midir? Peki üniversite sınavına hazırlanan öğrencilerden biri, her dersten ayrı ayrı özel ders alırken ve buna bağlı olarak da özel kurslara giderken ötekinin maddi imkansızlıklar nedeniyle elindeki birkaç ikinci el üniversite hazırlık kitabından çalışması rekabet midir? Peki şöyle bir soru soralım. Bir atlet 100 metreyi 9.8 saniyede koşabilme yeteneğine sahipken, görme engelli birinin gideceği yolu bastonla ve yardımla bulmaya çalışması rekabet midir? Olayı biraz daha genişletelim. Dünya nüfusunun %’10’u dünyadaki kaynakların %’90’ını kullanırken, dünya nüfusunun %90’ının normal yaşam koşullarının altında hatta ekmek, su ve ilaç bulamadan yaşaması rekabet midir? Eğer bir ilahi adalet varsa bütün bunlar ilahi adaletle nasıl açıklanır? Bu neden böyle oldu? Fakir öğrenci bir günah mı işledi de zengin öğrenciden geri kaldı? Veya söz konusu atlet dünyaya gelmeden kör adamla bir kavga yapmış, yenmiş ve ondan sonra böyle bir özellik kazanmıştı? Peki dünya nüfusunun % 80 ini oluşturan fakir topluluk hangi yönden ve niçin haksızdı da dünya gelirinin % 80 i , % 20 lik azınlığı oluşturan topluluğun oldu? Suç kimin? Veya suçlu ve haksız kim veya haksız kim? Eğer elimizde dayanak noktası olarak kullanacağımız referansı “güç” olarak ele alacaksak bırakalım bu düzen böyle gitsin.
123
Çünkü güçlünün gücü elinde bulunduracağı bir noktada başka alternatifiniz yoktur.
Ama ya eğer haklı haklıysa? Ya eğer dünyaya sırf insan olarak gelişimizden ve Tanrı’nın bizi yücelttiği ilahi sıfatlardan dolayı dünyaya gelen her insanın eşdeğer olanaklara ve standartlara sahip olarak yaşamaya hakkı varsa?  Olayın Kuran’sal ve gerçek açıklamasını sözü uzatmadan yapacağım. Kuran’ın bir ayetine göre:
“Fazla verilenler az verilenlere aktarıp hepsi onda eşit hale gelmiyor. Peki Allah’ın nimetini mi inkar ediyor bunlar!”
Evet, Kuran’sal açıklamaya göre dünyaya geliş anında ve dünyada bulunuşun her anında insana verilen nimetler ve yardım etme gücü bir sınavdır ve bu sınavın amaçladığı Kuran’sal ideale göre her anlamda imkanı fazla olanın imkanı az olana yardım etmesi, vermesi ve tüm dünya nüfusunun eşit olanaklara sahip olması söz konusudur. Bu, insan hakları yönünden böyle olduğu gibi, ekonomik haklar, sosyal haklar ve her türlü hak paylaşımı yönünden böyledir. Kuran’sal anlayışa göre her insan içinde bulunduğu toplumun toplam nimetinin eşit ve kendi payına düşen kadarıyla buna bağlı olarak da belirli standartların üstünde yaşamalıdır. Bunu toplumsal bazdan yukarı çekip küresel bazda ele aldığımızda ise barış, refah ve eşitlik içinde bir düzen kurulması söz konusudur. Konuyu biraz daha açalım. Petrol zengini ülkelerde yaşayan ülkelerde yaşayan insanların elebaşları altından saraylar yaptırırken, Afrika’da insanların açlıktan, susuzluktan, ilaçsızlıktan, hastalıktan, yaşam koşullarının kötülüğünden ölmesi Allah’ın adaletsizliği midir yoksa Kuran adaletini unutan insanların adaletsizliği midir?
124
Bu konu Kuran’sal anlayışa göre bir sınav, ayrıca Alemlerin Rabbinin yerine getirilmesini istediği bir emirdir. Konu şudur: Daha fazla imkanı olan, gücü olan, parası olan, yardım etme olanağına sahip olan birey ya da topluluk, daha az imkana olana, fakire, muhtaca, yardıma ihtiyacı olana yardım edecektir ki dünya yaşamı insanlar için barış ve refah içinde olan, içinde fesat bulunmayan bir dünya olsun. Dikkat edin. Ayet,
“Neden hepsi onda eşit hale gelmiyor!”
diyor. Tüm dünya toplumunun, bu zekatsal aktarım yoluyla her türlü nimet, imkan ve rızık bakımından eşit hale gelmesinden söz ediyor. Yani kırkta bir gibi uydurma hadis fetvalarıyla ya da göz boyama bir zekatla kendini temize çıkaranlardan söz etmiyor. Kuran’ın anlayışına göre gerçek mümin elinde bir parça ekmeği varsa onu bölüşendir. Hatta kendisine konuk olan muhacirleri kendinden üstün tutan müslümanlardan söz eder Kuran. Ve Alemlerin Rabbi kendisine verilen nimeti yeterince varlıklı olduğu halde sanki bitecekmiş gibi saklayanlara
“Allah’ın nimetini mi inkar ediyor bunlar!”
demektir. Bu ayet, aynı zamanda verilen maddi manevi olanakların, insana aynen zenginler açısından da, fakirler açısından da, tüm dünya toplumu açısından da fazlasıyla yeteceğine dair bir sözdür. Hatta Kuran bir başka ayetinde cehenneme gideceklere
“İyiliklerinizi, hayırlarınızı bu dünyada silip süpürdünüz, şimdi ateşe gireceksiniz”
125
demekte, bu ayetle inanmayan inkarcılara ve suçlulara bile, dünyada yaptıkları hayırların karşılığının tam olarak verildiğini bildirmektedir. Ayeti tekrar okuyalım:
“Fazla verilenler az verilenlere aktarıp hepsi onda eşit hale gelmiyor. Peki Allah’ın nimetini mi inkar ediyor bunlar!”
Aslında bu konu tam bir sınavdır. Elindeki nimetin yarısını verip Allah’tan bolluğunu ve bereketini dilemekle, nankör bir cimri kesilip elini sıkı sıkı kapatanlar arasında, Allah elbette hem bu dünyada hem ahirette ayrım yapacaktır. Sözünü bahsettiğimiz yardım etme olgusu sadece para veya imkanla sınırlı değildir. Bir görme engellinin yaşamına yardımcı olmak, spastik bir çocuğun eğitimini bir doktor olarak üzerine almak hatta bir yetimhaneye gidip çocuklara para değil sevgi vermek bile son derece büyük ve değerli olgulardır. Sizlerin dikkatini ayrıca Kuran’ın şu ayetine çekmek isterim:
“Allah’a kim var borç verecek ki karşılığı kat kat yapılsın ve arkasından da büyük bir ödül alsın?”
GÜÇLÜ MÜ HAKLI MI?
Üzerinde durduğumuz yerkürede 2000’li yıllarda ne yazık ki haklı olanın sözünün değil güçlü olanın sözünün geçtiği bir çağda yaşıyoruz. Sizlere birkaç örnek vereyim. Aslında İslam dünyasının çöküşü Osmanlı İmparatorluğunun çöküşüyle başladı. -Bosna Hersek’te yıllar süren soykırımda gerçek sayısını kimsenin tahmin edemediği kadın, çocuk, sivil, yaşlı demeden, insanlar işkence edildi ve öldürüldü. Kendini pek medeni ve güçlü olarak kabullenen ve öyle gösteren Avrupalılar ta
126
ortalarında meydana gelen vahşete dur demediler, oysa onlar hala güçlü ve medeni Avrupalılardır bizim gözümüzde. Aslında burada güçlü olan Sırplardı. Avrupalılar ellerindeki silah teknolojisi ve askeri bakımdan güçlüydü ama onlar manevi olarak şeytana yöneldiler. -Çeçenistan’da Rusya yıllar boyu sürecek bir soykırım başlattı. Rusya’nın elindeki askeri ve ticari kozlar nedeniyle kimse buna karşı çıkamadı. Bu arada haklı sesini bile çıkaramadı. Televizyon kanalları, gazeteler kısaca tüm medya adeta hiçbir şey olmamış, olmayacakmış gibi davrandı. Bu sayede dünya kamuoyu da Rusya’ya baskı yapamadı. Yani haklı yine dinlenmedi ve vahşetin ardından geriye on binlerce insan, kadın, erkek, dul, yetim… Hatta hastaneler bile bombalandı Rus tankları tarafından. Ancak güçlerini kalplerindeki imandan alan Çeçen mücahitler savaşmaya devam ettiler. -İsrail’in Filistin’e uyguladığı uzun bir geçmişe sahip her türlü vahşet yöntemleri, ahtapot bombaları, kimyasal silahlar ve daha niceleri, çılgınlaşan ve vahşileşen insan yapısının bir örneğini oluştursa bile, başta Amerika ve Avrupa olmak üzere bu olayları adeta “Az yaptınız, biraz daha yapabilirsiniz” şeklinde önce kınayıp ardından geçiştirmeleri artık olayların içyüzünü bilenler tarafından adeta bir komedi konusu olmuştur. Sonuç olarak yaşadığımız dünyada haklının esamesi bile okunmamakta, haklı her zaman haksız ve yenik duruma düşürülmekte hatta güçlü bile bazen haklı olduğu zamanlarda sesini çıkaramamaktadır. Giderek hem haksız hem de zalim olan kazanmaktadır. İş kötüye gitmektedir. Bu konumda yapılabilecek en yararlı şey haklıya hak veren ve zulümlere karşı çıkan devletlerin kendi aralarında askeri, politik, siyasi ve ekonomik bir birlik oluşturup mümkün olduğu kadar güç toplayıp, dünyanın bu gidişine dur demeye çalışmaları, zulme
127
uğrayan ülkelere, halklara karşı bu suçu işleyenlere yaptırım uygulamaları hatta  bu uğurda topyekün savaş uygulamaları, haklıyı desteklemeleri ve eldeki güç sapansa sapanı, füzeyse füzeyi, uçaksa uçağı kullanarak batılı yok etmeleridir. Kaldı ki en azından dünyadaki bütün müslüman devletler olmak üzere bütün dünya yeryüzündeki her türlü zulüm, katliam ve zorbalığa karşı sorumluluk sahibidirler Allah katında. Çünkü Allah, yeryüzündeki zulme uğrayan insanlar için savaşmayan, onlara yardım etmeyen insanlık alemini topyekün sorumlu tutmaktadır Kuran’da ayetlerle belirlenmiş şekilde.
“Size ne oluyor da “Allah’ım bize senden bir yardımcı gönder, bir dost gönder diyen çaresiz kadın, erkek ve yavrular için savaşmıyorsunuz?”
Bugün Suriye, Filistin, Myanmar, orta Afrika ve daha önceki Bosna, Çeçenistan ve benzeri birçok katliam, vahşet türlerinde rezil olan dünya ve özelde İslam dünyasının Allah katındaki durumu ortadadır.
İNSANIN YARATILIŞI BAKIMINDAN HAKLI      VE GÜÇLÜ
Alemlerin Rabbinin insanı yaratma aşamasında bize haklının mı haklı, güçlünün mü haklı sorusuna Kuran’ın Sad suresinde bazı cevaplar vardır. Lütfen surenin bir kısmını yazışımdan sonraki açıklamalarımı okurken verdiğim çevirisini göz önünde bulundurunuz. Sad suresi 71-88. ayetler şöyle demektedir:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Hani, Rabbin meleklere şöyle demişti: “Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu kıvama erdirip içine ruhumdan
128
üflediğimde, önünde secde ederek eğilin!” Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde etmişlerdi. İblis etmemişti. O, kibre sapmış ve inkarcılardan olmuştu. Allah dedi: “Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan neydi? Burnu büyüklük mü ettin, yoksa yücelerden mi oldun?” Dedi: “Ben ondan hayırlıyım! Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.” Buyurdu: “Hadi, çık oradan! Sen kovulmuş birisin. Din gününe kadar lanetim üzerindedir.” Dedi: “Rabbim, o halde, insanların diriltileceği güne kadar bana süre ver.” Buyurdu: “Peki, süre verilenlerdensin. O bilinen güne kadar.” Dedi: “Kudret ve şerefine yemin olsun ki, onların tümünü azdıracağım. İçlerinden sadece samimi, seçkin kulların dışta kalacaktır.” Buyurdu: “İşte bu doğru! Ben de yalnız doğruyu söylerim. Gerçek şu ki, ben cehennemi seninle ve onlardan sana uyanlarla tamamen dolduracağım.” De ki: “Tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ben size kendiliğimden / zorlamayla yükümlülük getirenlerden de değilim. Bu, alemler için bir zikirden başka bir şey değildir. Yemin olsun, bir süre sonra onun haberini bileceksiniz.”
Burada ele alacağımız ilk konu 72. ayette bahsedilen secdenin, fiziksel manada topraktan yapılmış bir yapı olan maddi bir varlığa değil, o varlığın içine üflenmiş “Tanrı’nın ruhuna” olmasıdır. Melekler aslında insana değil, kendi varlığı ve içindeki Allah’ın öz nefesiyle mükemmel bir varlık hale gelen insana önündeki cennet ve cehennem diye iki uç noktada sonuçları bulunan seçimlere cesaret edeceğinden dolayı secde etmektedirler. İnsan bir kumar oynamayacaktır. İnsan, bilinçli olarak yaptığı seçimlerden dolayı ya ateşe girecek ya da en büyük kurtuluş ve sonsuz rahmete erecektir. Sad suresi 75-76. ayetleri okursanız:
129
“Allah dedi: “Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan neydi? Burnu büyüklük mü ettin, yoksa yücelerden mi oldun? Dedi: “Ben ondan hayırlıyım! Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.”
İşte burada 75. ayette insanoğlunun neden bu kadar değerli bir varlık olduğu sorusunun cevabı ortaya çıkmaktadır. Alemlerin Rabbi insan için, “İki elimle yarattığım” tabirini kullanmıştır. Yani burada anlaşılması istenen nokta evrende var olan en büyük azapla, en büyük rahmet arasında kendi tuttuğu yol sebebiyle, seçim yapacak olan insanın “Rabbin iki eliyle yaratılmış”, daha başka bir deyimle “yaratılanlar içinde en özene bezene yaratılmış” olmasıdır. Meleklerin insana secde etmelerindeki sebeplerden biri de buradadır. Bir melek, örneğin Cebrail, evreni döndürme gücü ve yetkisine sahip olabilir ama onun yaratılışında Allah’ın emrinden çıkma diye bir olasılık yoktur. Yani insanın meleklerden aciz olması onu meleklerden aşağı kılmıyor. Tam tersine evrenin yaratılış gayesi olan bu sınavda -ki bu sınavın sebeplerine de daha sonraki bölümlerde gireceğiz- insanoğlunun aciz ve risk alan varlık olması insanı önemli hale getiriyor. Alemlerin Rabbi bu yönden bakıldığında risk alan ve aciz olanı, hatasız ve güçlü olana fakat risk almayana tercih etmiştir. Bu noktada İblis’in psikolojisinden bahsetmek gerekiyor. İblis cinlerdendir. Yani Allah’ın kulu olmakla birlikte, insanın yaratılış anından önce de Allah’ın emri altından sapma olasılığı bulunan, belki de bu sapmalardan dolayı meydana gelen bir küçüklük duygusuyla insanı görünce şekle bakarak kendini ispat etme psikolojisine girmiş varlıklardan birisidir. Yani melek değildir İblis. Kuran İblis’in tanımını ve yaptığı şeyi ve insanlara bir başka uyarıyı, Kehf suresi 50-51. ayette vermektedir:
130
“Hani, biz meleklere “Adem’e secde edin!” demiştik de İblis dışında hepsi secde etmişti. İblis, cinlerdendi. Kendi Rabbinin emrine ters düştü. Şimdi siz, benim beri yanımdan, onu ve onun soyunu mu dostlar ediniyorsunuz? Hem de onlar sizin düşmanınızken. Zalimler için ne kötü bir değiştirmedir bu! Ben onları göklerle yerin yaratılmasına da kendilerinin yaratılmasına da tanık tutmadım. Ben, sapıp gitmişleri yardımcı edinecek değilim.”
Bu noktada ince bir detay verilmektedir. Yüce Allah, yaratıcı Kudret olarak, yaratacağı İblis adlı varlığı belki yaratma aşamasında onunla kendisi arasında var olan bir isyan sonrasında “Sapıp gitmiş” olarak nitelendirmektedir. Şöyle bir soru sorulabilir. İnsana af ve başka şanslar, rahmetler veriliyor peki o anda ona böyle bir şans verilemez miydi? Sorunuzun karşılığı kesinlikle hayırdır çünkü insan şüpheli, akıl gözü kapalı, gözünün önünde bir perde olan ortamda, Rabbini aramakta ve O’na mümkün olduğu kadar iman etmeye emir ve yasaklarına uymaya çalışmaktadır. İblis’in yaratılış aşamasında ne olduğunu bilmiyoruz ama İblis’in isyanı, şüphenin olmadığı, inkar edilemez bir tanıklık ortamında, zaman mekan ortamında gerçekleşmiştir. Nitekim meleklerin Adem’e secde ettiği anda İblis’in başkaldırısı onun lanetlenmesine sebep olmuştur.  Bu noktada daha önce insanın daha önceden iman etme veya küfre sapma özelliği bulunup küfre sapanın cehenneme gideceğini, suçların ve suçluların sorumlusunun Allah olmadığını daha önceden açıklamıştık. Yani kaderi sonucu cehenneme gitti diye bir kavramın doğru olmadığını, insanları uyarmak ve insanların doğru yola girebilmesi ümidiyle peygamberlerin ve kitapların gönderildiğini fakat Allah’ın Batın (gizli, bütün gizliliklerden haberdar) sıfatıyla, yarattığı her şeyin sonsuz zaman diliminde geleceklerini bildiğini, fakat
131
bunun Allah’ın Batıni özelliği olduğunu söylemiştik. Daha da iyi anlaşılması için şunu söyleyebiliriz. Kullar sonlarının ne olacağını veya nereye gideceklerini bilmez .Fakat işte önemli olan nokta bunu bilmeden cennet ya da Allah rızası için rekabet etmektir. Böyle olmasaydı, bu şekilde bir yaratılış denklemi olmazdı. Daha başka bir şekilde söylersek, eğer cennete gideceğini bilen bir insan olsaydı, bu insan kesinlikle imansal faaliyetler ve hayır için çaba gösterir miydi? Allah yolunda karşısına ne çıkacağını bilmeden cesaretle savaşan ve çalışan bir müslümanın ödüllendirilmesidir yaratılış denklemine uygun olan…  Hatırlarsanız daha önce Allah’ın Batın ve Alim sıfatlarıyla (Gizli ve her şeyi bilen) kulları yaratmasının ve cennet ile cehennemi yaratmasının amacının, Allah’ın yüceliği kavramının anlaşılması olduğunu söylemiştik. İşte İblis de aynı amaç için yaratılmıştır. Yani eğer, İblis’in de sapacağı ve insanların bir kısmını saptıracağı biliniyordu, o halde neden yaratıldı derseniz… Onun da cevabı Allah’ın yüceliği kavramının anlaşılmasıdır. Cehennem İblis ve ona uyanların, kötülüklerin, kötülerin karşılığıdır. Cennet ise Allah’a yakın olanların, O’nu sevenlerin, O’nun sevgisini kazananların, iman edenlerin karşılığıdır. Sonuç olarak insanın yaratılması ve İblis’in yaratılmasından önce başlayan cennet-cehennem ayrımı sürecinden önce süren, mükemmel evren düzeninin birbirinden ayrılması için, Allah için risk alan bir varlığın sınav edilmesi, cennet-cehennem ayrımı yapılması için mutlak pozitif olan Allah ve O’nun yolu kavramının karşılığı olarak cehennem ateşine eşdeğer olan şeytan ve onun sapıttığı yol diye iki kavram olması gerekirdi.   Bütün bunlar bir yana insan, Allah’ın yarattıkları içinde en sevdiği varlıktır çünkü Sad suresi 75. ayette Yüce Allah Kuran’da şöyle buyurmaktadır:
132
“Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Burnu büyüklük mü ettin, yoksa yücelerden mi oldun?”
Dikkat ederseniz burada insan için “iki elimle yarattığım” yani “özene bezene yarattığım” kavramı kullanılmaktadır ve belki de melekler gibi mükemmel, hatasız fakat risk almayan bir varlığa insan gibi hatalı, tövbe edebilen ve risk alan varlığın tercih edilmesinin sebebi budur. Bütün bu yaratılış gerçeğini bilen ve anlayan insan için Allah’ın kulu olma, O’nunla seven-sevilen ilişkisi kurma ve karanlıklara isyan etme zamanı dünya hayatı içinde değerlendirilmelidir. Şimdi eğer dikkatliyseniz şu ana kadar negatifin neden yaratıldığı kavramını açıklamaya çalıştığımızı görebilirsiniz. Bu konuyu açıklamak için önce iyilik ve kötülük kavramlarını açıklamak gerekiyor ve bunun için Kuran’daki anahtar ayet ise Enam suresinin ilk ayeti olan:
“Hamd Allah’adır! O ki, gökleri ve yeri yaratmış, karanlıklara ve nura vücut vermiştir. Sonra, gerçeği örtenler bunları Rablerine denk tutuyorlar.”
ayetini incelememiz gerekiyor.
Daha önce İblis’in cinlerden olduğunu, melek olmadığını ve ayette açıklanan -göklerin ve yaratılmasının, ardından karanlık ve nur, yani iyilik ve kötülük kavramlarının yaratılmasının ardından- bu kavramlara bağlı olarak insanın dünyaya geliş sürecinden önce dünyada sınav edilen bir varlık olduğunu söylemiştik. Yani insanın yaratılmasından önce göklerin ve yerin kuşattığı evren içinde, cinler adıyla adlandırılan ve sınav edilen bir varlık sınıfı vardır ve ayette de
133
belirtildiği gibi cinler yaratılmadan önce de Yüce Yaratıcı gökleri ve yeri yaratmasından (sınav arenasını belirlemesinden sonra) karanlık ve aydınlık, ışık ve nur, iyilik ve kötülük kavramlarını yaratmış ve bildirmiştir. Bu ayete destek olarak cinlerle meleklerin farklılığını anlatmak için Kuran’da Hakka suresinin 13-17. ayetlerini hatırlatmak isterim.
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Sura bir üfleyişle üflendiğinde… Yer ve dağlar yükletilip birbirine bir çarpılışla parça parça edildiğinde… İşte o gün olması gereken olmuştur. Gök yarılmıştır. O gün o, lime lime sarkmıştır. Melek de onun kenarlarındadır. Rabbinin arşını, o gün onların üstündeki sekiz taşır.”
Dikkat ederseniz ayetlerde kıyamet günü göğün yarılmasından, sarkmasından ve Cebrail’in de göğü kenarlarından kuşatmasından bahsedilmektedir. Hatta arş adı verilen belki bizim tanımlayamayacağımız bir katı da sekiz adı verilen melekler topluluğunun taşıdığı bildirilmektedir. Hatta meleklerle cinler topluluğunun farkını anlatmak için Rahman suresi 31-39. ayetleri inceleyelim:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Ey ağırlıklı ve onurlu iki toplum/ ey insan ve cin toplulukları! Sizinle de meşgul olacağız. Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz? Ey insan ve cin topluluğu! Göklerin ve yerin bucaklarından/ köşelerinden geçip gitmeye gücünüz yeterse, hadi, geçin gidin! Bilgi ve güç dışında bir şeyle geçip gidemezsiniz! Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz? İkinizin de üzerine ateşten bir alev ve erimiş bakır/ duman gönderilir de başarılı olamazsınız. Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlıyorsunuz? Gök yarılarak, eriyip kızarmış yağ/ kırmızıya
134
boyanmış deri gibi bir gül haline geldiği zaman, Rabbinizin nimetlerinden hangisini sayacaksınız yalan? O gün günahlarından ne cin sorguya çekilir ne de insan.”
Bu ayetlerde insan ve cin topluluklarının asla göklerin ve yerin sınırlarından dışarıya çıkamayacağı, eğer bunu başarsalar bile ateşten bir alev ve azapla durdurulacakları anlatılmaktadır. Sonuç olarak şu ana kadar ele aldığımız konu, yaratılmış ve sınav edilen topluluklar olarak cin ve insan topluluklarının neden yaratıldığı, Allah’ın gökleri ve yeri yaratmasından sonra sınav aracı olarak neden iyilik ve kötülük, karanlık ve nur kavramlarını yaratmış olduğunu inceliyoruz. Şimdi bu konuyu biraz daha açmaya çalışalım. Gerçek şu ki Allah’ın yaratmış olduğu kulları arasında bir hiyerarşi, bir derecelendirme vardır. Yani Allah’ı Yaratıcı Kudret olarak yaratılmışların hiyerarşisinden ayrı tutarsak, en üst katmanda Kuran’da “Biz” diye anılan Yüce Konsey, daha sonra Cebrail, Azrail, Mikail ve İsrafil’den oluşan dört büyük melek ve Araf elçileri -ki burada Araf elçilerinin daha üst bir konumda olduğunu sanıyorum ama benimki yalnızca bir tahmin- daha sonra insan cinsine geçince peygamberler, veliler, şehitler, bilginler ve daha sonra takva önceliğine göre müslümanlar ve daha sonra hangi dinden olursa olsun Allah’ın birliğine iman edenler olmak üzere bundan sonra az negatiften çok negatife olarak devam eder. Yani büyük günahlara girenler, ateşin en altındaki ikiyüzlüler ve en son olarak da orduları ve lanetlenen şeytan. Açıklamak istediğim konuda anlatmam gereken noktalardan biri şudur: Bu hiyerarşik tabloda en yüceler de dahil olmak üzere bütün varlık alemi Allah’ın Hadi ve Nur (yani doğru yolu gösteren ve ışığın kaynağı/ ışığa çağıran) isimlerinin tecellisiyle sürekli tekamüle (Pozitif değişim ve
135
gelişim) uğramaktadırlar ve giderek daha fazla uğrayacaklardır.
“O hiç durmadan tespih edenler de elbette biziz”
ayetini okursanız en yücelerin, O’nun katındakilerin bile tespih faaliyetiyle O’na yaklaşma, O’nun rızasını kazanma ve O’nu anlama yolunda çaba sarf etmekte olduğunu görürsünüz. Ve bu hiyerarşik tablonun insan açısından olumlular yani cennete gidecekler kısmını ele alırsak her üst hiyerarşik sınıfın alt sınıflara göre daha bilgili, olumlu, imanlı cesur ve vakarlı olduğunu görürsünüz. Bir peygamber Cebrail olamayacağı gibi, normal bir müslüman da peygamber olamaz. Peki bu hiyerarşik tablonun cehennem kısmı neden ortaya çıkmıştır? Cevap açıktır. İnsanın yaratılması esnasında İblis’in Allah’a isyan etmesinden ortaya çıkmıştır. Şu nokta unutulmamalıdır ki meleklere ve daha aşağı varlıklara yani cinlere “Adem’e secde edin!” emrinin verildiği zaman-mekan ortamında, insanın bu dünyada yaşadığı gibi bazı şüpheler veya karmaşıklıklar veya konsantrasyon bozuklukları yoktur. Orada emir verilen tüm varlıklar emir ve gerekleri konusunda kesin bilgiye ve imansal olarak da kesinliğe sahiptir. Orada bir akıl karışması veya bir şüphe yoktur. Nitekim İblis, Allah’a isyan ettikten sonra lanetlenmiş ve en az olumlu varlık konumundan en lanetli konuma düşmüştür. Aslında İblis’in insan yaratılmadan önce en az olumlu varlık konumunda olması Allah’ın bütün varlık kuramını olumluluk üzerine kurduğunu anlatır. Oysaki İblis Allah’a isyan ettiği anda lanetlenmiş ve belki de -burası kesin olmamasına rağmen- cehennem o anda yaratılmıştır. Cehennem kanımca Allah’ın öfkesine işaret eder. Allah’ın öfkelendiği zararsız küçük günahlar değil, bile bile yapılan, ısrar edilen büyük günahlardır. Nitekim Kuran’da
136
“Size açıkladığımız günahların büyüklerinden uzak durursanız sizi sapmayan yola kılavuzlar ve bereketlerle dolu varış yerine ulaştırırız”
denmektedir. Hatta Rahman ve Rahim olan Kuran’da rahmetini şöyle anlatmaktadır:
“Rahmetim her yanı kuşatmıştır, azabımı ise dilediğime çarptırırım.”
Bütün bilgisizler, dünyadaki hemen her insanın cehenneme gideceğini söyler oysaki cehennem, sadece Allah’ın öfkesini çekenler üzerinedir. Fakat bu düşünce sizi şu yola sevketmesin. “Nasıl olsa büyük günahlar işlemiyoruz o halde Allah yolunda canımızı dişimize takarak veya gücümüz yettiğince çalışmamıza, çaba harcamamıza, hayırları ve iyilikleri yaymaya gerek yok.” Bu takdirde insan günah üzerine düşünmeye başlar. İnsanın mantık düzeni bir çizgiyle izah edilebilir. Ya sağ tarafa ya sol tarafa giden bir çizgi. Sağ taraf iyilikleri ve güzeli simgeliyor, sol taraf ise kötülükleri ve günahları simgeliyor. Eğer okunuz sağ tarafa gitmiyorsa sol tarafa gider. Şöyle bir örnek verilebilir. Elinden hiçbir şey gelmeyen bir insan bile ben Allah yolunda ne yapabilirim diye düşünse, bu okun sağ tarafa gitmesidir. Yapılan eylem ise her zaman düşüncenin ardından gelir. O halde mantık iyi ve hayırlı eylemin binasını sağlıklı, temiz düşüncenin üzerine bina etmektir.
Hatta Kuran cehennem hakkında olaya bakış açısını şöyle bir şekilde de anlatır.
137
“Oraya girmeye kimlerin daha layık olduğunu biz daha iyi biliriz.”
O halde kimse kimseyi cehennemlik olmakla itham etmesin. Herkes elinden geldiğince hayır ve barışı yaysın ve özendirsin. Bu en iyi yoldur. Kanımca İblis’in Allah’a isyanı O’nu yeterince yüceltememesinden ve bilememesinden ortaya çıkmıştır. Daha doğrusu sınav edilen bir varlık olarak kendi eksikliğini kabul edememesinden ortaya çıkmıştır ki İblis, Adem’in içine Rahman’ın nefesinden üflenmesinden ortaya çıkan sonucu, yani insanın en şerefli yaratılan olduğu sonucunu kabul edememesinden dolayı lanetlenmiştir. Fakat cehennem öyle uzun süreli ve yakıcı bir ateştir ki cehennemlik olan varlıklarda ancak bu şekilde bir azabın sonucunda Allah’ın yüceliğini ve kudretini anlayabilmektedirler. Ve anladıkları anda da cehennemden çıkacaklardır. Yani ne insanlar için, ne diğer varlıklar için cehennem sonsuz değildir. Fakat dehşetine kelime yetmeyen bir ders alma ve anlama sürecidir. Yüce Allah öylesine yüce, ihtişamlı ve kudretli bir varlıktır ki kendisini anlamayanları, inkar edenleri ve hışmına uğrayanları cehennem ateşiyle tekamüle uğratmaktadır. Daha önce yazdığımız, Allah sevdiğini sevgiyle, aşkıyla cennette yakar sözünün anlamı budur. Yaratılmış ve sınav edilen varlıklar iki seçenekten birini seçeceklerdir. Ya Allah’a inanıp bunu gereklerini yapmak -ki bunun başında Kuran’ın anlamına sarılmak vardır- ve Allah aşkıyla bu dünyada da ahirette de yanmak veya kalpler dünyada da ahirette de boş olarak cehennemde yanmak. O Allah, kendisine asla ortak koşulmasını istemeyen hırslı bir sevgilidir ve alemlerin yaratılış sebebi Alemlerin Rabbinin yüceliğinin anlaşılmasıdır. Sonuç olarak anlaşılmasını istediğim cümlem şudur ki cennete gidenler de cehenneme gidenler de gittikleri yere çok kutsal
138
bir şeyi, yani “Allah’ın yüceliğini anlamak için” gittiklerini gittikleri yerde, gittikleri zaman anlayacaklardır.
İNSANIN VARLIK SORUNLARI
Bu bölümde insanın ne zaman ve neden yaratıldığını ve buna paralel olarak Kuran’ın (ve tabii daha önce gelen bütün kitapların ve sayfaların orijinal hallerinin) neden indirildiğini birbiriyle bağlantılar kurarak anlatmaya çalışacağım Bu bölümü anlatmak için öncelikle Abese suresi 17-42. ayetleri iyice incelemenizi istiyorum:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Kahrolası insan, ne kadar da nankördür! Hangi şeyden yarattı onu? Bir spermden! Yarattı onu, ölçülendirip biçimlendirdi onu. Sonra, yolu kolaylaştırdı ona. Sonra öldürdü onu, kabre koydurdu onu. Sonra dilediği zaman diriltip ortaya çıkardı onu. Hayır, hayır! O, O’nun kendisine emrettiğini hiç yerine getirmedi. Hadi, bakıversin insan, kendi yiyeceğine! Biz suyu döktük de döktük. Sonra yeryüzünü yardık da yardık. Ardından orada daneler bitirdik. Üzümler yoncalar… Zeytinler, hurmalıklar… Gür çimenli, bol ağaçlı bahçeler… Meyve, otlak/ sebze… Sizin ve hayvanlarınızın yararına. Şiddetle çarpanın çıkardığı korkunç ses geldiğinde. Bir gün ki o, kişi öz kardeşinden kaçar. Öz annesinden, öz babasından…Eşinden, oğullarından… O gün onlardan her kişinin kendine yetecek bir uğraşı vardır. Yüzler vardır o gün, pırıl pırıl… Gülen, müjdelerle parıldayan… Ve yüzler vardır o gün, toza toprağa bulanmış… Tozu toprağı da bir is bürümüştür. İşte bunlardır küfre sapanlar, kötülüğe batanlar.”
Ve bir başka dipnot olarak İnsan suresi 1-3. ayetleri yazalım:
139
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… İnsan üzerinde, henüz anılan bir şey olmadığı bir süre geçmedi mi zamandan? Doğrusu, biz insanı karışım olan bir spermden yarattık. Halden hale geçiririz onu. Sonunda onu işitici, görücü yaptık. Biz onu yola kılavuzladık. Artık ya şükredici olur ya nankör…”
İnsan suresinin birinci ayetinden de anlaşılacağı üzere insanın yaratılış sürecinden önce de çok uzun bir yaratılmışlar süreci vardır. Ben bu yaratılış sürecinde en eskiden en yeniye; Kuran’da “Biz” diye anılan kudretliler topluluğu, melekler ve daha sonrada insandan önce de sınav edilen ve hala sınavları devam eden, kendilerini “çoğumuz sapmıştır” diye nitelendirilen cinler toplumu olarak sıralandığını düşünüyorum. Kaldı ki ne zaman yaratıldığı bilinmeyen argo dilinde “uzaylı” olarak adlandırılan bazı varlıklar da olabilir evrenimizde. Ancak burada konumuz insan ve insanın hidayetidir. Esas olarak Kuran, Kuran’da en son gönderilen ve değiştirilemeyen son ve gerçek kaynak olarak tanımlansa da diğer peygamberlere gönderilen kitaplar da peygamberlerin tebliğ ettiği şekilde ve biçimde kaldıkları sürece onlar da ilahi ve hak kitap idi. Yani burada anlatmak istediğimiz Kuran’da dahil olmak üzere daha önceki tüm kitapların ve sayfaların değiştirilmemiş hallerini bir araya toplarsanız bunların tümünü “Kitap” başlığı altında adlandırabilirsiniz. Esas olarak insan yaratılmadan hatta dünya ve dünyanın içinde bulunduğu evren yaratılmadan önce -yani 14 milyar yıl önceki Big Bang’den önceyi söz ediyorum- zaman mekan boyutları, Alemlerin Rabbinin birliği ve O’nun kulları, O’na kulluk etmek kavramları vardı. Eğer yukarıda yazdığımız Abese suresine bir bakarsanız Kuran’da verilen oluşum
140
sürecinin bugünkü bilimin açıklayabildiği oluşum süreciyle aynı olduğunu anlayabilirsiniz. Hatta evrenin oluşum süreciyle ilgili
“O küfre sapanlar görmediler mi ki gökler ve yer bitişik idi, biz onları ayırdık. Her canlı şeyi sudan oluşturduk.” (Enbiya 30) ve
“Hiç kuşkusuz biz genişleticileriz”
ayetleri bu konuyla ilgili ispatımdır. Bugün evrenin büyük patlama ile birlikte ışık hızından da öte ve giderek artan bir ivmeyle genişlediği bilim adamlarınca kabul edilmektedir. İnsanın ilk yaratılış anı ana babanın dünyada fiziksel birleşmesiyle oluşan zigot fazıyla değil, insanın kendi yaratılışına tanık tutulduğu yaratılış anıyla başlar. Bu an büyük ihtimalle Big-Bang’den yani evrenin yaratılmasından da çok daha öncedir ve bu anda insan Yaratıcısı ile karşı karşıyadır. İşte insan tam bu yaratılış anında dünyadaki sınavıyla ilgili her şeyi kendisi seçer. Hani biz diyoruz ya insana irade verilmiştir. Ahirette bulacağı sonuç ya da dünya üzerindeki gidişatı kendi iradesinin, seçimlerinin sonucudur. İşte bu bilgimiz üzerine şimdi bir başka bilgi de ekleyebiliriz. Daha önceki bildiğimiz öğretiye göre insanın iradesi dışındaki şeyler Allah’ın sorumluluğundaydı. Mesela hangi ülkede doğacağı ya da ana babasının kim olacağı ya da doğuştan hangi yeteneklerin ve eksikliklerin verileceği ya da fiziksel görünümü vs… İşte insanın kendi iradesi dışında, içinde bulunacağı konumlar da aslında Rahman’ın insanı yaratışı ve insanı kendi yaratılışına, kaderine tanık tuttuğu anda Rahman ile insan arasında geçen olayların (sınavların, diyalogların, isteklerin ve reddedişlerin) sonucudur. Aslında insana dünyaya gönderilirken ne isterse verilmiş ve neyi reddetmişse verilmemiştir. Örneğin ben
141
bugün Türkiye’de doğmuşsam ve okumayı çok sevmek gibi bir özelliğim varsa buna karşılık da fazla para kazanamıyorsam bu benim tercihimdir yani… İnsanın dünyaya geldikten sonraki bilinçli iradesiyle yaptığı ve yapmadığı veya eksik bıraktığı şeyler de kendi iradesinin sonucudur ve insan bunların sonuçlarından da sorumludur. O halde şunu söyleyebiliriz. Kader, insan-Allah ilişkisinin bir boyutu olan bir gidişattır. Yani önceden yazılmış bir kader yoktur. Yalnız şu vardır. Allah ve O’nun katındakiler, oradaki evren kitabını okuyanlar için evrenin yaratılışından kıyamete kadar sürecek zaman diliminde bütün olasılıklar bellidir ve bilinir. Örneğin sigara içen birinin kanser olma olasılığı artar veya elinin parmak uçlarını gövdenden bir metreden uzağa uzatamazsın veya bilmediğin bilgi hakkında yorum yapamazsın. Bunu Kuran’ın Fatır suresinin 11. ayetiyle açıklayalım:
“Allah sizi bir topraktan, sonra bir spermden yarattı; sonra sizi çiftler haline getirdi. O’nun ilmi dışında, bir dişi ne hamile olur ne doğurur. Yaşayan bir varlığa daha çok verilmesi de onun ömründen biraz azaltılması da mutlaka bir kitapta yazılıdır. Bu, Allah için gerçekten çok  kolaydır.”      Görüldüğü gibi Yaratıcı Kudret bütün varlıkları öyle bir olasılıklar sistemi içinde yaratmış ve insana öyle bir hidayet vermiştir ki insanın yaptıklarına ve yapmadıklarına göre uzun ömürlü veya kısa ömürlü olması bile bu gidişatın sonucuna göre belirlenmektedir. Burada Kuran toplam bağlamda nimeti ömür olarak nitelese de bunun alt kavramları içinde sevgi, kadın, çocuk, mal, mülk, zenginlik, ilahi derece türünden her türlü kavram söz konusudur. Dikkat ederseniz ayette kesin bir kaderin belirlenmesinden değil gidişata göre olasılıkların belirlenmesinden bahsedilmektedir.
142
O halde şunu söyleyebiliriz: İnsanın kendi yaratılış sürecindeki, Allah’ın kendisini yaratma safhasındaki kabul ettiği veya reddettiği şeylerden ve kendi seçimlerinden başlamak üzere yaşayacağı her sonraki an, bir önceki an veya anların sorumluluğuyla birlikte kendi seçimlerinin ve hedeflerinin, amaçlarının toplamının sonucudur. En son an olan ölüm anı ve ahiret anı ise genel toplamın sebebiyle ve sonucuyladır. Peki şimdi bazı sorulara cevap verelim. Neden bazı insanlar Afrika’da açlık içinde yaşarken bazı insanlar bolluk veya servet içinde doğuyor? Neden bazı insanlar sağlıklı olarak doğarken bazıları engelli olarak doğmaya ve yaşamaya mahkum oluyor? Ya da neden bazı insanların geniş bir ailesi varken bazıları yalnız yaşıyor? Bu konuya şöyle bir teoremle cevap vereceğim. Yaratıcı Kudret insanı yaratırken her insana her konuda eşit şans veriyor. Mesela her konu için normal düzey yüz üzerinden elli olsun. Bazı insan diyor ki benim çocuğum olmasın (oradan eksi beş puan kalsın) buna karşılık fiziksel ve ruhsal olarak çok güzel yaratılışta olayım. (o eksi beş puanı fiziksel ve ruhsal güzellik haneme yazın). Bazı insan diyor ki ben doktor olayım, çok param olsun ama çok çalışmak zorunda kalayım. (Dikkat ederseniz yine bir denge var). Bazı insan diyor ki ben ömrüm boyunca fakir bir hayat süreyim ama ömrüm boyunca imanım tam olsun, ölüm bana çabuk ve kolay gelsin. Buna karşın çocuklarım çok ve hayırlı olsun. Bu örnekler çoğaltılabilir. Fakat ben burada Allah’a Elest gününde verdiği sözde duran inananlardan bahsediyorum. İnkarcı veya ikiyüzlü olarak yaşayanlar ve öyle ölenler ise bu olasılıklar teoremine dahil değil. Onlar bozgunculuk yaptıkları, sözün dışına çıktıkları için kaderin dışına yani cehenneme fırlatılıyorlar.
143
İşte Alemlerin Rabbi hepimizi bir araya topladıktan sonra şöyle bir söz almıştır. Bu söz Kuran’da Araf suresi 172-174. ayetlerde açıklanır:
“Hani Rabbin, ademoğullarından, bellerinden zürriyetlerini alıp onları öz benliklerine şahit tutarak sormuştu: “Rabbiniz değil miyim?” Onlar: “Rabbimizsin, buna tanıklık ederiz” demişlerdi. Kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” demeyesiniz. Şöyle de demeyesiniz: “Daha önce atalarımız şirke batmıştı. Biz de onların ardından gelen bir soyuz. Gerçeği çiğneyenler yüzünden bizi helak mı edeceksin?” Biz, ayetleri işte bu şekilde ayrıntılı kılıyoruz ki, hakka dönebilsinler.”
Bu söz insanlar dünyaya geldiklerinde hangi konumda olurlarsa olsunlar Allah’ın birliğini tanıyacaklarına ve inanacaklarına dair verdikleri bir sözdür. Ayette, sözden dönmüş olmanın tek sebebinin ise şirke sapmak, şirke sapmanın sebebinin de Rahman’ın gönderdiği kitaplardan uzak düşerek veya reddederek ataları, büyükleri yani kendilerinden önce gelenleri takip etmek olduğu açıklanır.
Bu konuyla ilgili olarak bir başka açıklama Kuran’da Ahzab suresi 72-73. ayetlerde geçer:
“Biz, emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmekten kaçındılar, ondan ürktüler. İnsan ise çok zalim ve çok cahil olduğu halde onu yüklendi. Bunun böyle olması, Allah’ın; ikiyüzlü erkeklerle ikiyüzlü kadınlara, şirke sapmış erkeklerle şirke sapmış kadınlar azap etmesi, mümin erkeklerle mümin kadınların tövbelerini kabul etmesi içindir. Allah Gafur’dur, Rahim’dir.”
144
Ayetlerde insanın çok zalim ve çok cahil olduğu için hiçbir zaman tamamen temiz ve tamamen mükemmel olamayacağı belirtilmekte, ayrıca azabın yalnızca ikiyüzlülerle şirke sapanlara yapılacağı bildirilmektedir. İkiyüzlülüğün açıklaması, Allah’a yaratılış anında verdiği söze rağmen bu sözde durmamaktır ki bu dünyada akıl ve kalp ile yapılanların birbirini tutmaması veya kalpten geçenlerle akıldan geçenlerin aynı olmaması şeklinde belirginleşir. Ve kimsenin beklemediği çok önemli bir nokta. Allah mümin olan yani en basit olarak kendisinin birliğine inananların hepsinin tövbelerini kabul edecek ve hepsini affedecektir. Kimse Allah’ın rahmetini kısıtlayamaz veya öyle gösteremez. Burada detay nokta bu tövbenin ve pişmanlığın ahirette, Allah’ın huzurunda da dile getirilebileceğidir. Allah’ın azabıyla kendini müslüman gösterip cehennem çığırtkanlığı yapanları Kuran’da Hz. Musa’nın dilinden şöyle uyarır:
“Allah hakkında gerçek dışı bir şey söylememek benim var oluş borcumdur.”
Her nedense şeytanın firavunları İslam giysisine bürünmüş olmalarını, siz müslüman değilsiniz diye, temiz kalpli insanların gözüne sokup durmakta ve gerçek anlamda müminleri de İslam’dan uzaklaştırmaktadırlar. Fakat sonuçta mağlup edilenler kendileri ve galip gelenler Allah’ın taraftarları olacaktır. Sizlere Kuran’dan şu ayetleri hatırlatmak isterim:
“Haber ver kullarıma, evet benim Gafur ve Rahim. Ama acıklı azabın ta kendisidir azabım benim!”
145
“Rahmetim her yanı kuşatmıştır. Azabıma gelince, onu dilediğime çarptırırım.”
“Yemin olsun, zikirden sonra Zebur’da şunu yazmıştık: Yeryüzüne benim iyilik ve barış seven kullarım varis olacaktır. Kuşkusuz bunda, ibadet eden / iş yapıp değer üreten bir topluluk için kesin bir tebliğ vardır. Ve biz seni ancak alemlere bir merhamet/ bir sevgi olman dışında bir şey için göndermedik. De ki: “Bana şu vahyediliyor: “Tanrınız ancak bir tek tanrıdır. Peki, siz müslümanlar/ Allah’a teslim olanlar mısınız?”
Kuran’da bir başka ayet Allah’ın birliğine inananların ve en azından büyük günahlardan uzak durmaya çalışanların eninde sonunda hidayete, doğru yola ve başarıya ulaştırılacağını söyler çünkü:
“Eğer sizi uyardığımız günahların büyüklerinden sakınırsanız bazı küçük sürçmeler hariç sizi dosdoğru yola iletir ve o bereketli varış yerine ulaştırırız.”
Bu ayette insanın yalnızca büyük günahlardan sakınmasının bile hidayete, başarıya ve cennete vesile olabileceği belirtilmektedir.         İNSANIN VARLIK AMACI
Esas olarak dünyanın eski çağlarından beri bütün filozofların sorduğu en genel ve üzerinde en çok tartışılan sorulardan biridir insanın varlık amacı. Ben bu sorunun “Felsefe biliminin amacı nedir?” olarak da sorulabileceğini düşünüyorum. Çünkü insanı diğer varlıklardan ayıran en temel öğe düşünceyse ve diğer bütün fiziksel veriler ölümle birlikte
146
kayboluyorsa bu soruyu “Düşüncenin amacı nedir?” diye de sorabiliriz. Elimizde şöyle veriler olduğunu düşünüyorum. İnsanın belirli bir ömür süresi var ve insan ömrü boyunca da düşünerek bir çok gerçeğe ya tanık oluyor ya da bir çok gerçeği düşünerek buluyor. O halde bu sınırlandırılmış ömür süresince insanın bulması gereken tek, yalın ve mutlak ve gerçek ve o gerçeğin ardında yeni bir düşünce süreci olmalı. Konuyu fazla uzatmadan açıkça söyleyeyim. İnsanın dünya üzerindeki varlık amacı ya da insan düşüncesinin amacı “Yaratıcısına” ya da “Allah’ın birliği” gerçeğine ulaşmaktır. Eğer insan bu gerçeğe ulaşmadan ve bu gerçeğin gereklerini Allah’a ispatlamadan ölürse, fiziksel bedenin ölümüyle birlikte tüm maneviyatı ve düşüncesi de ölür. Siz buna cehenneme gitmek de diyebilirsiniz ama ben teorik olarak insanın maddi manevi tüm değerlerinin helak olması, yerle bir olması diyorum. Bu gerçekliğe ulaşmanın yolu bu gerçekliği düşünmekten geçer ve bu konu hakkında elimizde kendimizi test etmek, üzerinde düşünmek, daha da açık söylemek gerekirse göğsünü gere gere üzerinde düşünerek sınav edilmek üzere insanoğlunun elinde tek kaynak vardır. O da Kuran-ı Kerim’dir. Ben müslümanım demekle veya kulaktan dolma bilgilerle İslam’a giremezsiniz. İlahi ve tartışmasız kaynağın süzgecinden geçmek zorundasınızdır ve bu sınavdan ancak temiz kalpliler sapıtmadan geçebileceklerdir. Kuran okumayan bir müslümana ben müslüman demiyorum açıkçası. Ancak işi Allah’ın rahmetine kalmış bir cahil diyorum. Allah eğer onu affedecekse sadece iyi niyetinden ve Kuran’ın önemini bilmediğinden affedecektir büyük olasılıkla. Eğer Allah’ın birliği diye bir gerçeklik varsa insan buna hem duygusal yollarla hem de mantıksal yollarla ulaşabilir. Her ne kadar bir takım bilinemezciler “Tanrı’nın varlığı bilinemezdir o halde üzerinde tartışılamaz” derse ki aslında
147
hepsi salaktır, Tanrı’nın varlığı kavramı insan düşüncesinin en temel, en büyük ve en derin konusudur. Eğer Tanrı’nın birliği diye bir kavram varsa o halde insanı ya ilahi aşk ateşiyle yakacak ya da cehennem ateşiyle yakacak bir sorun olmalıdır. Çünkü söz konusu varlık bizzat Yaratıcı Kudret olarak güçleri, ışığı, sevgisi ve hışmı / öfkesi sonsuz kudrette olan bir varlıktır. Fakat cehennem içindekiler için Kuran’da şöyle bir tabir kullanılır:
“Artık onlar için burada bir sıcak dost yoktur!”
Bu demektir ki Kuran Allah’ı, kendisini bilmeyenler için bile, sıcak bir dost olarak tanıtmaktadır ve söz konusu kudretin dostluk anlayışı öyle bir uç noktadadır ki ancak cehenneme kendisinin rahmetinden uzak tutulacak şekilde girenler için, Allah’ın dostluğundan hariç tutulurlar. Şöyle bir şey de söyleyeyim. Siz onu bilmeseniz de O size dosttur. Belki onu inkar etmeniz belirli aşamalardan ve eğitimlerden geçip O’nu bulmanız içindir. Belki O’nu bilmemeniz O’nun hasretini çekmeniz ve bir gün O’nu bulmanız içindir. Ve şundan eminim: O’nun dostluğunu bulduğunuz zaman O’ndan başka dosta ihtiyacınız kalmadığını da anlayacaksınız. İnsanlara ise sadece sevgi ve saygı ile bakacaksınız.
“Allah, İbrahim’i dost edinmişti!”
“Allah! O’dur gerçek dost!”
Bu ayetlere, biz bu konuma ulaşamayız diye yaklaşırsanız bu yanlış bir tutum olacaktır. Allah Kuran’da ayetleri ulaşılamaz olsun diye değil kullara örnek ve ibret olsun diye verir.
148
O halde insan, duygusal ya da sezgisel olarak dahi, böyle yüce  bir varlığın varlığını hissetmeye başladığı anda, O’na yaklaşma yolunu seçmelidir. Evet, Tanrı kendisinin ilahi kitaplarda bildirdiği şeyler dışında bilinemezdir, fakat bu O’nun insan kavrayışından aşkın bir boyutta olmasından dolayıdır. Ve Allah’ın birliği kavramına yalnızca inanılarak ve temiz kalple ulaşılabilir çünkü bazen imansal bilgi, kanıtlanabilir bilgiden çok daha büyük bir kavrayışın ve anlayışın sonucudur. O halde başlangıçta sorduğumuz insanın varlık amacı ya da insan düşüncesinin amacı ya da insan felsefesinin amacı sorularının cevabı şudur: Dünyaya hiçbir şey bilmiyor halde gelen ve akıl ve tecrübe yoluyla öğrenen insan düşüncesinin, ölümden önce ulaşması gereken tek bir gerçek vardır. O’da dünyanın, insanın, varlık aleminin, evrenin ve bizim bilmediğimiz alemlerin tek bir yaratıcısı olduğu ve bu Yaratıcı’nın da kendini bize “Allah” olarak tanıttığıdır. Peki Allah’ın birliği gerçeğine ulaşan insan ne yapacaktır? Şu sorunun cevabını vermelidir kendine; madem ki ben dünyaya gelmeden önce bile bir şekilde yaratıldım, o halde bu farkındalığa vardıktan sonra ne yapmam gerekli? Bu soruya cevabı Yüce Yaratıcı kendi kitabı Kuran’da verir:
“Ben cinleri ve insanları yalnızca bana kulluk, ibadet etsinler diye yarattım.”
Bu noktada üzerinde durmak istediğimiz bir nokta da “Allah’ın birliği” kavramına ulaşan bir insanın O’na nasıl kulluk etmesi gerektiğidir. Birincil ya da öncelikli kavram olarak “Bilerek kulluk etmek” kavramını irdeleyebiliriz. Yani şunu yapmamalıdır insan, “Ben Allah’ın birliğine inanıyorum, namazı kılıyorum, orucu tutuyorum, zekat da veriyorum, büyük günahlara da girmiyorum, gerisi fazla önemli değil…”
149
Hayır, bu değil gerçek ibadet. İslam dininin özü aslında yaşadığın anı samimi yaşamaktan ibarettir. Eğer namaz kılarken gerçekten Allah’a secde ediyorsan namaz kılıyorsundur. Oruç tutuyorken gözlerin ve aklın yemekten başka bir şey düşünmüyorsa, o, oruç değil eziyettir. Zekat veriyorsan eğer gerçekten içinden gelerek ve isteyerek veriyorsan, gerçekten zekat veriyorsundur. Hatta İslam dini ya da Allah’ın dini dediğimiz şey bu temel ibadetlerden ibaret değildir. Sabahları karını ve çocuklarını öperek uyandırmak da çok büyük bir ibadettir. Bir tanıdığına güzel bir selam verip bir çayını içmek de güzel bir harekettir. Olayın ikinci boyutu ise farkındalıktır. Eğer bir insan gerek dünyevi, gerek ilahi yaşantısını, bir an bile başkaları gibi ya da otomatiğe bağlanmış geçiriyorsa o an ölü bir andır. Anlatmak istediğim şu, kendini uzaktan seyretmek değil, yaşamak ve yaşadığını hissetmek önemli olan. Gülü görüp de koklamamak, geceleri parıldayan binlerce yıldızı bilmemek, gücü yettiği halde çalışmamak, uğraşmamak, savaştığın zaman ölümüne savaşmamak hep farkında olmamak ve kayıp anlar veya zaman dilimleridir. Eğer insan secde ederken tüm benliğiyle fiziksel ve ruhsal olarak secde edebiliyorsa bu bir farkındalık olayıdır. Farkında olmamak sorunu ise psikolojiktir. İnsanın kendini bulmamasından ve kendini tanımamasından ileri gelir. Bu sorunun cevabı da Kuran’ın anlamıdır çünkü Kuran, okunduğu sırada vurduğu ilahi olumlu darbeler ve kişiyi kendine getirişiyle, bu farkındalığı sağlar. Hem bu konuyu açmak açısından hem de bir yönden üçüncü bir nokta ise Kuran’ın anlamsal boyutunun, yani en mükemmel şekilde tanımlamak istersek “Her okuyanın diline göre yapılmış bir surelerin iniş sırasına göre Kuran’ın bire bir çevirisinin” insanın maddi manevi bütün yaralarını saracağı, hatta, insanı aktivatör ve yararlı hale getireceği gerçeğidir. Bu sayede insanın hem maddi hem manevi dünyasında, çok
150
büyük değişimler ve gelişimler olabilir. Hatta olay o boyutlardadır ki dünyadayken Kuran’ı anlamsal olarak okunmasına yaraşır bir şekilde, sarılarak ve bırakmadan okuyan bir insan, bir yandan da Allah’ın kendisine sunduğu sesli ve sessiz kader ilhamlarıyla O’nun huzuruna kendini gerçekleştirmiş olgun bir birey olarak gelir. Vaat edilen sonsuzluk cenneti ise Allah’ın lütfunün sadece küçük bir parçasıdır. Bilinçli olarak iman etmek konusunu iki kısma ayırabiliriz. Bunlardan birincisi Kuran’ın Enam suresinin 74- 88. ayetlerinde yer alan isteyerek ve sezgiyle iman etmektir.
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… İbrahim babası Azer’e şöyle demişti: “Putları tanrılar mı ediniyorsun? Seni de toplumunu da açık bir sapıklık içinde görüyorum.” Böylece biz, İbrahim’e göklerin ve yerin melekutunu gösteriyorduk ki, gerçeği görüp bilerek inananlardan olsun. Gece onun üstünü örtünce bir yıldız gördü de, “İşte Rabbim bu!” dedi. Yıldız battığında ise “Batıp gidenleri sevmem!” diye konuştu. Ay’ı doğar halde görünce, “Rabbim bu!” dedi. O batınca da şöyle konuştu: “Eğer Rabbim bana kılavuzluk etmeseydi sapıtan topluluktan olurdum.” Nihayet, Güneş’in doğmakta olduğunu gördüğünde, “Benim Rabbim bu, bu daha büyük!” dedi. O da batıp gidince şöyle seslendi: “Ortak koştuğunuz şeylerden uzağım ben! Ben bir hanif olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana döndürdüm. Müşriklerden değilim ben.” Toplumu ona karşı çıkıp kanıt getirmeye kalkıştı. O dedi ki, “Allah hakkında benimle çekişiyor musunuz? Beni doğru yola O iletti. O’na ortak koştuğunuz şeylerden korkmam! Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbim bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hala öğüt almayacak mısınız? Hem siz, hakkında size hiçbir kanıt indirmediği şeyleri Allah’a ortak koştuğunuz halde
151
korkmuyorsunuz da ben, ortak tuttuğunuz şeylerden nasıl korkarım!” Şimdi, eğer biliyorsanız, iki kesimden hangisi güvende olmaya / güvenilmeye daha layıktır? İman edip de imanlarını herhangi bir zulümle kirletmeyenler var ya, güvende olma / güvenilir olma işte onların hakkıdır; doğruyu ve güzeli yakalayanlar da onlardır. İşte bunlar, kavmine karşı İbrahim’e verdiğimiz kanıtlardır. Dilediklerimizi derece derece yükseltiriz. Senin Rabbin Hakim’dir, Alim’dir. Biz ona İshak’ı ve Yakup’u hediye ettik. Hepsini doğruya ve güzele kılavuzladık. Daha önce Nuh’a ve onun soyundan Davud’a, Süleyman’a, Eyyüp’e, Yusuf’a, Musa’ya, Harun’a da kılavuzluk etmiştik. Güzel düşünüp güzel davrananları böyle ödüllendiririz biz”
Görüldüğü üzere Hz. İbrahim kendisini yaratan kudrete, önce O’nun dışındakileri dışlayarak, sonra imanla ve sonra da aşkla varmak istemiştir. Bu kavuşma herhangi bir kitabın indirilmesiyle değil sadece Hz. İbrahim’in O’na karşı duyduğu aşk, istek, sezgi ve bunun karşılığında Allah’ın yol göstermesiyle olmuştur. Bu olay kul ile Allah arasında geçen ve arada hiçbir ikiyüzlülüğün, riyakarlığın olmadığı, sadece samimiyetin ve aşkın var olduğu bir kavuşma hadisesidir. Hatta Kuran’da Hz. İbrahim’in samimiyeti o derece övülmüştür ki sonunda olay
“Allah, İbrahim’i dost edinmişti”
Gerçeğinin Kuran’da yer almasına kadar gelmiştir. Bakara suresi 124. ayette şöyle bir olay gelişmektedir:
“Hani Rabbi, İbrahim’i bazı kelimelerle imtihana çekmiş, o da onların hakkını vermiş de Rab şöyle demişti: “Seni İnsanlara önder yapacağım.” İbrahim, “Soyumdan birilerini
152
de” deyince Allah, “Benim ahdim, zalimlere ulaşmaz” buyurdu.”
Bu sınavda Hz. İbrahim, Allah’ın kendisine sunduğu imge kelimelere en uygun tanımı veya cevabı vermiş ve bu yüzden de bir insan için alınabilecek en büyük ödüllerden birini almıştır. Sözgelimi şöyle bir diyaloğu örnek olarak verebiliriz:
Allah: Gül… İbrahim: Dikenlerine boyun eğerdim Şeklinde aşksal ve karşılıklı aşkı anlatan cümleler geçmiş olabilir. Yine Bakara suresi 260. ayette insanoğlunun Rahman’a karşı nasıl bir samimiyet göstermesi gerektiğinin muhteşem örneklerinden biri yer almaktadır:
“Hani, İbrahim de şöyle yakarmıştı: “Rabbim, göster bana, nasıl diriltiyorsun ölüleri?” “İnanmadın mı?” diye sordu. “İnandım, dedi, ancak kalbimin tatmin olması için!” Allah dedi: “Kuşlardan dört tane al, onları kendine ısındırıp alıştır. Sonra her dağın üstüne onlardan bir parça koy. Sonra da onları çağır. Koşarak sana geleceklerdir. Bil ki Allah Aziz’dir, Hakim’dir.”
Bu ayette Hz. İbrahim belki de bizim bile kalbimizde var olup olmadığını bilemediğimiz bir inanç noktası ve derinliğe iniyor ve diyor ki;
“İnandım, ancak kalbimin tatmin olması için”
Bu muhteşem samimiyet gösterisinin ardından Yüce Yaratıcı Hz. İbrahim’i öyle bir şekilde onore etmektedir ki… Kesilerek dağlara konan dört ayrı kuşu dört insan ırkının
153
kıyametteki hallerine, Hz. İbrahim’i ise kendine yani (Allah’a) benzeterek bütün iyi insan topluluklarının kıyamet günü koşarak Hz. İbrahim’in huzuruna (Allah’ın) geleceğinin bir ön tasviri yapılmıştır. Bilinçli olarak iman etmenin ikinci ve sarsılmaz yolu ise Kuran’ın anlamına sarılmaktır. Eğer insan, diğer dini ve etkileyici görünen kaynakların etkisinde kalmadan
1-) Bütün özgürlüğü, samimiyeti, içtenliği ve yöneliminin tamlığıyla 2-) Yalnızca Kuran’ın anlamını rehber edinerek Alemlerin Rabbine kulluk etmeye, hatta kulluk etmenin de bir derece ötesine geçerek O’nunla aynı diğer peygamberlerin konuşmaları gibi samimi ve içtenlikli konuşmalarla ve hatta Allah’ın düşünceleri de bildiğini bilip düşünce yoluyla, olumlu, içten düşüncelerle O’na yönelirse, o insan için, cehennem kapıları sonsuza kadar kapanır ve adeta dünyadayken bir cennet hayatı başlar.
İYİLİK VE KÖTÜLÜK NİÇİN YARATILDI?
Kitabımızın daha önceki bölümlerinde insanın hatalı varlık olmasına ve bir kısmının cehenneme gideceği biline biline neden yaratıldığı ve hatta şeytanın Allah’a isyan edeceği, lanetleneceği ve saptırıcı odak olacağı biline biline neden yaratıldığını sorgulamıştık ve şu karara varmıştık: İyiliğin de kötülüğün de sonu Alemlerin Rabbini yüceliğini anlaşılması içindir. Şimdi burada iyilik ve kötülük kavramlarını biraz açmak gerekiyor. Kuran’ın anlattığı iyiler ve iyilik üzere olanlar, Allah’a itaat edenler ve Kuran’ın anlattığı kötüler ve kötülük üzere olanlar ise Allah’a isyan edenler manalarına gelirler ya da en genel manada bu şekilde özdeşleştirilebilirler. Önce iyilik ve kötülük kavramlarının
154
neden yaratıldığına, daha sonra varlıkların bu kavramlarla ilişkilerinin ne olduğuna ve en son da bu kavramların amaçlarına bakalım. Şu bir gerçek ki Alemlerin Rabbi Allah, alemleri yaratmadan önce de saf ve mutlak ışık vardı. Yani O’nun ışığı, Tanrı’nın ışığı. Daha sonra sırasıyla yaratılmışlar yaratıldı ve hatta Kuran bu yaratılma, çağırma, çağrıya cevap verme ve iyilik üzere olma halini şu ayetlerle anlatır:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Andolsun biz göklere ve yerlere şöyle seslendik: “İsteyerek ya da istemeyerek gelin!” Onlar dediler ki: “İsteyerek geldik!”
İşte bu ayette belirli bir düzen içinde dönen gök ve yer alemlerinin (uzay ve galaksiler, gezegenler) bu emre isteyerek uydukları için, böylesine muhteşem bir evren mekanizmasının ortaya çıktığı anlatılmaktadır. Bu konuyla ilgili bir başka ayet Enam suresinin ilk ayetidir:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Hamd Allah’adır. O ki gökleri ve yeri  yaratmış, karanlıklara ve nura vücut vermiştir. Sonra, gerçeği örtenler bunları Rablerine denk tutuyorlar.”
Karanlıklar ve ışık terimlerinin bir başka mucizevi şekilde kullanılması  Kuran’ın şu ayetinde geçer:
“Karanlıklarla ışık bir olmaz!”
Görüldüğü gibi Yüce Kudret ışığın tek ve kendisinden kaynaklı  olduğunu, fakat karanlıkların ise, O’nun ışığı hariç her şey ve çok kaynaklı olabileceğini anlatmaktadır.
155
Daha önceki paragraflarımızda insanın helak olacaksa neden yaratıldığı ve hatta İblis’in isyan edeceği bilindiği halde neden yaratıldığı konularına parmak basmıştık. Şu bir gerçek ki bu konunun hem karanlıklarla ışık kavramlarıyla hem de yaratılmışlar arasındaki seviye farkıyla açıklanması mümkündür. Yüce Allah meleklerle birlikte cinlere ve tabii ki İblis’e Adem’in onlardan daha üstün bir arlık olduğunu ima ederek, insanın içine kendi öz ruhundan üfledikten sonra “Adem’e secde edin” emri vermesi bir ışığa çağrı kelimesidir. İşte bu noktada zaafiyet ortaya çıkmaktadır. Rahman’a isyan edişi ve bu bağlamda en kötü günahı işlemesi bakımından İblis yaratılmışların en aşağı seviyesini temsil etmektedir ve bu yüzden en büyük lanete çarptırılmıştır. Olayın bir başka püf noktası, olayın, insanın dünya sınavındaki gibi bir iman ve iman etmeme sınavını, akıl gözü kapalı iken vermesindeki gibi değil, ortadaki olayın en küçük bir şüpheye, kararsızlığa veya yan çizmeye sebep vermeyecek netlikteyken, Allah’ın huzurunda olduğu halde, İblis’in açıkça insan karşısında büyüklenmesidir. Soruyu bir başka şekilde soralım. Eğer Alemlerin Rabbi, Kuran’da belirtildiği gibi bütün övgülere layık, mutlak iyi, rahmet ve merhamet sıfatlarının her türlüsünü üzerinde taşıyan, yüce ve hiçbir şeye muhtaç olmayan bir varlık ise neden cennetin ve cehennemin sebeplerini, artı oraya gidecek varlıkları yaratmıştır? Cehennem bir sonuçtur ve İblis’in isyan edip saptırıcı bir varlık haline gelmesi, lanetlenmesi, insanların dünyada sınav edilip bir kısmının cennete diğer kısmının cehenneme gitmesi, artı cennet ve cehennem için yaratılan sebep kavramlar (iyilik, kötülük, ışık , karanlık, hırsızlık, zina vb) neden yaratılmışlardır? Sorumuzun cevabı şuradadır: Konu iyilik veya kötülük veya af ya da ceza değildir. Alemlerin Rabbi tüm bunları daha yaratmadan önce
156
bilmektedir. Şunu söyleyebiliriz: Alemlerin Rabbi öylesine yüce bir ilahtır ki kendi uğrunda bazı varlıkların cayır cayır yanmasını bazı varlıkların ise muhteşem bir ödülle ödüllendirilmesini isteyebilmektedir. Bu yüzden sebepleri ve sonuçları yaratmıştır. Sonuç olan cehennemin yakıcılığı, cennetin güzelliği ve bunlara sebep olan kavramların, ahlaksal ayırımları arasındaki derecelerin farkı, Alemlerin Rabbinin ihtişamı ve yüceliği sebebiyledir. Bu yücelik ve ihtişam boyutlarının kopardığı kıyamet öyle bir Kaaria olayıdır ki bu uğurda insanlar canlarını dişlerine takarak inanmışlar veya tam tersi tüm ayetler gözleri önüne serildiği halde inanmayı reddetmişlerdir. Şunu da söyleyebiliriz. Allah, kudretleri sonsuz olması itibarıyla cehennemi bir sınırlı bir azap olarak var edip aslında merhametli davranmıştır. Alemlerin Rabbinin yüceliği uğruna yaratılmışların bir kısmının cehenneme girmesinin, O’nun kötüyü istemesi veya buna olasılık vermesi gibi konularla bir alakası yoktur. Kaldı ki bu yücelik psikolojisi bizim dünya hayatında anlayamayacağımız bir kavramdır. Belki de sorumuzun cevabı Enam suresinin ilk ayeti olan:
“Hamd Allah’adır. O ki gökleri ve yeri yaratmış, karanlıklara ve nura vücut vermiştir. Sonra, gerçeği örtenler bunları Rablerine denk tutuyorlar”
ayetidir. Ayeti dikkatlice okumanızı tavsiye ederim. Ayette karanlıklar: çoğul olarak kötülükler, kötülük sebepleri, kötüler ve kötülere uyanlar, nur ise tekil olarak Allah’ın ışığı ve yol göstermesi, hidayeti, rahmeti olarak anlaşılabilir. Fakat burada gözden kaçırdığımız nokta ayetin ilk cümlesi olan “Hamd Allah’adır” ve son cümlesi olan “Gerçeği örtenlerin karanlıkları ve nuru Rablerine denk tutması” hadisesidir.
157
Olayı bir öğretmen gibi anlatmak yerine biraz daha derinden girip esas meselenin ne olduğunu anlatmaya çalışacağım.  Hamd, insanın var oluş sürecinde Allah’a yönelik yaşadığı karşılıksız şükür ve teslimiyet, bir tam anlamıyla yöneliş hadisesidir. Yani hamdde nimete şükür veya bir şey karşılığında dua etme yoktur. Karşılıksız şükür, varlığına şükür ve benliğini, Allah’a teslim etme meselesidir hamd. Karanlıklar ve nuru açıklamak istersek karanlıklar; inkar, küfür, isyan/ günah, kötü yol gibi pek çok şeyle tasvir edilebilir. Nur ise en basit anlatımla,  Allah’tan kula ulaşan ışıktır. İnsanlar dünyadayken bu iyi, bu kötü derler veya neyin ne kadar iyi veya ne kadar kötü olduğunu tartışırlar fakat karanlıklar ve nur yani aydınlık, neden yaratıldı diye sormak hiç kimsenin aklına gelmez. Bunu anlatmak için
“Biz her şeyi gerçeği göstermek üzere yarattık”
ayeti üzerine düşünmek lazım. Allah sonuç olarak sebepleri yaratıyor  ve sonuç olarak (kıyamette ve sonrasında) sonucu yaratıyor. Bütün bunlar kötülüğün sebeplerine azap edilmesi ve iyilere, iyilik için yaşayanlara ödüllerinin verilmesi içindir. Bununla birlikte gerçeğin gösterilmesi hadisesi evrenin başlangıcından beri süregelen varlık alemine hamd kavramına uyup uymamanın sonunun ne olduğunun da bildirilmesi demektir. Sonuç ise cennet kadar mükemmel bir sonsuzluk arenası veya cehennem kadar yakıcı bir azaptır. O halde “Gerçeği örtenlerin bunları Rablerine denk tutması” hadisesi mutlak iyi ya da mutlak kötü bir kavramın olmadığı ve önemli olan Hz İbrahim örneğinde olduğu gibi “Hanif” lik yani Allah’ın birliğini tanımak ya da tek tanrıcılık veya en mükemmel ve ideal anlatımıyla müslümanlık olduğunu açıkça ortaya koyar. Önemli olan ne günahtır ne günahkarlıktır, ne
158
sevaptır ne sevapkarlıktır. Önemli olan önce gerçekten Allah’ın birliğine tanıklık sonra da bu tanıklığa ne kadar saygı gösterdiğinize bağlı olarak takınacağınız tutumdur. İsterseniz soruyu en genel manada soralım. Allah neden yaratıyor veya neden yaratmaya başladı? İncelikleri görünmeyen ayet
“Biz her şeyi gerçeği göstermek üzere yarattık.”
olsa da, biraz derine inebilirsek şöyle bir durum ortaya koyabiliriz. Allah yarattıklarına kendisi uğruna sonsuz mutluluk sunulacak ve kendisinden uzak düşmek uğruna ateşte uzun süre yanacak bir varlık alemi tanımlamak üzere yarattı. Yani Allah, cennetin de cehennemin de sebebi ve oraya girince kendi değeri, inceliği, azmi, gücü, yüceliği anlaşılacak bir kavramdır. Bir bakıma sanatçı Sertab Erener’in de deyimiyle, “İncelikler yüzünden!” Şimdi bir başka meseleye geçiyorum. Eğer bir toplum için geçerli mutlak kanunlar varsa, bu ayrı ayrı tüm bireyler için de geçerli midir? Bu soruyu daha önce de sormuştuk ve cevabını da vermiştik. Sorunun tersinden soruluşu ise ayrı ayrı tüm bireyler için geçerli, doğru, mutlak kanunlar varsa bu tüm toplum için de geçerli midir? İlk soruya hemen bir örnekle cevap bulalım. Kuran’ın değişmez kuralına, göre sarhoşken ne dediğini bilinceye kadar namaza yaklaşılmaz. Yani namaz ibadeti yüksek şuur ve konsantrasyon gerektirir. Ayet,
“Sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın!”
şeklindedir. Bu bütün toplum için geçerli bir kanundur. Fakat ayet içkiliyken değil sarhoşken demektedir. O halde
159
şöyle bir durum ortaya koyalım. Örneğin bir bira içtiği halde kendini sarhoş olarak görmüyorsa ve o namazın sorumluluğunu üzerinde hissediyorsa ve gerçekten şuurlu olduğuna inanıyorsa o zaman namaz kılabilir. (Bu konuda İslam literatüründe bulunan ağza konulan bir damla içkiden sonra bile belirli saat veya gün namaza yaklaşılmayacağına dair hükümler ise dinde Allah’a ortak koşularak kurallar koyanların hüküm koyma heveslerinden başka bir şey değildir.) O halde bu konudaki çıkarım teoremimiz ise şu olacaktır. Bir toplumu toplum olarak bağlayan genel kurallar, olay bireysele indiğinde kişiye özgüleşir ve kişinin kendi tercihlerine kalır. Bu kimseyi de ilgilendirmez çünkü din, Allah ile birey arasında yaşanan bir olgudur. Sorumuzun ikinci kısmı şuydu. Ayrı ayrı bütün bireyler için doğru, geçerli, mutlak kurallar varsa, bunu toplum genelinde de yayabilir miyiz? Şöyle bir cevap verelim. İslam’ın dünya üzerine getirmek istediği din, minimum farz, minimum yasak ve maksimum özgürlükten ibaret bir sevgi ve barış dinidir. O halde ne kadar bireyler için hatta toplumun çoğu için yararlı veya zararlı gibi görülen şeyler var ise de Kuran’ın şeriatine ekleme ve çıkarma yapmak Allah’a ortak koşmak demektir ve dört büyük mezhep başta olmak üzere tarikatlar, cemaatler, ilmihaller, hadis kitapları, namaz hocaları gibi Kuran’dan olmayan şeylerle ekleme çıkarma yaparak, insanları yönlendiren kurum ve oluşumlar insanları bol bol Allah’a ortak koşmaya doğru koşmaktadırlar, sevk etmektedirler. Ne zaman göreceksiniz ki, Allah şöyle demektedir: “Ya benim Kuran’ımı anlamsal olarak okuyacaksınız ve onun yerini benim birliğim gibi tutacaksınız, ya da dünya hayatında ben dindarım diye, Allah’a ve insanlara gösteriş yapacaksınız, dindarlık taslayacaksınız, kıyamette de arslandan ürküp sağa sola kaçışan yaban eşekleri gibi anıracaksınız. Başka bir tercihiniz yok! Ya Ben ve Kuran ya
160
da ellerinizin ürettikleri. Biz hem Kuran’ı okuyoruz, hem de başka kaynaklardan yararlanıyoruz diyenlere de bir sözüm var. eğer gerçekten Kuran’ı okusaydınız, O’nun dışındakileri okumamanız gerektiğini anlardınız.
GERÇEK NEDİR? GERÇEĞİN BİLGİSİ
Kitabımızın öncelikli bölümlerinde doğru veya ahlaklı olanın ne olduğunu açıklarken, bunun insandan insana değişebileceğini, gerçek doğrunun veya ahlaklının Yaratıcı Kudret’in kıstasları olduğunu belirtmiştik. Şimdi gerçeğin bilgisi kavramına bir göz atacağız. Bir çita için bir ceylan ne kadar hızlıdır veya bir kaplumbağa için bir çita ne kadar hızlıdır? Bir ceylan için bir aslan ne kadar güçlüdür veya bir insan için altında son model bir araba varken 60 km/saat ne kadar hızlıdır veya yürürken 60 km/saat ne kadar hızlıdır? Afrika’da yaşayan bir hayvan için kutuplardaki denizlerin dipleri ne kadar soğuktur veya buzullarda yaşayan bir canlı için kuzey kutbu ne kadar soğuktur? Görüldüğü gibi gerçeğin manası çeşitli zaman mekan boyutlarında, değişik canlılara göre hatta aynı türe ait farklı canlılarda bile esas olarak “algı” ya göre değişmektedir. Her farklı canlı her farklı yaşam koşulunu kendi yapısına göre değişik olarak algılayabilmekte ve algısına göre farklı bir yorum yapabilmektedir. Bir insan için algılayabildiği coğrafya dünyanın kaçta kaçıdır? Peki bir karınca için büyüklük ölçütleri neye göre değişecektir? Peki Kuran’da akıl, güzellik ve güç sahibi olarak anlatılan Cebrail için akıl, güzellik ve gücün bir sınırı var mıdır? Peki kıyamet gününde çalacak olan sur borusunu üfleyecek olan İsrafil için dünyanın var olması ile yok olması arasındaki geçen zaman, gerçekte var olan zamanın kaçta
161
kaçıdır? Veya zaman geçmişe doğru bir ok olarak belirtilse bu ok sınırlı mıdır? Bu noktadan bakıldığında bütün yaratılmışlar için kendilerinin doğru buldukları gerçek, algıladıkları gerçektir. Daha önce söylediğimiz gibi nasıl doğrunun ve ahlaklının ölçülerini Allah koyduysa yarattığı her farklı canlı için gerçeğin ölçütleri de Allah’a göredir. Bu konumdan bakıldığında bütün yaratılmışların gerçek hakkındaki bilgisi Yaratıcı Kudret’in bilgisi karşısında küçük düşmekte veya yenik düşmektedir.  Belki de varmamız gereken nokta şudur. Gerçek, hem kendimiz için, hem de bütün diğer farklı yaratılmışlar için değişiyorsa, aramamız gereken farklı yaratılmışlar için farklı gerçeklerin ne olduğu değil farklı gerçeklik boyutlarının ardındaki sır, Yaratıcı Kudret’in bunu bu şekilde yaratmasındaki hikmettir. Elbette ki bu hikmetin en gözle görülür boyutu bütün bu hikmetleri düzenleyen mutlak bir Hakim (Allah) olduğudur. Veya bunu şu şekilde de açıklayabiliriz. Gerçekliğin, adaletin, bilginin ve ahlakın gerçek ölçütlerini Allah belirler ve bunlar hakkında insanoğlunun bilmesi gereken hükümleri Kuran’da ortaya O koyar.
DÜŞÜNCENİN SEBEBİ   İNSAN NEDEN DÜŞÜNÜR?
Evrende var olan olguların ve fiziksel oluşların neden var olduğu anlaşılırsa belirli gerçeklere ulaşabiliriz. Şöyle bir soru soralım ve konuyu insanlar hakkında irdeleyelim. İnsanın neden kolu vardır? Yaşarken kendi hayatını kolaylaştıracak, sayısız yararlarda kullanacak hareketler yapması için. İnsan neden yemek yer? Yaşaması için gerekli vitaminleri, proteinleri, yağları, mineralleri ve diğer gıdaları alması için.
162
İnsan neden bacaklarını kullanır? Yürümesi ya da koşması yani hareket edebilmesi için. Şimdi kemik soruyu ya da ana soruyu soralım. İnsan neden düşünür? Çünkü daha önce saydığımız türden birçok şeyi hayvanlar veya bitkiler de yapar. İnsanın farkı gerçeği bulma çabası ya da doğruları, yanlışları, farklılıkları ayırt etme çabasıdır. Şimdi bu en büyük özellik olan insanın düşünme özelliğinin insana neden verildiğini irdeleyelim. Konuyu uzun uzun yok para için çalışırsanız o para ahirette size gelmez, kadın, çocuk, mal için yaşarsanız ölürken yanınızda götüremeyeceksiniz diye açıklamayacağım. Sorunun cevabı olan cümleyi Mümin suresi 67. ayette bulabiliriz.
“O, O’dur ki; sizi önce topraktan, sonra bir spermden, sonra bir embriyodan yarattı. Sonra sizi bebek olarak annelerinizin karnından çıkarıyor, sonra güçlü çağınıza ulaşasınız ve nihayet ihtiyarlar olasınız  diye sizi yaşatıyor. İçinizden bir kısmı daha önce vefat ettiriliyor. Tüm bunlar, belirlenen bir süreye ulaşasınız ve aklınızı işletesiniz diyedir.”
Kısaca bu dünya en fazla 70-80 senelik bir geçici kalma yeri ve ölümden sonra yaşama yani cennete, cehenneme, hesap gününe inanıyorsak sorumuzun cevabı artık kesindir. İman etmek ve gücümüzün yettiğince, Allah yolunda hem dünyadaki hem ahretteki yararlar için çalışmak. Çünkü düşüncenin yaratılmasının, insana düşünce gücünün verilmesinin sebebi belirli gerçekler, doğrular bulmaktır ve Kuran’sal gerçekliğin ötesinde ölümlü ve sınırlı dünya hayatı içinde bulunabilecek bir gerçek yoktur. İnsanın düşünce amacı Allah’ı bulmaktır. Bu kitabı yazdıkça şunu görüyorum. Her yolun çıkış noktası, doğrusu Allah’ın birliğine ve Kuran’ın anlamını okumaya, üzerinde düşünmeye çıkıyor. O yolun
163
sonrası da ölüm sonrası aydınlığa çıkıyor. Bunun ötesinde de bir çıkış yolu göremiyorum. Gerisi laf-ı güzaf.
EVRİM KONUSU
Evrim konusu insanın maymundan geldiğine inanan Darwin’e bir tepki olarak, müslüman ilim adamlarınca -ki tırnak içinde kullandığımız, İslam önderi olarak sayılan bu müslüman ilim adamları, evrim konusunda, hiçbir konuda Kuran’a bakmak zahmetine katlanmadıkları gibi, bu konuda da Kuran’sal bir araştırma içine girmemişlerdir- tamamen yok sayılmış ve İslam alemi bugün büyük bir cehaletin içine düşmüştür. Oysaki Kuran evrim konusunda Darwin teorisinden de, İslami sayılan teorilerden de (kadının erkeğin kaburgasından yaratılması vb.) çok farklı bir bakış açısıyla bakmaktadır. Şimdi Kuran’ın evrim konusuna nasıl baktığını, daha doğrusu insanın yaratılış sürecini nasıl ortaya koyduğunu açılamaya çalışacağız. Bu konuda vereceğimiz ilk örnek Araf suresi 172-174. ayetlerdir.
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Hani, Rabbin ademoğullarından bellerinden zürriyetlerini alıp onları öz benliklerine şahit tutarak sormuştu: “Rabbiniz değil miyim?” Onlar: “Rabbimizsin, buna tanıklık ederiz” demişlerdi. Kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” demeyesiniz. Şöyle de demeyesiniz: “Daha önce atalarımız şirke batmıştı. Biz de onların ardında gelen bir soyuz. Gerçeği çiğneyenler yüzünden bizi helak mı edeceksin?” Biz, ayetleri işte bu şekilde ayrıntılı kılıyoruz ki, hakka dönebilsinler.”
Bu noktada tüm insanlığın ruhlarının dünyaya gelmeden önce ve toplu olarak yaratıldığı ve Rahman’ın tüm insanlık aleminden toplu olarak bir söz aldığı bildirilmektedir. Ki
164
ayetlerde kıyamet günü olarak belirlenen bir hesap zamanının insanlar cennetten çıkmadan önce de olsa belirli bir geçmiş zaman diliminde insanlara bildirildiği anlaşılmaktadır. Bunu aklımızın bir kenarına koyalım ve bir sonraki açıklayacağımız bölüm olan Bakara suresi 30-38 ve Hicr suresi 28-42. ayetlere bakalım.  Önce Bakara 30- 38. ayetler:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Bir zamanlar Rabbin meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife atayacağım” demişti de onlar şöyle konuşmuşlardı: “Orada bozgunculuk etmekte olan, kan döken birini mi atayacaksın? Oysaki bizler seni hamd ile tespih ediyoruz; seni kutsayıp yüceltiyoruz.” Allah şöyle dedi: “Şu bir gerçek ki ben, sizin bilmediklerinizi bilmekteyim.” Ve Adem’e isimlerin tümünü öğretti. Sonra onları meleklere göstererek şöyle buyurdu: “Hadi, haber verin bana şunların isimlerini, eğer doğru sözlüler iseniz.” Dediler ki: “Yücedir şanın senin. Bize öğretmiş olduğunun dışında bilgimiz yok bizim. Sen, yalnız sen Alim’sin, her şeyi en iyi şekilde bilirsin; Hakim’sin, her şeyin bütün hikmetlerine sahipsin.” Allah buyurdu: “Ey Adem, haber ver onlara onların adlarını.” Adem onlara onların adlarını haber verince, Allah şöyle buyurdu: “Dememiş miydim ben size! Ki ben, göklerin ve yerin gaybını en iyi bilenim, Alem’im. Ve ben, sizin açığa vurduklarınız da, saklayageldiklerinizi de en iyi biçimde bilmekteyim.” O vakit biz meleklere, “Adem’e secde edin” demiştik de İblis dışında tümü secde etmişti. İblis yan çizmiş, kibre sapmış ve nankörlerden olmuştu. Ve Adem’e şöyle buyurmuştuk: “Ey Adem, sen ve eşin cennette yerleşin ve orada dilediğiniz yerde, bol bol yiyin. Ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zulme sapanlardan olursunuz.” Bunun üzerine şeytan onların ayaklarını kaydırdı da onları içinde bulundukları yerden çıkardı. Biz de şöyle buyurduk: “Bir kısmınız bir kısmınıza
165
düşman olarak aşağıya inin. Belli bir süre kadar yeryüzünde sizin için bir bekleme yeri, bir nimet / bir yararlanma imkanı olacaktır.” Bunun üzerine Adem, Rabbinden bazı kelimeler öğrenip belledi de O’na yöneldi. O da onun tövbesini kabul etti. Gerçekten de O, evet O, Tevvab’dır, tövbeleri cömertçe kabul eder, Rahim’dir, rahmetini cömertçe yayar. “Hepiniz oradan aşağı inin!” dedik. Benden size bir yol gösteriş ulaşır da kim bu yol gösterişime uyarsa artık böylelerine hiçbir korku yoktur. Onlar kederle de yüz yüze gelmeyeceklerdir.”
Ve Hicr suresi 28-42. ayetler:
“Hatırla o zamanı ki, Rabbin meleklere, “Ben, kupkuru bir çamurdan, değişken, cıvık balçıktan bir insan yaratacağım” demişti. “Onu, amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp öz ruhumdan içine üflediğim zaman, önünde hemen secdeye kapanın!” Meleklerin tümü, toplu halde secde ettiler. İblis müstesna. O, secde edenlerle beraber olmaya karşı çıktı. Allah dedi: “Ey İblis! Sana ne oluyor da secde edenlerle beraber olmuyorsun?” Dedi: “Kuru bir çamurdan, değişken-cıvık bir balçıktan yarattığın bir insana secde etmek için var olmadım.” Buyurdu: “Öyleyse çık oradan, çünkü kovuldun. Din gününe kadar üzerinde lanet var.” Dedi: “Rabbim, onların diriltileceği güne kadar bana süre ver.” Buyurdu: “Hadi, süre verilenlerdensin. Bilinen vaktin gününe kadar…” Dedi: “Rabbim! Beni azdırmana yemin ederim ki, yeryüzünde onlar için mutlaka süslemeler yapacağım ve onların tümünü kesinlikle azdıracağım. İçlerinden riyaya sapmamış, samimi kulların müstesna.” Buyurdu: “İşte bana varan dosdoğru yol budur. Benim kullarım aleyhine senin elinde hiçbir güç / kanıt olmayacak. Azgınların seni izleyenleri müstesna.”
166
Şu halde birkaç açıklama yapmamız gerekiyor. Hicr suresi 29. ayete bakabilirsek:
“Onu, amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp da ruhumdan içine üflediğim zaman, önünde hemen secdeye kapanın!”
Ve Bakara suresi 31-34. ayetlerde:
“Ve Adem’e isimlerin tümünü öğretti. Sonra onları meleklere göstererek şöyle buyurdu: “Hadi, haber verin bana şunların isimlerini, eğer doğru sözlüler iseniz.” Dediler ki: “Yücedir şanın senin. Bize öğretmiş olduğunun dışında bilgimiz yok bizim. Sen, yalnız sen Alim’sin, her şeyi en iyi şekilde bilirsin; Hakim’sin, her şeyin bütün hikmetlerine sahipsin.” Allah buyurdu: “Ey Adem, haber ver onlara onların adlarını.” Adem onlara onların adlarını haber verince, Allah şöyle buyurdu: “Dememiş miydim ben size! Ki ben, göklerin ve yerin gaybını en iyi bilenim, Alem’im. Ve ben, sizin açığa vurduklarınızı da saklayageldiklerinizi de en iyi biçimde bilmekteyim.” O vakit biz meleklere, “Adem’e secde edin” demiştik de İblis dışında tümü secde etmişti. İblis yan çizmiş, kibre sapmış ve nankörlerden olmuştu.”
Burada isimden kasıt Adem’e alemlerde olan her şeyin manasının, aynı zamanda doğruluğunun, yanlışlığının, ne kadarlığının, yeterliliğinin, yetersizliğinin vb. vahyedilmesidir. Hicr suresi 23. ayette söz konusu edilen “Adem’in amaçlanan düzgünlüğe ulaştırılması” konusu, aslında tüm varlık alemine, isimlerin, imgelerin yani manaların anlamına objektif bir bakış açısıyla bakan insanoğlunun varlık boyutuna yeni bir anlam getirmesidir. Çünkü Adem objektiftir. İyinin iyiliğini bildiği gibi kötünün kötülüğünü de bilir. Şu cümle önemli: Böylesine objektif bir bakış açısına sahip olan Adem nasıl yorum
167
yapacaktır? Yani iyiye ne kadar hakkını verecek, kötüyü ne kadar lanetleyecek veya kendinden uzak tutacaktır? Aslında Adem’in sınavı da budur. Objektif bir halde bütün iyilikleri, kötülükleri ve bunların derecelerini ayırabilirken acaba o, Allah’ın emirlerine ne kadar uyacaktır? Bu, insanoğlunun genel sınavıdır da aslında. Hepimiz de Adem’in aynı bilgisiyle bu sınavı yaşıyoruz. Yaşarken bunu hissederiz. İyi bir şey yaparken kalbimiz ferahlar ya da kötü bir şey yaparken pişman oluruz. Bazen de farkında olmadan kendimizi kötü şeyler yapıyor sanırken aslında iyi şeyler yapıyoruzdur. Ya da tam tersi olur. Ve bu andan ana değişir. Çünkü bazı zamanlarda iyiliğin ve kötülüğün referansları değişir. İşin içine samimiyet, iyi niyete karşın kötü iş gibi değişkenler girer. Çünkü yaşamın ve sınavın kökleri olan düşünce aşaması sürekli olarak değişir. Bu arada Adem ve eşinin şeytanın vesvesesine uyup yasak meyveden yediler diye suçlamayalım çünkü yaratılacak olan insan soyu içinde bu günahı işlemeye dair en az olasılığı bulunan iki seçkin insan Adem ve eşiydi. O yüzden kimse Adem ve eşini suçlamaya veya kendini Allah’ın huzurunda aklamaya veya diğer peygamberleri aklamaya kalkmasın. Sonuç olarak melekler sadece Allah’a ibadet ve O’nu yüceltmek için yaratılmışlardır. Oysa Alemlerin Rabbinin meleklere ve diğer alt varlıklara (cinlere ve onlardan olan İblis dahil) “Adem’e secde edin!” emri vermesi iki nedendendi: 1-) Allah Adem’i amaçlanan düzgünlüğe (yani fiziksel ve ruhsal güzelliğe ve isimlerin, imgelerin manasına) ulaştırdıktan sonra ona “Öz ruhundan” üflemişti. Bu demekti ki insan kalbinden gördüğü zaman Allah’ın gördüğünü görecekti, kalbinden duyduğu zaman, Allah’ın duyduğunu duyacaktı, kalbinden sevdiği zaman Allah’ın sevdiği gibi sevecekti. İnsanın içinde Allah’ın öz ruhu vardı artık. İnsan belki O’nun katında değildi ama O’na O’nun katındakilerden daha yakındı.
168
2-) Adem iyiliğin de kötülüğün de ve her türlü imge ve anlamın da nereye çıkacağı bilgisine sahipti. Dünya sınavına inmesinden sonra bütün bir insan soyu da iyinin de kötünün de bilinmesine rağmen onu nasıl “yorumladıklarına” göre değerlendirileceklerdi. Daha önce Araf suresi 172-174. ayetlerde insanlık aleminin ruhlarının dünyaya gelmeden önce belirli bir zaman mekan arenasında yaratıldığını belirtmiştik:
“Hani, Rabbin ademoğullarından, bellerinden zürriyetlerini alıp onları öz benliklerine şahit tutarak sormuştu: “Rabbiniz  değil miyim?” Onlar: “Rabbimizsin, buna tanıklık ederiz.” demişlerdi. Kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” demeyesiniz. Şöyle de demeyesiniz: “Daha önce atalarımız şirke batmıştı. Biz de onların ardında gelen bir soyuz. Gerçeği çiğneyenler yüzünden bizi helak mı edeceksin?” Biz, ayetleri işte bu şekilde ayrıntılı kılıyoruz ki, hakka dönebilsinler.”
Bu ayetlerde insanoğlunun ilk sınavında Rahman’a karşı verdiği bir söz gözler önüne serilmektedir. Bu söz de O’nun varlığını, birliğini, insanoğlunun tanıyacağı ve O’na karşı kulluk / ibadet görevlerini yerine getireceğine dair bir sözdür. İnsan neslinin dünyaya gelmeden önce başka bir boyutta (ilk olarak yukarıdaki Araf suresinde verilen söz sırasındaki bir zaman mekan boyutunda daha sonra cennette) yaratıldığına dair başka bir ispat da Bakara suresi 36. ayette
“Bir kısmınız, bir kısmınıza düşman olarak aşağıya inin”
Ve Bakara suresi 38. ayette:
“Hepiniz oradan aşağıya inin!” dedik. Benden size bir yol gösteriş ulaşır da kim bu yol gösterişime uyarsa artık
169
böylelerine hiçbir korku yoktur. Onlar kederle de yüz yüze gelmeyeceklerdir.”
denmesidir. Buradan anlattığımız nasıl dünyadan sonra bir ahiret varsa dünyadan önce de bir ahiret olduğu gerçeği ve aslında insanların dünyaya toplu olarak indiğidir. Nisa suresi 1. ayet şöyle der:
“Ey insanlar! Sizi bir tek canlıdan / candan / özden / ruhtan / benlikten yaratan, ondan eşini vücuda getiren ve o ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbiniz karşı gelmekten sakının. Adını anarak birbirinizden dilekler dilediğiniz Allah’tan korkun. Rahimlerin haklarına saygısızlıktan da sakının. Şu bir gerçek ki Allah, Rakib’dir, sizin üzerinizde sürekli ve titiz bir gözetleyicidir.”
Ve Enbiya suresi 30. ayet:
“O küfre sapanlar görmediler mi ki, gökler ve yer bitişik idi, biz onları ayırdık. Her canlı şeyi sudan oluşturduk. Hala iman etmeyecekler mi?”
Enbiya suresi 30. ayette ilkönce Big-Bang yani büyük patlama sonrasında ortaya çıkan evrensel evrimden bahsedilmektedir.
“O küfre sapanlar görmediler mi ki gökler ve yer bitişik idi, biz onları ayırdık.”
Bugün gerçekten de bilindiği gibi evren bundan 13,7 milyar yıl önceki büyük patlamadan sonra sıfır hacim ve sonsuz yoğunluktan, zamanın sıfır anından sonra genişleyen ve azalan bir yoğunluğa doğru evrimleşme süreci
170
geçirmektedir. Evrenin ilk başlangıç aşamalarında hacim karmaşık bir toz bulutu halinde idi ve daha sonra bu toz bulutu noktasal hacimsel olarak yoğunlaşarak gezegenler, yıldızlar ve diğer katı cisimler meydana geldi.
“O küfre sapanlar görmediler mi ki, gökler ve yer bitişik idi, biz onları ayırdık”
cümlesi bu yapının Kuran’sal anlamda açıklanışıdır.
“Her canlı şeyi sudan oluşturduk. Hala iman etmeyecekler mi?”
ayetini dünyadaki evrimin kökenini açıklayan başlıca ayet olarak kabul edebiliriz. Dünyada var olan tüm canlılar, insanlar, hayvanlar, bitkiler ve bütün türler da dahil olmak üzere zaman içinde geriye gidildiğinde canlılık, suda başlayan bir süreç olarak evrimleşmiştir. Bu Kuran’sal bir gerçektir. Kuran’da evrim sürecine atıf yapan birçok ayet bulunmasına rağmen bu konuya devam etmek için Nisa suresi ilk ayetine atıfta bulunmak istiyorum. Şöyle buyurulmaktadır:
“Ey insanlar! Sizi bir tek canlıdan / candan / özden / ruhtan / benlikten yaratan, ondan onun eşini vücuda getiren ve o ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinize karşı gelmekten sakının!”
Kuran’sal bilgi ve mantığı birleştirince şöyle bir durum ortaya çıkıyor. İnsan da tüm varlıklar da en ilkel ata varlık olarak suda hayat bulan bir hücre ya da bir hücre altı parçacıktan evrimleşiyor. Bu en küçük hücreden karşılıklı iki eş meydana geliyor. Dikkat edin, dişi hücreden erkek veya erkek hücreden dişi meydana geliyor demiyorum. İlk canlı
171
yapıda karşılıklı erkek ve dişi yapı meydana geliyor. Daha sonra, meydana gelen bu karşılıklı iki cins, erkek ve dişi hücrenin birleşmesiyle yeni erkek ve dişiler meydana geliyor ve bu çoğalım su sürecinden başlamak suretiyle bu şekilde devam ederek bir yandan da canlılık yapısı evrimleşerek bugünkü insan ve diğer varlıklar modeline kadar geliyoruz. Ayette kısaca
“Sizi bir tek canlıdan yaratan, ondan onun eşini vücuda getiren ve o ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinize karşı gelmekten sakının!”
deniyordu. İşte bu bir tek canlı suda hayat bulan ilk yapıdır. Ondan onun eşinin vücuda getirilmesi bu yapının bölünerek veya başka şekilde erkek ve dişi yapıyı aynı anda vücuda getirilmesidir. O ikisinden birçok erkeklerin ve kadınların meydana getirilmesi ise erkek ve dişi yapıların doğal birleşme ve yeni yavrular meydana getirmesidir.  Fakat üzerinde durmak istediğim bir nokta daha var. Bu evrimleşme süreci tek bir ana kolun uzanması şeklinde değil çeşitli kolların uzanması, evrimleşmesi şeklinde meydana gelmektedir. Yani insan suda başlayan insana ait ata hücreden evrimleşmiştir. Kedigiller onlara ait ata hücreden evrimleşmiştir. Veya kuşlar, bitkiler vb… Dünyadaki canlılık yapısının oluşması genel manada dünya üzerindeki değişik şartlardaki su yapılarında başlayan ve bu nedenle değişik familya, takım, sınıflara ayrılan canlı yapılarının evrimleşmesi şeklinde bir süreç olabilir. Üstelik buna sade insanın değil diğer sınıfların da tek canlıdan erkek ve dişi birey oluşumu ve onlardan da çoğalım ve verimleşme süreci olarak bakabiliriz.  Evrim konusunda insanoğlu da aslında değişik süreçler geçirebilmektedir. Bu konuda Kuran’dan aldığımız
172
bir işaret de sonraki nesillerin önceki nesillerden daha boylu poslu olmasıdır. Araf suresi 65-69. ayetler şöyledir:
“Ad’a da kardeşleri Hud’u gönderdik. Dedi ki, “Ey toplumum! Allah’a ibadet edin. Sizin O’dan başka ilahınız yok. Hala sakınmıyor musunuz?” Toplumunun inkarcı kodamanları dediler ki, “Biz seni bir beyinsizliğe düşmüş görüyoruz ve kesinlikle yalancılardan olduğunu düşünüyoruz.” Hud dedi: “Ey tolumum! Bende beyinsizlik yok, ben Alemlerin Rabbi’nden bir resulüm. Rabbimin peygamberlik beyyinelerini size tebliğ ediyorum. Ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm. Sizi uyarmak için içinizden bir adam aracılığıyla size Rabbinizden bir ihtar gelmesine şaştınız mı? Hatırlayın ki O, sizi Nuh toplumundan sonra halefler yaptı ve yaratılışta size daha fazla boy-bos verdi. Allah’ın nimetlerini anın ki kurtulabilesiniz.”
Bu demek oluyor ki Rahman’ın tavrı Hz. Nuh’un kavminin helakından itibaren sonraki kavimlerin daha boylu poslu, cüsseli yaratılması üzerinedir. Nitekim bugün arkeologların bulduğu daha önceki çağlara ait insan kalıntılarının daha küçük bir yaratılışta olması da bunu kanıtlar. Aslında evrim konusunda Kuran’ın genel bakış açısını yansıtan bir başka ayet de Enam suresi 98. ayettir:
“Sizi bir tek canlıdan / özden / ruhtan / benlikten vücuda getiren O’dur. Bu oluşumda bir karar kılma yeri var, bir de emanet olarak kalma yeri. İyice araştırıp kavrayan bir topluluk için ayetleri biz tam bir biçimde ayrıntılı kıldık.”
İşte bu ayette de evrimin insan evriminin tek bir canlıdan veya hücre altı parçacıktan başladığı anlatılmaktadır.
173
Dikkatinizi çekmek istediğim bir başka nokta da ayetteki emanet olarak kalma yerinin evrimin geçiriliş sürecini, karar kılma yerinin ise evrimde gereken olgunluğa ulaşım ve sonraki süreci anlatmasıdır. Ayette ayrıca iyice araştırıp bir topluluk için denirken Kuran’ın bilime, araştırmaya ve Allah’ın ayetlerini anlamaya yönelik çaba harcayan insanlara ne kadar önem verdiği de anlaşılmaktadır.
Anlatmak istediğim bir başka ayet ise belki biraz insan olarak haddimi aşıp da bir şeyler söylemiş gibi görünsem de – fakat Kuran’ın her ayeti üzerinde düşünülsün ve uzun uzun incelensin diye indirilmiştir-
“O’nun arşı da su üzerinde idi” ayetidir.
Bu ayette Rahman’ın üzerinde kuşattığı yaratılmışlar tarafından bilinebilecek en son nokta olan arş kelimesine dikkat çekilmektedir. Ayrıca ayette dikkat ederseniz geçmiş zaman eki kullanılmıştır. Bu, insanlar veya cinler yaratılmadan çok daha önce yaratılmış olan Allah katındaki tüm kutsal varlıkların da sudan meydana gelen bir özden yaratıldığını anlatmaktadır. Burada suyun mecazi bir anlamı da vardır. Su, akışkanlığı, değişimi, saflığı, temizliği ve her yeni anın bir öncekinden farklı olmasını, Rahman’ın yaratılmışlar bakından sürekli değişim, gelişim ve yenilik istediğinin anlatılmasıdır. Nitekim O’nun katındaki yüce varlıklar da böyle bir yaratımın sonucu olan bu arılık, duruluk, temizlik, saflık, akışkanlık, değişim, yenilik, uyum kavramlarının altyapısında yaratılmışlardır.

174
REDDEDİLEN EVRİM ZİHİNSEL EVRİM
Fiziksel evrimden bahsettikten sonra insanların düşünce özelliklerini durduran en belalı konulara geliyoruz. O da önderleri putlaştırmak veya düşünce akımlarını putlaştırmaktır. Bu ne yazık ki insanların var oluş sürecinin başlangıcından beri süregelen bir sorundur ve her peygamber “Biz yeniyi istemiyoruz, eskiden kalanlar ve atalarımızın yolu bize yeter” diyenlere savaş açmak, onlara Allah’ın birliğini ve kitaplarını tebliğ etmek ve bu konularda düşündürmek üzere gönderilmiştir. Bununla beraber Allah’ın kurtardıkları dışında çoğu peygamberin kavmi ya helak edilmiş ya da peygamberlerini kendileri öldürülmüştür. Sonrası yine helaktır.
Kuran’da Kamer suresinde surenin çeşitli yerlerinde tam dört kez şu yemin tekrar edilir:
“Yemin olsun ki biz, Kuran’ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık. Fakat düşünen mi var?”
Yukarıdaki ayeti iyi okumanızı ve Kuran’ın başka dillere tercümesi yapılamaz, anlamı anlaşılamaz, dokunmak günahtır gibi küstahlıklar sergileyenlerin içinde bulundukları ateşi ve onların kurdukları tuzakları iyi düşünmenizi tavsiye ederim. Bunlar cehennemim ta dibinden “Biz buraya düştük, siz de buraya düşün” diye çağıran iblislere benzerler. Allah Kuran’ın anlamı bilinmeden ve Arapçasından anlaşılmadan okunduğu ve Allah’a karşı, Allah’a rağmen müslümanlık taslayan bir ülke olarak Afganistan’ı gözümüzün önünde sergilemektedir. Afganistan’da halkın çoğu Kuran’ın lafzını bilir fakat anlamından, merhametten, sevgiden, şevkatten bu toplumda
175
eser yoktur. Yüzünü açan kadınların yüzüne kezzap atılır, açlıktan dolayı bir simit çalan çocuğun elleri ve ayakları çaprazlamasına kesilir. Bir şeriat hüküm sürer orada ama Kuran’la alakası olmayan. Din adına İslam’la alakası olmayan bir dinin yaşandığı ve kurallarını insanların iftira ve haksızlıkla oluşturduğu bir şeriatın yaşandığı ve dünyanın yaşanmadığı bir yerdir orası. Kuran’ın anlamıyla veya direkt olarak bir Kuran tercümesiyle muhatap olmanızı engelleyen bir din adamı, bir felsefe, bir siyasal görüş ya da geçmişte yaşamış ve siyasal olarak da dini olarak da ilahlaştırılmış bir lider… Bunların hepsi adı ne olursa olsun Allah’la aranıza dikilmiş putlardır. Kuran’la aranıza set çekmektedir. Bazen Kuran’ın anlamını okumamayı, anlamı üzerine düşünmemeye çalışan, onu engelleyen nefsiniz de bir puttur sizi aldatan… Daha önce de bahsettiğimiz gibi Kamer suresinde dört kez yemin edilmektedir şu şekilde: (Bahsi geçen ayetler Kamer suresi 17,22,32,40. ayetlerdir)
“Yemin olsun ki biz, Kuran’ı öğüt ve ibret için kolaylaştırdık. Fakat düşünen mi var?”
Ve surenin sonunda şöyle denmektedir:
“Yemin olsun, biz sizin benzerlerinizi hep yok ettik. Fakat düşünen mi var?”
Kuran-ı Kerim’in indirilmesinin asıl amacı insanların o kitabın ayetlerini okumadan, anlamadan, düşünmeden “Ben bu kitaba inandım. Ben müslümanım.”demesi değildir. Kuran-ı Kerim’in indirilmesinin asıl amacı kendisinin ulaştığı her insanın, onu hayatı boyunca okuması, düşünmesi, irdelemesi ve bu arada o insanın imansal derecelerinin de artarak insan
176
için dünyada da ahirette de bir rahmet olmasıdır. Şöyle bir şüphe tam bir saçmalıktır: “Eğer ben bu Kuran’ın anlamını okur da ya anlayamazsam, ya da yanlış anlarsam?” Bunun anlamı Kuran’a güvenmemektir. Dolayısıyla Allah’a güvenmemektir. Çünkü Alemlerin Rabbi, Kuran’ı tüm insanlar için, üstelik insan alemiyle de sınırlı kalmayıp tüm alemler için ve gönderdiği her varlığın yaratılış, doğruyu yanlışı ayırt etme, anlama gibi özelliklerini bilerek, göz önüne alarak göndermiştir. O halde öncelik eğer kişi Allah’ın birliğine ve Kuran’ın hak kitap olduğuna inanıyorsa aklındaki hurafeleri, eklemeleri, yanlışları bir kenara bırakıp kendini Kuran’ın anlamına teslim etmesi, ikinci şık; eğer kişi Allah’a inanmıyorsa veya bu konuda bazı bocalamaları varsa yine kişinin tek yol olarak Kuran’dan ilahi değerleri sorgulamasıdır. Şöyle bir çıkarımda da bulunabiliriz: Kuran’sız ve körü körüne bir imandansa, iman sürecinde bazı soruları olan bir kişinin Kuran’ı sorgulayarak araştırması daha doğru ve makbul bir imanla neticelenir. Kuran çevirileri hakkında ise size sadece küçük bir yönlendirme yapabilirim. O da Kuran’ı en son ve en yeni çevirilerden ve dipnotları, parantezleri bulunmayan çevirilerden okumanızın daha iyi olacağıdır. Çünkü bu dipnotlar ve parantezler, işin içine çevirenin yorumunun katılması demektir. Peygamberimizin ölümünden sonra insanları uyarma görevi insanlara değil Kuran’a düşmektedir ve bu olay ancak insanlar tarafından Kuran’ın çevirilerinin, anlamının ulaştırılması yoluyla yapılabilir. Kuran’da Kuran’ın insanlara peygamberlik etmesi, uyarması sanki peygamberimiz aramızda da bizi Kuran’la uyarıyor dercesine şu ayetle sergilenmektedir:
“Bu Kuran bana vahyedildi ki onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım!”
177
Mürselat suresi ilk 7 ayet ise şöyledir:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Yemin olsun o art arda gönderilenlere / meleklere / rüzgarlara / vahyin bölümlerine / kalplere inen doğuşlara, esip de büküp devirenlere, dağıtıp yayanlara / diriltip harekete getirenlere, gerektiği şekilde ayıranlara, öğüt ulaştıranlara / Kuran’ı ulaştıranlara, özür yahut uyarı için, ki size duyurulmuş olan, mutlaka gerçekleşecektir…”
ANSIZIN GELEN HİDAYET
Şimdi size 5 Şubat’ı 6 Şubat 2010 a bağlayan gece sabah 05.30 civarı başıma gelen olayı anlatacağım. Olayın tarihini verdim çünkü bu bilince erişmek benim en başından yapmak istediğim bu iyilik-kötülük-nedenler-kader sorularına cevap verebilmeme sebep olmuştu. O gece yine birçok geceler yaptığım gibi Allah’a içimi döküyor, O’na dertlerimi anlatıyor, dostluğunu arıyordum. Biraz da derinleşmiştim doğrusu kendi iç benliğimin derinlerine inmek açısından. Sonunda kafamda çakan soruyu patlattım ve O’na sordum. “Sen kötüyü, kötülüğü ve cezayı neden yarattın?” Eğer sen mutlak iyi bir Allah’san senin yaratış lügatında cehennem ve kötü kavramlarının olmaması gerekirdi. Nitekim birkaç dakika sonra Allah’ın sessiz hidayeti geldi ve bütün denklem yerine oturdu. Ve bu denklem sizin de mantığınıza sığdığı zaman göreceksiniz ki İslam alimleri bağımsız olarak Kuran’a kafa yormamış. Hatta bazı soruları tehlikeli olarak buldukları için bu soruları hem sorma cesareti gösterememiş hem de yasaklamış. Oysa bu konu üzerinde düşünülüp daha önce açıklanmış olsaydı insanlar kafalarındaki pek çok şüpheden kurtulup Kuran’sal düşünceyi de
178
mantıklarına oturtabileceklerdi hem de Kuran’a daha çok sarılabileceklerdi.    Aslında şeytanın neden yaratıldığının içinizde hala bir soru işareti olarak kaldığını biliyorum. Ve bu sorunun cevabını Kehf suresi 50-51. ayetlerle açıklamaya çalışacağım:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Hani, biz meleklere “Adem’e secde edin!” demiştik de İblis dışında hepsi secde etmişti. İblis, cinlerdendi. Kendi Rabbinin emrine ters düştü. Şimdi siz, benim beri yanımdan, onu ve onun soyunu dostlar mı ediniyorsunuz? Hem de onlar sizin düşmanınızken. Zalimler için ne kötü bir değiştirmedir bu! Ben onları göklerle yerin yaratılmasına da kendilerinin yaratılmasına da tanık tutmadım. Ben, sapıp gitmişleri yardımcı edinecek değilim.”
Genel İslami görüşleri saf dışı edip sadece ve sadece Kuran’a objektif olarak bakarsak şöyle bir teorem ortaya atacağım. Yalnızca insan değil, Alemlerin Rabbinin yarattığı tüm varlık alemi, Kuran’da “Biz” diye tanımlanan kudretliler topluluğu dahil, iradeli olarak yaratılmıştır. Yaratılmışlar aleminin iradeli olarak yaratıldığına ispat olarak:
“Biz, göklere ve yere şöyle dedik: “İsteyerek ya da istemeyerek gelin!” Onlar dediler: “İsteyerek geldik.”
Burada gökler, yerler, kozmos, uzay veya ne derseniz deyin, içindekilerin bir şeyleri baştan anladığını ve bu yüzden “İsteyerek” geldiklerini (burada gelmek kavramından pek çok sonuç çıkartılabilir, iman etmek, bir yerden bir yere gelmek, huzura gelmek, secdeye gelmek, emir altına girmek, söz vermek vb. gibi)
179
Gerçek şu ki insan yaratılmadan önce kendisine boyun eğip eğmemek, Allah’a karşı tutku duyup duymamak konusunda bildiğimiz iki varlık cinsi vardır. Bunlar melekler ve cinlerdir.  Yukarıda yazdığımız Kehf suresi 50. ayete bakarsanız: “Adem’e secde edin!” emrinin hem meleklere hem de daha alt varlık alemi olan cinler alemine verildiğini görürsünüz. Yani isyan etmek fiilini meleklerden biri de işleyebilirdi fakat melekler isyan etme seçeneğine yani emre boyun eğmemek seçeneğine teorik olarak sahip olmalarına rağmen, isyan etmeyecek kadar üst boyutta kullar –ki Kuran’da melekler lütuflandırılmış kullardır diye anılırlar- oldukları için böyle bir hataya düşmediler. Daha önce elde ettiğimiz verilere göre İblis, kendisini ateşten, insanın topraktan yaratıldığını söyleyerek isyan etmiş ve Allah tarafından lanetlenerek kötülük kavramlarının odak noktası, çıkış merkezi olmuştur. Oysaki Kehf suresi 51. ayet çok önemlidir:
“Ben, onları göklerle yerin yaratılmasına da kendilerinin yaratılmasına da tanık tutmadım. Ben, sapıp gitmişleri yardımcı edinecek değilim.”
Bu ayette Alemlerin Rabbi, İblis ve onun soyundan gelen cinleri kendi yaratılışlarını, yaratılış süreçlerini bilmemekle ve hem de göklerle yerin yaratılış sürecini bilmemekle, buna rağmen cahillikle üstünlük taslamakla konumlandırmaktadır. İblis ve onun soyundan olan şeytanlar kendi varlık yapılarını anlayamamakla birlikte kendisine tüm varlığın ismi ve ilmi verilen ve kendi yaratılışına tanık tutulan, kendi kendinin ilmine de sahip olan Adem’e adeta bilgiye karşı cahilliğin üstünlük taslaması gibi bir büyüklük taslama gösterisi yapmışlar ve bu yüzden Alemlerin Rabbi tarafından İblis,
180
kötülük kavramlarının çıkış ve odak noktası ve azdırıcı, saptırıcı olarak lanetlenmişlerdir. Şimdi tekrar toparlamaya çalışalım. Allah katında en yüce olanlar, O’na en yakın olanlardır. Ve aynı zamanda gerçeğin bilgisine en çok sahip  olanlardır. 1-) Kuran’da “Biz” diye adı geçen kudretliler topluluğu, “Biz her şeyi bilenleriz” ayetiyle yaratılmışlar içinde en çok yakınlığa ve hiçbir şey dışta kalmamak üzere bilmek bakımından en çok bilgiye sahip olanlardır. 2-) İnsan, daha önce Kuran ayetlerinde çokça bahsettiğimiz gibi Allah’ın meleklere “Hadi, haber verin bana şunların isimlerini” hitabında maddenin ve imgelerin ismi, bilgisi, nedeni verilen varlık olarak meleklerden daha yüce, aynı zamanda kutlu kılınmıştır. Bunda insanın iradeli varlık olarak Allah’a isyan edip etmeme, şaşırıp şaşırmama yetisine sahip olmasının, bunun karşılığında cennet veya ateş gibi iki uç sonuç arasında bir savaş yaşayacak olmasının önemli bir yeri vardır. İnsan, ilk örnek olan Adem örneğinde olduğu gibi (benim yeni görüşüm) Allah’ın merhamet, rahmet ve affedicilik, tövbeleri kabul eden (Tevvab) sıfatlarının kendisinde vuku bulduğu bir arenadır. Kuran’da tek bir insan yoktur ki Allah’a tövbe etmiş olsun veya af dilesin de o kabul olunmasın. Eğer göklerle yere, “İsteyerek ya da istemeyerek gelin!” çağrısında sonsuz lütuf gibi bir seçenek olmasaydı, gökler ve yer isteyerek geldik demezlerdi. 3-) Cinler ve cinler soyundan olan İblis, varlık aleminde bilgi olarak en aşağı kademededir. Kuran’sal ayetlerde İblis ve soyunun ne göklerin yaratılması, varlık sebepleri, ne de kendilerinin yaratılması, varlık sebepleri hakkında en ufak bir bilgiye sahip olmadıkları açıkça belirtilmektedir. (Kehf suresi 50-51. ayetler) İblis kendi şekilse görünüşü olan ateşi gurur, kibir ve büyüklük meselesi sanıp asıl güzellik ve doğruluğun
181
bilgi ve tövbekarlık olduğunu düşünememiştir. Araf suresi 11- 26. ayetler şöyledir:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Andolsun ki, sizi yarattık, sonra sizi biçimlendirdik, sonra da meleklere “Adem’e secde edin” dedik. Onlar da secde ettiler. Ama İblis secde etmedi; secde edenlerden olmadı o. Allah buyurdu: “Sana emrettiğimde secde etmeni engelleyen neydi?” Dedi: “Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.” Buyurdu: “O halde in oradan. Senin haddine mi orada büyüklük taslamak! Hadi, çık! Sen alçaklardansın.” Dedi: “İnsanların diriltileceği güne kadar bana süre ver.” Buyurdu: “Süre verilenlerdensin.” Dedi: “Beni azdırmana yemin ederim ki, onları saptırmak için senin dosdoğru yolun üzerine kurulacağım. Sonra onlara; önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından musallat olacağım. Birçoklarını şükreder bulamayacaksın.” Allah buyurdu: “Çık oradan. Yenik düşmüş ve kovulmuş olarak. Onlardan sana uyan olursa yemin olsun ki, cehennemi tamamen sizden dolduracağım! Ey Adem! Sen ve eşin cennette oturun, dilediğiniz yerden yiyin ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de zalimlerden olursunuz.” Derken, şeytan, kendilerinde gizlenmiş gizli yerlerini onlara açmak için ikisine de vesvese verdi. Dedi: “Rabbinizin sizi şu ağaçtan uzak tutması, iki melek olmayasınız yahut ölümsüzler arasına katılmayasınız diyedir.” Ve onlara, “Ben size öğüt verenlerdenim!” diye yemin de etti. Nihayet onları kandırarak aşağı çekti. O ikisi ağaçtan tadınca çirkin yerleri kendilerine açıldı. Bahçenin yapraklarından yamalar yapıp üzerlerine örtmeye başladılar. Rableri onlara seslendi: “Ben size bu ağacı yasaklamadım mı? Ben size, şeytan sizin için açık bir düşmandır demedim mi? Ey Rabbimiz, dediler, öz benliklerimize zulmettik! Eğer bizi affetmez, bize acımazsan elbette ki hüsrana uğrayanlardan
182
olacağız.” Buyurdu: “Kiminiz kiminize düşman olarak inin! Yeryüzünde belirli bir süreye kadar mekan tutmanız ve nimetlenmeniz öngörülmüştür.” Buyurdu: “Orada hayat bulacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan çıkarılacaksınız. Ey ademoğulları! Şu bir gerçek ki, size edep yerlerinizi örtecek giysi de indirdik, süs ve gösterişe yarayacak giysi de. Ama korunup sakınmaya yarayan giysi en hayırlısıdır. İşte bu, Allah’ın ayetlerindedir. Düşünüp öğüt almaları umuluyor.”
Şimdi İblis ve soyu şeytanların neden yaratıldığına bir açıklık getirelim. Kehf suresi 51. ayet şöyledir:
“Ben onları göklerle yerin yaratılmasına da kendilerinin yaratılmasına da tanık tutmadım. Ben sapıp gitmişleri yardımcı edinecek değilim.”
“Ben sapıp gitmişleri yardımcı edinecek değilim” denirken “sapıp gitmişler” kelimesi yaratılıştan önce olamaz. Bu, Allah’ın, İblis ve soyunun sapacağını bildiğinin ispatıdır. “Yardımcı edinecek” kelimesi ise gelecek zaman kipindedir. Bu, aslında Alemlerin Rabbi Allah’ın şer odağı olarak konumlandırılacak tek varlığı, bilgiden uzak yani ne göklerle yerin yaratılması bilgisi ne de kendi yaratılmasına ait öz bilgi açısından bilgiden sonsuz uzakta olarak konumlandırılışı ve bu açıdan, Alemlerin Rabbinin kendi açısından, cennet, cehennem, kıyamet açısından ve kullar arasındaki yarıştaki derece açısından bilgiye ne kadar önem verildiğinin ortaya konuluşudur. O halde bilen Allah’ı bilir. Allah’ı gerçekten bilmek isteyen Kuran’ı bilir. Allah’la dost olmak isteyen de Kuran’ı okur. O halde her kim ki Allah’a aşık olmak istesin, O’nun göklerdeki yıldızlardan daha parlak, daha ışıklı nurunu
183
kaderinde görmek istesin, o kişi Hz. Muhammed’in de peygamber olduğunu bilsin ve Kuran’ın anlamını okusun. (Dip Not: Şeytanın yaratılışı aslında, “Bakın size tuzak var” diyerek ortaya konulmuş bir işaret gibiydi. Şeytan sadece bilenle bilmeyen arasında ayrım yapılsın ve bilginin değerinin yani doğru ve mutlak bilgi kavramının da öneminin cennetle cehennem arasındaki fark kadar olduğunun anlaşılması için ve böylelikle ilahi kitabın/bilginin değeri ile imansal doğru bilginin değeri anlaşılsın diye yaratıldı. Yani bizim Allah’a olan imanımızın, ne denli doğru kriterlere uyduğu ve Allah katında ne derece karşılık bulduğu değere anlaşılsın diye. İlahi kitaba, Kuran’a, vahye, doğru bilgiye bağlı olmayan iman, cennet yolunda ancak gökdelenler şehrinde, yürüyerek gitmeye ve yol bulmaya çalışan insanın varacağı sonuç kadar işe yarar) Aslında bu noktada biraz başınızın ağrımaya başladığını tahmin edebiliyorum ama üç önemli konudan daha bahsetmem gerekiyor. Bunlardan birincisi Adem’in ilk insan olarak değil, yeryüzüne gelecek tüm insanların aynı anda yaratılmış olmasıdır. Bu konuda ispat olarak vermem gereken iki ayet:
“Andolsun ki, sizi yarattık, sonra sizi biçimlendirdik, sonra da meleklere “Adem’e secde edin’” dedik. Onlar da secde ettiler. Ama İblis etmedi. Secde edenlerden olmadı o.” (Araf 11)
“Buyurdu: “Kiminiz kiminize düşman olarak inin! Yeryüzünde belirli bir süreye kadar mekan tutmanız ve nimetlenmeniz öngörülmüştür.” Buyurdu: “Orada hayat bulacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan çıkarılacaksınız.” (Araf 24-25)
184
Araf suresi 11. ayeti dikkatlice okursanız, “Andolsun ki sizi yarattık, sonra sizi biçimlendirdik, sonra da meleklere “Adem’e secde edin!” dedik.” denmektedir. Dikkat ederseniz “Adem’i yarattık” değil “sizi yarattık, sonra sizi biçimlendirdik” denmektedir. Yani burada “siz” kelimesinden tüm insan soyu kastedilmektedir. Bu arada “Adem’e secde edin!” emri meleklerle birlikte tüm daha alt varlık gruplarına verilmiştir. Yani daha önce Kehf suresinde geçen
“İblis cinlerdendi. Kendi Rabbinin emrine ters düştü. Şimdi siz beni bırakıp onu ve soyunu mu dostlar ediniyorsunuz?”
cümlesinde de vurgulandığı gibi İblis ve soyunun melek olmadığı ve cinlerden olduğu açıktır. Şuraya gelmek istiyorum. Emir meleklere olunca onlarla birlikte daha alt veya aşağı tüm varlık alemine de bu emir verilmiştir. Tüm insan türünün aynı anda yaratıldığı konusuna geri dönersek evet tüm insan soyu aynı anda yaratılmıştır fakat secde sadece Adem’edir. Yani bu anlamda Adem, insan türünün en asil, en soylu ve en seçkin örneğidir. Bahsetmem gereken ikinci konu eğer Adem ve eşi yasak ağaçtan tatmasaydı cennette kalacaklardı. Daha doğrusu tüm insan ırkı cennette kalacaklardı. Adem ve eşi insan ırkından en nadide iki ayrı cinsin örneği olarak bu sorumluluğun altına sokulmuşlardı. Bu anlamda yasak ağaç dışında cennette herhangi bir günah veya günah kavramı bile yoktu. Cennetteki bütün nimetler onlara temiz ve helal kılınmıştı. Çünkü Araf suresi 19. ayette:
185
“Ey Adem! Sen ve eşin cennette oturun, dilediğiniz terden yiyin ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de zalimlerden olursunuz.”
denmektedir. Yani cennette herhangi bir kötülük veya kötülüğe sokucu kavram veya haram bir yiyecek (yasak ağaç dışında) veya günah kavramı veya günaha sokucu davranış ve hatta bunun bilgisi bile yoktu. Ancak Rahman, Adem ve eşine söz konusu ağacı yasaklamış ve insanlık aleminin bu sapmaya en az meyilli iki burcunu sınav etmiştir. Üstelik eğer bunu yaparlarsa zalimler olacakları da kendilerine bildirilmiştir. Benim şu anda anladığım kadarıyla insanoğlunun zalim bir varlık olarak konumlanması da bu ağacı yedikten sonra başlıyor. Yani insan ırkı, en azından Adem veya başta Adem olmak üzere cennette yasak ağaçtan yemeden önce melekler kadar veya meleklerden daha üstün bir duruluk, güzellik, iyilik içindeydiler. Yasak ağaçtan yedikten sonra zalimler haline geldiler ve Adem’le eşinin, dolayısıyla da onlarla birlikte dünyaya gelen ilk nesilin ve tüm insan soyunun zalimler olarak konumlanması bundan sonra oldu. Kuran’daki;
“Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik. Ama onlar onu yüklenmekten kaçındılar, ondan ürktüler. İnsan ise çok zalim ve çok cahil olduğu halde onu yüklendi. Bunun böyle olması Allah’ın ikiyüzlü erkeklerle ikiyüzlü kadınlara, şirke sapmış erkeklerle şirke sapmış kadınlara azap etmesi, mümin erkeklerle mümin kadınların tövbelerini kabul etmesi içindir. Allah Gafur’dur, Rahim’dir.”
Ayetinde de görüldüğü gibi insanın dünyadaki hali zalim olarak nitelendirilmiştir. Sonuç olarak geçmişe bir olasılık olarak bakarsak eğer Adem ve eşi o yasak ağaçtan yemeseydi insan da melekler gibi sürekli sevapkar ve sürekli
186
lütuflandırılmış olarak kalacaktı. Dünyadaki zalimliğimizin sebebi genlerimizde yatıyor ama hala tövbe kapısı açık… Geldiğimiz yer olan cennet hayatında herhangi bir kötülük ya da günaha girme kavramı olmadığı gibi gideceğimiz yer olan cennet ve cehennem hayatında da herhangi bir kötülük veya isyan, günah yoktur. Ahiret hayatı Allah’ın istediği gibi temiz ve durudur. Cehennem sizi korkutsa bile zaten cehennemim amacı kötülüğü önlemektir. Cennete girecek kadar olgunlaşmamış, iyilik ve güzellikte belirli bir seviyeye erişmemiş bireyler cehennemde cezalarını çekerler, tekamül ederler (olgunlaşırlar, eğitime tabi tutulurlar) ve ardından cennete girerler.  Anlatmak istediğim üçüncü konu ise Araf suresi 11-18. ayetlerdir:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Andolsun ki, sizi yarattık, sonra sizi biçimlendirdik, sonra da meleklere “Adem’e secde edin!” dedik. Onlar da secde ettiler. Ama İblis etmedi; secde edenlerden olmadı o. Allah buyurdu: “Sana emrettiğimde secde etmeni engelleyen neydi?” Dedi: “Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.” Buyurdu: “O halde in oradan. Senin haddine mi orada büyüklük taslamak! Hadi, çık! Sen alçaklardansın.” Dedi: “İnsanların diriltileceği güne kadar bana süre ver.” Buyurdu: “Süre verilenlerdensin.” Dedi: “Beni azdırmana yemin ederim ki, onları saptırmak için senin dosdoğru yolun üzerine kurulacağım. Sonra onlara; önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarında musallat olacağım. Birçoklarını şükreder bulamayacaksın!” Allah buyurdu: “Çık oradan. Yenik düşmüş ve kovulmuş olarak. Onlardan sana uyan olursa yemin olsun ki, cehennemi tamamen sizden dolduracağım!”
187
Rahman’ın meleklere ve daha alt katmandaki diğer varlık gruplarına (İblis ve onun soyu, cinler) secde emrinde, hitabın muhatabı varlık gruplarınca öngörülmesi gereken ama mantık, Allah’ın dolaylı yoldan, “Ben özellikleri, üstünlükleri, riskleri ve sorumlulukları itibarıyla yepyeni bir varlık yarattım. Üstelik onu, sizin ona secde etmeniz gerektiği kadar da sizden üstün kıldım. O halde benim her şeyi bilen, Alim sıfatımı da göz önüne alarak ona secde edin, emrettiğimi yerine getirin mantığıdır. Oysa İblis kendisine isyan ettiğinde Rahman onun iç dünyasını bildiği halde ona, bu iç dünyasında oluşan Allah’a ve Allah’ın bilgisine isyan mantığının çapraşıklığını göstermek üzere,
“Sana emrettiğimde secde etmeni engelleyen neydi?
diye sormaktadır. Burada Rahman’ın kullandığı “engelleyen” kelimesine dikkat çekmek istiyorum. Allah, “engelleyen” kelimesini kullanmakla İblis’e, Adem’e secde etmesine bizzat kendi egosunun engel olduğunu belirtmek istemiştir ve hatta sezdirmek istemiştir. Yani Rahman bu sözüyle İblis’e gerçek isyan sebebini göstererek onun bağışlanma dilemesine zemin hazırlamak istemiştir. Oysaki İblis daha önce de yazdığımız gibi ne kendisinin yaratılışına ne de göklerin yaratılışına şahit tutulmuştur. Allah’a şöyle bir cevap vermiştir İblis:
“Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.”
(Aslında burada Kuran’ın bir kelam mucizesi daha var. İblis kendisi için de Adem için de ayrı ayrı yarattın kelimelerini kullanarak iki varlığın da değişik zamanlarda yaratıldığını söylemektedir. Eğer “beni ateşten onu çamurdan
188
yarattın” deseydi bu her ikisinin de aynı anda yaratıldığı anlamına gelebilirdi.”)
Böylelikle İblis kendi benliğine dönememiş, aynı zamanda Allah katında hayrın yaratılıştan gelen özelliklerle değil, düşünsel ve fiziksel manadaki olumlu çabalarla ve sonuçlarla olacağını aklına getirememiştir. Nitekim ateşten yaratılan, Allah’ın huzurundan kovulmuş ve kendini ateşe atmıştır. Başka bir incelik de Araf suresi 11. ayette ilk isyan (Adem’e secde etmeyi kabul etmeme) anılırken İblis son defa kendi adıyla anılmış daha sonra 20. ayetten itibaren insanı saptırmaya ve vesvese vermeye çalışan varlık olarak “şeytan” adıyla anılmaya başlanmıştır. 14-15. ayetlerde İblis’in şöyle dediğini görüyoruz: “Dedi: “İnsanların diriltileceği güne kadar bana süre ver.” Ve Allah şöyle buyurmaktadır: “Süre verilenlerdensin.” Burada dikkat etmemiz gereken nokta şudur ki, insanoğlu şeytana uymasaydı ve insanlar toplu halde dünyaya inmeseydi de cennet arenasında da kıyamet günü veya dirilme günü olacaktı. Bu cennette kalsaydık orada Allah için büyük bir yarış ve kıyamet günü de bir derecelendirme olduğunun bize anlatılmasıdır. Yani İblis isyan etmeseydi de, Adem şeytana uymasaydı da cennette bir sınav vardı fakat cennette ne bir günaha sokucu şey ne de bir yasak vardı. Hatta günah kavramı bile yoktu. Cennet arenasında kötülüklerden mümkün olduğu kadar sakınıp mümkün olduğu kadar iyilik için çalışmak değil sadece daha çok iyilik ve hayır için yarışmak vardı. Orada tek yasaklanan şey yasak ağaçtı ve bu yasak ağaç da İblis’in isyanına karşı ona uyup uymayanların belli olması için ve bu konuda bir sınav aracı olması için oraya konulmuştu. İblis’e cennette insanları azdırmak ya da birbirine düşürmek gibi bir imkan ya da fırsat verilmemişti. Ona sadece insanoğlunun yasak ağaçtan tatması için vesvese verme imkanı verilmişti.
189
Rahman Araf suresi 19. ayette Adem’e şöyle buyurmaktadır:
“Ey Adem! Sen ve eşin cennette oturun, dilediğiniz yerden yiyin ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de zalimlerden olursunuz.”
Bu ayette de yasak ağaçtan tatmadan önce insanoğlunda bir zalimlik ya da günahkarlık, günaha sapma diye bir kavram olmadığını anlıyoruz. Şimdi bir an için İblis’in Rahman’a hiç isyan etmediğini veya İblis diye bir varlığın olmadığını, Adem ile eşinin de yasak ağaçtan tatmadığını, böylelikle de insan soyunun yeryüzüne inmeyip cennette kaldığını düşünelim. Bu takdirde insan soyu cennette de bir sınav verecekti fakat bu sınav kötülüklerden sakınmak ve iyilik peşinde koşmak şeklinde değil –cennette kötülük veya günah diye bir kavram olmadığı için- sadece ve sadece iyiliklerde ve takvada yarışmak, bunun sebebinin de her insanın kendi özünü bulmak çabası olabileceğini söyleyebiliriz. Çünkü Kuran daha önceden cennette de bir ölüm ve yeniden dirilim günü yani insanların sorgulanmak üzere yeniden diriltileceğinin söylemektedir. Eğer bu olasılık gerçekleşseydi cennetteki bütün iyilikler, güzellikler ve hayırlar bir yana insanoğlu Kuran’ın şu ayetinin gereğini bulmaya çalışacaktı:
“Gerçek şu ki insan, öz benliği üzerine yönelmiş keskin ve derin bir bakıştır.”
Peki bu bakışın aradığı şey nedir? Daha önce Allah’ın Adem’i yaratırken onun içine kendi öz ruhundan üflediğini söylemiştik. Eğer bu olasılık gerçekleşseydi insanoğlu cennette kendi öz benliğini tanımaya çalışarak, kendini
190
bilmeye çalışarak içindeki Allah’ın öz nefesine kavuşmaya doğru bir yol tutacaktı. Bir başka konu da yasak ağacın ne olduğu  veya neyi içerdiği konusudur. Araf suresi 19. ayette Alemlerin Rabbi, kulu Adem’e,
“Ey Adem! Sen ve eşin cennette oturun, dilediğiniz yerden yiyin ama şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de zalimlerden olursunuz.”
demektedir. Bu ayette kilit nokta, “Şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa ikiniz de zalimlerden olursunuz” cümlesidir. İlk başta cennette iken insanoğlunun içinde hiçbir kötülük, günah veya zalimlik yoktu. İşte yasak ağaçtan yiyerek zalimlerden olan insanoğlu bu zalimliğin genlerini yasak ağaçtan almıştır. Yani daha önceden tertemiz ve meleklerin secde ettiği insan yapısı yasak ağaçtan yiyince  zalimlik genlerini de barındırmaya başlamıştır. İnsanoğlunun bu olaydan sonra zalim haline gelmesinin ve dünyadaki halinin çok zalim ve çok zalim olarak tanımlanmasının bir ispatını da  Ahzab suresi 72-73. ayetlerde  görebiliyoruz:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de  onlar onu yüklenmekten kaçındılar, ondan ürktüler. İnsan ise çok zalim ve çok cahil olduğu halde onu yüklendi. Bunun böyle olması, Allah’ın; ikiyüzlü erkeklerle ikiyüzlü kadınlara, şirke sapmış erkeklerle şirke sapmış kadınlara azap etmesi, mümin erkeklerle mümin kadınların tövbelerini kabul etmesi içindir. Allah Gafur’dur, Rahim’dir.”
O halde bu ayetten üç sonuç çıkarılabilir. Bunlardan birincisi, insanoğlunun, sorumluluğunu başka hiçbir varlığın
191
yüklenmediği bir emaneti kabul etmesi ki meleklerin ve daha alt gruplardaki varlıkların Adem’e secde etmesi bu yüzdendir. İkincisi, insan denilen varlığın dünyadaki halinin ilahi alemin kıstaslarına göre çok zalim ve çok cahil olması ve üçüncüsü bütün insan soyu içindeki azabın yalnızca Allah’a karşı ikiyüzlülük yapanlarla, ortak koşanlara yapılacağıdır. Tövbe kavramı ise bu dünyada olduğu gibi ahirette de vardır. Çünkü bu dünyada Kuran’la veya diğer ilahi kitaplarla hiç tanışık olmadığı halde iyi niyetle ve samimiyetle olumlu çabalar içinde yaşayanlara ahirette gerçeğin gösterilmesi ve tövbe nasip edilmesi mümkündür. “Allah Gafur’dur Rahim’dir” cümlesi ise Rahman’ın insanoğluna kıyamet günü hiç beklemediği bir rahmetle bakacağının bir ön bildirimidir.
Araf suresi 16-17. ayetlerde İblis şöyle demektedir:
“Beni azdırmana yemin ederim ki, onları saptırmak için senin dosdoğru yolun üzerine kurulacağım. Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından musallat olacağım. Birçoklarını şükreder bulamayacaksın.”
Burada dikkatinizi çekmek istediğim ilk nokta “Beni azdırmana yemin ederim ki” cümlesidir. Bu cümle olana kadar evrende ne Adem açısından ne de diğer varlıklar açısından kötülük, kötülüğe girme, günah kavramları yoktur. Yani günah ve isyan kavramları yoktur. Kötülük, çirkinlik ve günaha ait kavramlar İblis isyan ettiği anda Alemlerin Rabbi tarafından yaratılmış ve Allah, İblis’i bu kavramların odak noktası, çıkış noktası, azdırıcısı olarak cezalandırmıştır. Başka bir nokta ise İblis’in insana karşı saklı tutuğu kini açığa çıkartıp insanların bir kısmını da Rahman’a isyana sürükleyeceğini iddia etmesidir ki Alemlerin Rabbi bu isyana şöyle cevap vermektedir:
192
“Benim kullarım aleyhine senin elinde hiçbir güç / kanıt olmayacak. Azgınların seni izleyenleri müstesna.”
Kuran’ın geneline baktığımızda İblis’in kendisinin bile saptıramayacağını baştan itiraf ettiği kullar sınıfının “riyaya sapmamış, samimi kullar” olduğunu görebiliyoruz. O halde kurtuluş için gerekli temel kavramlardan ikisi
1-) Allah’ın birliğine inanmak, ona ortak koşmamak 2-) Riyaya sapmamak, ikiyüzlülükten uzak durmak, samimiyeti ön plana almak şeklinde açıklayabiliriz.
Bu samimiyetli davranış ve düşünce kuramını insan öyle ileri boyutlarda yaşamalıdır ki, samimiyetli davranış ve düşünce dindarlıkta da, inkarcılıkta da, aşkta da sevdiklerine karşı da ve en çok da kendine karşı gösterilmelidir. Samimi olan insan kendisi olur. Samimiyetsiz insan ise kendi olmaktan çıkar, başka biri olur. Samimiyetimizi en çok Allah’a karşı göstermeliyiz çünkü o biz ne yaparsak, ne düşünürsek, O bilir. O halde düşünce bazına da günahları bırakmalı ve düşünsel yönden mantıklı ve duygusal yönden de sevgi, sevme, sevilme, aşk kavramlarına yatkın olabilen insanlar olmalıyız.
KADER DEĞİŞİR Mİ? İRADE…
Tüm İslam aleminin kabul ettiği yanlış teoremlerden biri de kaderin değişmezliği hakkındaki ön yargıdır. Kader bilimsel manada, insanın iradesini ortaya koyarak, yeni atılımlar yapma kararı almasından itibaren değişiklik sürecine girer. Normal bir müslüman ya da bir İslam alimi “Kader değişmez, alnımıza ne yazılmışsa onu yaşarız” şeklinde düşünür. Oysaki kader bir olasılıklar fonksiyonudur ve Allah
193
ile kulun beraber ortaya çıkarttıkları  bir olgudur. Şöyle bir örnek verelim. Elinizi kolunuzla birlikte yukarı, aşağı, sağa, sola oynatma seçeneklerini siz belirlersiniz. Oysaki parmak ucunuzu omzunuzdan 3 metre uzaklaştırmayı deneyin. Hiçbir insanın kolu 3 metre kadar uzun değildir. O halde burada, sizi yaratırken Yaratıcı Kudret’in size koyduğu bir hareket alanı çerçevesi vardır. Yaşadığınız sürece, örneğin, kolunuz 70 cm. kadar uzun ise o alan içerisinde yapacaklarınızı siz belirlersiniz fakat Yüce Allah yaratış kanununa göre  sizin o sınırın dışına çıkmanıza izin vermez ve sınavınız bu 70 cm. lik alanın olasılıkları ile belirlenmiştir. Kaderin verilen olasılıklar, olabilirlikler ve sınırlar içerisinde insanın iradesini kullanma sınavı olduğunu gördük. Şimdi size Kuran’sal bakış açısından daha ikna edici ispatlar sunacağım. Kuran’a göre Hz. Yunus’un kavmi dışında hiçbir uygarlığın kendisine gelen elçiye inanmadığı ve helak edildiği anlatılır. Şimdi bu olayın mantığına bakalım. 1-) Yüce Yaratıcı sapmış ve azmış kavimlere “belki dönerler” diye uyarıcılar ve kesin kanıtlar göndermiştir. Eğer Allah, hür insanın kendi seçimiyle kullanabileceği bir iradesi olduğuna inanmasaydı ve insanlıktan ümidi olmasaydı peygamberler ve kitaplar gönderir miydi? 2-) Kuran’da Hz. Musa’nın hikayesinde firavun kavminin “belki dönerler diye” tabiri kullanılarak kan, çekirge, haşerat vs. gibi azaplarla azaplandırıldığı yani kendilerini bekleyen büyük bir helak ve ahiret azabı öncesinde firavun kavminin azapla da yola getirilmek istendiği anlatılır. Eğer Allah hür insan iradesine inanmasaydı onları helak etmeden önce bir uyarı ve işaret olarak o küçük azabı onlara tattırır mıydı? 3-) Olaya Alemlerin Rabbinin yüceliği mantığı açısından bakarsak acaba O, “Ben onların iman etmeyeceklerini biliyordum, o yüzden sırf onları uyarmıştım demek için onlara
194
uyarıcılar ve kesin kanıtlar gönderdim” diye bir mantık kurmuş olabilir mi? Hayır. Allah hiçbir olguyu boşu boşuna yaratmaz ve hiçbir şeyi de boşu boşuna yapmaz. Yani Allah’ın kendilerine elçi gönderilen kavimlere karşı da bir umudu vardı. Çünkü O özgür insan iradesini yaratmıştır ve özgür insan iradesinin kendisini seçmesi açısından da  her zaman bir kapıyı açık bırakmakta ve yaşam bitinceye kadar da bu kapıyı kapatmamaktadır. Nitekim Yunus kavmine de Hz. Yunus gönderilmiş ve o kavim ise inanmıştır. Yani peygamberlerin gönderilmesi boşu boşuna değildir.  Kuran a göre kıyamet günü şöyle bir oluşum olacaktır: (Kaf suresi 16-33. ayetler)
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Yemin olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını da biz biliriz. Biz ona, şah damarından daha yakınız. Sağında ve solunda oturmuş iki görevli, kayıt yapmaktadır. Bir söz sarf etmeye dursun, yanındaki gözcü hemen zaptediverir. Ölüm sarhoşluğu hak olarak geldi. İşte bu, senin kaçıp durduğun şeydir. Ve sura üflendi. İşte bu, geleceği vaat edilen gündür. Her benlik, yanında bir güdücü, bir de tanık olduğu halde gelir. Yemin olsun, sen bundan gaflet içindeydin. Ama perdeni üstünden kaldırıverdik. Bugün gözün keskin mi keskin! Yoldaşı şöyle der: “İşte yanımdaki, hazır!” Siz, ikiniz! Tüm nankörleri, inatçıları cehenneme atın! Durmadan hayrı engelleyeni, azgını, işkilciyi. O ki, “Allah’ın yanına başka bir ilah koydu. Artık atın onu o şiddetli azabın içine! Yoldaşı dedi ki: “Rabbimiz, onu ben azdırmadım. Onun kendisi, dönüşü olmayan bir sapıklık içindeydi.” Allah buyurdu: “Huzurumda çekişmeyin! Ben size uyarıyı çok önceden göndermiştim. Benim huzurumda söz değiştirilmez ve ben kullara asla zulmetmem.” O gün cehenneme: “Doldun mu?” deriz. O ise: “Daha yok mu?” der. Ve cennet, takva
195
sahiplerine yaklaştırılmıştır, hiç uzak değildir. İşte size vaat edilen budur. Allah’a sürekli yönelen, korunması gerekeni koruyan herkese. Görmediği halde Rahman’dan ürperen ve Allah’a yönelik bir kalp getiren herkese.”
O halde tüm fiziksel olasılıklar içinde Yüce Allah, daha önceki ilahi kitaplar ve son olarak da Zebur, Tevrat, İncil ve çağımızda da Kuran olmak üzere, kullarını sürekli bir uyarı ve hidayet rehberi eşliğinde tutmaktadır. Ve kulların bu ilahi yol göstermeye bakarak ne yapacakları ise onların seçimi ve sorumluluğudur. Sonuç da yani cennet de cehennem de ona göredir. Şu apaçık bir mantıksal bir gerçektir ki insan bilerek sorumlu olmadığı şeyin cezasını çekmez ve ödülünü de almaz. Daha önce defalarca yazdığımız Araf suresindeki Allah’ı ve O’nun ayetlerini tanıma sorumluluğu biz insanoğluna yeryüzünde bu sorumluluklara uygun yaşama iradesini ortaya koymaya yarayacak bir ipucu olmalıdır. Nasıl gözlerimizi görmek için açıyorsak, kulaklarımızla duymak için dinliyorsak, doğru yolda olmak için de Kuran’ın anlamını bilinçli ve sürekli olarak okumalıyız. Kaderin değişebileceğine dair Kuran’sal ispatlardan biri de Hud suresi 7. ayettir:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… O, odur ki, gökleri ve yeri altı günde yaratmıştır. O’nun arşı da su üzerinde idi. Böyle yapması, iş ve davranış yönünden hanginizin daha güzel olduğunu belirlemek için sizi denemeye yöneliktir. Sen, “Kuşkusuz, sizler ölümden sonra diriltileceksiniz!” dediğinde, küfre batanlar hemen ve kesinlikle şöyle derler: “Bu, apaçık bir büyüden başka şey değildir.”
196
O’nun arşının bir zamanlar su üzerinde olması yaratacağı her şeyle bir zamanlar birebir temas halinde olduğunun ve onlara en üst mertebeden hidayet verdiğinin ispatıdır. Burada su, değişkenliğe, akışkanlığa, değişime, duruluğa, temizliğe işaret eder. Bu anlamda yaratılanların kaderi de ilk yaratıldıkları andaki öz noktasında aldıkları hidayetten itibaren kendileri tarafından belirlenir ve yaşadıkları sürece de kendileri tarafından değiştirilir. Burada bazı noktalar aklınıza gelebilir. Eğer ben kaderimi bilseydim cennete gidecek bir kader çizerdim veya eğer topyekun kaderi Tanrı bilmiyorsa nasıl kaderi planlayabilir? gibi. Hayır, O topyekun kaderi biliyor ve bu topyekün kaderi de kendisi planladı. Fakat daha önce yazdığımız şeylerden dolayı (kulların O’nun rahmet ve azabını en uç noktada görerek gerçeği anlamaları gibi) cennet ve cehennemi de planladı. Ancak burada yaşadığımız dünya sürecini nasıl yaşadığımız ve hatta dünyaya geliş şartlarımız, imkanlarımız, kadın, erkek, zengin, fakir, sakat, sağlıklı doğma seçeneklerimiz gibi bir çok şeyi de ben bu sudaki öz olarak yaratılma safhasında bir sınav olarak verdiğimize veya kendimiz seçtiğimize inanıyorum. Çünkü Arş O’na kulların ulaşabileceği en son noktadır ve kullar en büyük hidayeti bu noktada alırlar. Yani biz kendimiz seçtik dünyaya geliş şartlarımızı ve Araf suresi 172. ayette geçen “Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Rabbimizsin, buna tanıklık ederiz” diye cevap vermiş ve dünya sınavında kendi seçtiğimiz şartlarda yaşayacağımız hayatta O’na iman edeceğimize, O’nun hidayetini kabul edeceğimize, O’nun resullerine iman edeceğimize ve O’nun kitaplarını okuyacağımıza kendimiz söz vermiştik. O halde cehenneme gidecekler için kaygılanmak yok… Ama O’nun rahmetini umarak yakınlaşmak, sevgi ve saygı bağı kurmak ve O’nun yolunda, uğrunda mücadele etmek var. Şimdi bazı şeyler anlaşılmıştır umarım.
197
Allah’ın kullarına peygamberler göndermesi mantığına baktığımızda açıkça göreceğimiz gibi Yüce Allah, kullarına verdiği bağımsız seçme iradesi sorumluluğu veya ışığa karşı gelme seçenekleri arasından kullarının, “Ben seni seçtim. Üstelik bunu üzerimde herhangi bir baskı ya da zor kullanma olmadan, kendi istediğim için seçtim” diyerek gelmelerini istemektedir. Olaya O’nu seven kullarının O’na gelmesi açısından bakarsak, aşk, karşılıklı olur. Eğer burada bir aşk ilişkisi yaşanacaksa –ki  Allah’ın bir ismi de Vedud, yani “Sevgili” dir- kullarının kendisini seçmesi ve O’na yönelmesi karşısında Allah onlara bu sevgilerinin karşılığını kendi uluhiyet ve yüceliğine yaraşır bir şekilde verecektir ki yaratılmışların böylesine bir sevgi kavramını düşünmesi bile mümkün değildir. Yoksa kafir-Allah karşıtlığı gibi bir tarafın O’ndan nefret ederken diğer taraftan O’nun sanki ona muhtaçmış gibi sevgi göstermesinin bir manası yoktur. Tabii burada hiçbir şeyden habersizken, Alemlerin Rabbinin kendilerinin kalbini bildiği için hayatlarının herhangi bir yerinde rahmet ve aşk içinde boğulan insanları söz konusu dışında bıraktık. Bahsettiğimiz, birbirinin varlığını bilen Tanrı ile kul arasında kulların seçtikleri O’nu isteme ve O’ndan uzaklaşarak karanlığa düşme eğilimleriydi. Bu konu hakkında peygamberlerin yaratılma amaçlarını bildiren Enbiya suresi 107-109. ayetleri şöyle belirtelim:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Ve biz seni ancak alemlere bir merhamet / bir sevgi olman dışında bir şey için göndermedik. De ki: “Bana şu vahyediliyor: “Tanrınız ancak bir tek tanrıdır. Peki siz müslümanlar / Allah’a teslim olanlar mısınız?” Eğer yüz çevirirlerse de ki: “Hepinize aynı şekilde, aynı düzeyde açıkladım. Artık bilmiyorum tehdit edildiğiniz şey yakın mıdır, uzak mıdır?”
198
Burada daha önce bahsettiğimiz yalan hadis veya peygamberimize ithaf edilen hadislere güvenerek yeni dini hükümler çıkarma konusuna da değinmek gerekiyor. Çünkü ayette peygamberimizin ağzından verilen “aynı şekilde” sözü de “aynı düzeyde” sözü de Kuran’a işaret etmektedir. Bu böyleyken birtakım çok bilmişlerin peygamberimizin bu işaretlerine rağmen “uydurma” hadislere inanmalarına, inandırmalarına, bununla halkı yoldan saptırmaya ve bir yandan da bu içine girdikleri yalan, iftira hadis yaygarası içinde kendilerini halktan büyük görmelerine hiç gerek yoktur. Kuran’da Allah ile kul arasındaki aşkın kulun inkardan, imana, teslimiyete dönünce nasıl alevleneceği hakkında bir örnek de Enbiya suresi 87-88. ayetlerde Hz. Zünnun örneğidir:
“Ve Zünnun! Hani, kızarak gitmişti de, ona asla güç yetiremeyeceğimizi / ölçüyü kendisine uygulamayacağımızı sanmıştı. Sonunda, karanlıkların bağrında şöyle yakardı: “Senden başka ilah yok, tespih ederim seni! Kuşkusuz ben zalimlerden oldum!” Hemen imdadına yetiştik. Gamdan kurtardık onu. İnananları işte böyle kurtarırız biz!”
Yüce  Allah’ın yarattığı seçkin kullarına özel bir aşk beslemesinin, bunu onların yaşamlarında gizli bir şekilde göstermesinin ve zamanı gelince de bu aşkı ortaya çıkarmasının bir örneğini de Taha suresinde Hz. Musa’nın hikayesinde görebiliyoruz: (Taha 1-44)
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Ta,Ha! Biz bu Kuran’ı sana, zahmet çekesin, bedbaht olasın / zorluk ve şiddet sergileyesin diye indirmedik; saygıyla ürperene bir hatırlatma / düşündürme / öğüt verme olsun diye indirdik. Yeri ve o yüce mi yüce gökleri yaratandan bir vahiy
199
olarak indirdik. O Rahman, arş üzerinde egemenlik kurmuştur. Göklerde, yerde, onların arasında, toprağın bağrında ne varsa O’nundur! Sen bu sözü açıkça duyuracaksan da O, gizliyi de bilir, gizliden gizliyi de! Allah’tır O! İlah yok O’ndan başka! Esmaül Hüsna, en güzel isimler O’nundur. Ulaştı mı sana Musa’nın haberi? Hani, bir ateş gömüştü de ailesine şöyle demişti: “Bekleyin! Gözüme bir ateş ilişti. Olabilir ki, ondan size bir kor parçası getiririm, yahut onun üzerinde bir kılavuz bulurum.” Onun yanına geldiğinde kendisine “Musa!” diye seslenildi. “Benim ben, senin Rabbin! Hadi, pabuçlarını çıkar; sen kutsal vadide, Tuva’dasın! Ve ben seni seçtim; o halde, vahyedilecek olanı dinle! Hiç kuşkulanma ki, ben Allah’ım! İlah yoktur benden başka! O halde, bana ibadet et ve namazı / duayı, benim zikrim için / beni hatırlayıp anmak için yerine getir. Kuşku duyma ki, o saat gelecektir. Onu neredeyse gizliyorum ki, her benlik gayretinin karşılığını elde etsin. O halde ona inanmayıp keyfi peşinde giden, seni ondan yüz geri etmesin. Yoksa perişan olursun! Nedir o sağ elindeki ey Musa? Cevap verdi: “O, benim asamdır. Ona dayanırım, onunla koyunlarıma ağaçtan yaprak indiririm. Onda, işime yarayan başka özellikler de vardır.” Buyurdu: “Yere at onu ey Musa!” O da onu attı. Bir de ne görsün, bir yılan olmuş o, koşuyor… Buyurdu: “Al onu, korkma! Biz onu ilk görünümüne döndüreceğiz. Bir de elini koynuna sok! bir başka mucize olarak lekesiz, bembeyaz halde çıksın. Böylece sana en büyük mucizelerimizden bazılarını göstereceğiz. Firavun’a gir, çünkü o, azdı.” Musa dedi: “Rabbim, göğsümü açıp genişlet; işimi bana kolaylaştır. Dilimden düğümü çöz. Ki sözümü iyi anlasınlar. Bana ailemden bir yardımcı ver, kardeşim Harun’u. Onunla sırtımı kuvvetlendir! Onu işime ortak kıl! Ta ki seni çokça tespih edelim! Seni çokça analım! Kuşkusuz, sen, bizi görmektesin.” Buyurdu: “İstediğin sana verildi, ey Musa!
200
Yemin olsun, sana bir kez daha lütufta bulunmuştuk. Hani annene vahyedileni şöyle vahyetmiştik: “Onu tabuta koyup ırmağa bırak! Irmak onu sahile götürsün ki, benim de düşmanım, onun da düşmanı olan biri onu alsın. Üzerine kendimden bir sevgi bıraktım ki, gözümün önünde yetiştirilesin. Hani, kız kardeşin şöyle diyordu: “Onun bakımını üstlenecek kişiyi size göstereyim mi?” Nihayet seni annene geri döndürdük ki, gözü aydın olsun, tasalanmasın. Sen bir de adam öldürmüştün. O zaman seni gamdan kurtarmıştık. Seni iyice bir imtihana çekmiştik. Bunun ardından, sen, Medyen halkı arasında yıllarca kaldın. Sonra belirlenen bir vakitte / bir kadere göre geliverdin, ey Musa! Seni kendim için seçip yetiştirdim.”
Ayetlerde görüleceği gibi Rahman ve Rahim olan Allah, Hz. Musa’nın kaderi hakkında “Belirlenen bir vakitte / bir kadere göre geliverdin ey Musa!” tabirini kullanmıştır. Daha önce Musa’nın haberi olmadan ona defalarca gizlice lütuflarda bulunması, onu annesine mucizevi bir şekilde emanet etmesi, onun üzerine, kalbine kendinden bir sevgi bırakması, Hz. Musa’nın bir adam öldürmesinden sonra onu gamdan kurtarması ve en sonunda da tam ayetteki gibi kelimesi kelimesine “Seni kendim için seçip yetiştirdim!” demesi hep buna işaret eder. Bu demek oluyor ki Rahman, lütuflarda bulunacağı iyi kullarına da o an gelene kadar çeşitli rahmetler ve sınavlar tattırmaktadır. O halde en kötü zamanımızda bile Allah’ın rahmetinden ümit kesmeye ne gerek var? Eğer gerçekten O’na inanıyorsak zamanı gelince Allah’ın bizim üzerimize rahmetini indireceği ve yardım edeceği kesin değil mi? Hz. İbrahim’in elçilerle konuşurken dediği gibi;
201
“Sapıtmışlardan başka kim ümit keser Rabbinin rahmetinden?”
Sonuç olarak nerede kalmıştık? Kaderin değişebileceği ve ne zaman değişebileceği… Fakat burada belirtmem gereken bir nokta var. İnsanın kaderinin değişmesi bilinçli  ya da bilinçsiz olarak ancak kaderini ya da önündeki geleceği değiştirebilmek için kararlar almasından ve bunun için faaliyete geçmesinden sonra başlar. Şöyle bir insan düşünelim: Ben bu ana kadar çok tembeldim. Fakat bundan sonra günde en az bir saat kitap okuyacağım, internetten yerli ve yabancı, içerik olarak dolu dergi ve gazeteleri takip etmeye başlayacağım. Televizyon denen ve boş zaman geçirmeye yarayan aptal kutusundan mümkün olduğu kadar uzak duracağım, alkol ve sigarayı bırakıyorum, çevreyi koruma derneği ve sokak çocuklarını koruma dernekleri gibi derneklere katılıp oralarda aktif rol üstleneceğim, bilgisayar programcısı ve yabancı dil sertifikası alıp ardından da bir iş bularak ailemin yükünü hafifleteceğim. Tanrı’ya yönelik düşünce ve faaliyetlerimde daha samimi olacağım çünkü en azından O’nun benim ne düşündüğümü bildiğini biliyorum.
Her değişik insanın kendine göre mümkün olan en iyi kararları düşünebilmesi ve alabilmesi mümkündür. Böyle bir insanın kaderi bu düşünceleri aklında planlamaya başladığından itibaren değişmeye başlar ve arkasından aktiviteleri de gelince bazı konularda hemen bazı konularda yakın gelecekte kader tamamen değişir ve olumlu bir dönüşüme girer. Daha ilerideyse henüz planlamadığı daha güzel bir yaşam planı onun aklında oluşacaktır ve aklında oluşacaklar da mutlaka mümkün olan en olumlu bir biçimde kullanılması geçen yaşam sürecinde o birey, pozitif
202
düşünmekte ve pozitif davranmakta ısrar ettiği sürece olumlu bir şekilde değişim gösterir. Kuran’ın bir ayetindeki gibi;
“Allah’ın rahmeti güzel düşünüp güzel davrananlara çok yakındır…”
Fakat kader değişmez, Allah ne yazdıysa o olur, deyip kendi yaşamındaki, düşünsel yapısındaki hataları Allah’a mal eden ve böyle gelmiş böyle gider deyip hiçbir yeni düşünceye, çabaya girmeyen insanın işi Allah’ın rahmetine kalmıştır. Çünkü böyle bir insan daha olumlu, daha güzel, daha yararlı bir yaşamın olabileceğini kabul etmemekte, üstelik bunun için ne düşünsel ne de hayattaki başrolünü giyerek çaba harcamamaktadır. Böyle bir insan hayat kendisini nereye götürürse oraya gidecektir. Burada verdiğimiz birinci örnek, Mevla’dan ve kendisinden umudu olan insandır, ikincisi ise işi Allah’a kalmış, hem aklı hem kalbi kapalı insandır. Burada dikkat etmemiz gereken nokta kaderin, kader değişebilir dediğimiz andan itibaren değişeceğidir. Allah hiçbir kuluna zulmetmek istemez fakat kullar kendilerine zulmederler. Kuran şöyle der;
“Senin başına gelen her kötülük kendi nefsindendir, her iyilik ise Allah katındandır.”   O halde kendisi ve yaşadığı dünya için güzellik isteyen ve bunun için düşünen ve çaba harcayan hiçbir insan için Allah’ın onu engellemesi veya zorluk çıkarması gibi bir durum söz konusu olamaz. İnsanın kader yapısında düz mantık söz konusudur. Dünya hayatı ile onun sonucu olan ahiret hayatını karşılaştırdığımızda, insan sorumlu olmadığı şeyin ödülünü almaz ve sorumlu olmadığı şeyin de cezasını çekmez. Bu demek oluyor ki biz insanoğlu, dünya hayatında Allah’ın
203
belirlediği sınırlar içinde kendi düşünsel yapımızın ve fiziksel davranışlarımızın kendimiz tarafından belirlendiği bir sınav süreci içinde yaşıyoruz. Dünya sınavında insan üzerinde bulunan ağır ve üstlenilmesi gereken, tanınması gereken sorumluluk Kuran’da Ahzab suresinin 72-73. ayetleriyle anlatılır:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Biz, emaneti, göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmekten kaçındılar, ondan ürktüler. İnsan ise çok zalim ve çok cahil olduğu halde onu yüklendi. Bunun böyle olması, Allah’ın; İkiyüzlü erkeklerle ikiyüzlü kadınlara, şirke sapmış erkeklerle şirke sapmış kadınlara azap etmesi, mümin erkeklerle mümin kadınların tövbelerini kabul etmesi içindir. Allah Gafur’dur, Rahim’dir.”
Bu ayetleri, “Senin başına gelen her kötülük kendi nefsindendir, her iyilik ise Allah katındandır” ayetiyle beraber yorumladığımızda, insanın dünya sınavı arenasında Alemlerin Rabbi adeta bir merhamet, rahmet ve sevgi odağı olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsanın kendisine olan hiçbir yönelimine hayır demeyecek, Kuran’da “küfre sapanları bile rızıklandırırım” diyen ve çeşitli bilinçaltı boyutlarda insana sürekli hayrı, sevgiyi, samimiyeti ve barışı ilham eden alemlerin Nur’udur O. Burada “Nur” tanımını özellikle kullandım çünkü Kuran’ın Nur suresinin 35-38. ayetlerinde Allah’ın tanımı şöyle yapılmaktadır:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Allah, göklerin ve yerin Nur’udur. O’nun nurunun örneği, içinde çerağ bulunan bir kandile benzer. Kandil, bir sırça içerisindedir. Sırça, inciden bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nispeti olmayan bereketli bir zeytin ağacından
204
yakılır. Bu ağacın yağı, neredeyse ateş dokunmasa bile ışık saçar. Nur üzerine nurdur O. Allah, dilediğini kendi nuruna kılavuzlar. Allah, insanlara örnekler verir. Allah, her şeyi bilmektedir. Kandil, Allah’ın yükseltilmesine ve içinde adının anılmasına izin verdiği evlerdedir. Orada sabah akşam O’nu tespih eder. Öyle erler vardır ki, bir ticaret de bir alışveriş de onları Allah’ın zikrinden / Kuran’ından, namazı / duayı yerine getirmekten, zekat vermekten alıkoyamaz. Onlar, kalplerle gözlerin döneceği / yer değiştireceği günden korkarlar; ki, Allah kendilerine, yapıp işlediklerinin en güzelinin versin ve lütfundan onlara artışlar sağlasın. Allah dilediğini hesapsızca rızıklandırır.”
O halde çekimser kalmak veya O’na yönelmemek niye? Dünyada oluşan bütün putperest akımlar, katliamlar, savaşlar, büyük günahlar niye? İnsanoğlu kimi bırakıp kimin peşinden gidiyor? Yoksa kendi egonuz mu kendinizi sizi dokunulmaz veya çok başarılı gösteriyor veya ölüm ve ahiret dünyası dışında bir son var mı? İnsanlar bu ve bu gibi soruları kendi benliklerinde iyice düşünmeli ve doğruyla eğriyi birbirinden ayırarak sorumluluğunun gereği olan emaneti üzerine almalıdır.  Allah’ın rahmetinin O’ndan ümit besleyen, olumlu ve olumlu çabaya hazır kulların üzerine aniden bir müjde olarak gelebileceğinin bir kanıtını da Hud suresinde Hz. İbrahim ve eşinin elçilerle diyaloglarında görüyoruz:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Yemin olsun resullerimiz İbrahim’e muştu getirip “Selam!” demişlerdi. O da “Selam!” demiş, fazla beklemeden kızartılmış bir buzağı getirmişti. Ellerinin ona ulaşmadığını görünce onlardan işkillendi. Ve kendilerinden ürpermeye başladı. “Korkma, dediler, biz Lut kavmine gönderildik.”
205
Karısı ayakta duruyordu; güldü. Bunun üzerine ona İshak’ı müjdeledik, İshak’ın arkasından da Yakup’u. “Vay başıma, dedi, doğuracak mıyım ben? Kendim bir kocakarı, kocam bir ihtiyar. Gerçekten şaşılacak şey bu!” Dediler: “Allah’ın emrine mi şaşıyorsun? Allah’ın rahmeti ve bereketleri üzerinizdedir ey ev halkı! O Hamid’dir, Mecid’dir.”
Bu ayetlerde öncelikle dikkatinizi Hz. İbrahim’in elçilere “kızartılmış buzağı” sunmasına çekmek istiyorum. Elçilerin yemeğe ilişmeyişleri hem onların insan değil melek olduklarının Hz. İbrahim’e bir işareti, daha genel manada bakıldığında ise Hz. İbrahim’in dünya hayatı boyunca hazırlamış olduğu iyi ve güzel amellerin elçilere sunulması, gösterilmesidir. Burada çok ince bir detay var. Elçilerin ellerinin buzağıya ulaşmaması, yani ondan yememeleri onların, dolaylı yoldan Kuran’ın sevaplarınızla ancak siz kazançlı çıkarsınız, nimetlenirsiniz, ferahlarsınız. Sizin ne sevaplarınızdan, ne günahlarınızdan bizim sorumluluğumuzda olan bir şey yoktur, ahirette ancak dünya hayatında hazırlayıp sunduğunuzun karşılığını alırsınız denmesidir. Buzağının kızartılmış olması, dünya hayatında Salih amellerin, iyi ve güzel davranışların, ibadetlerin, insan tarafından özene bezene hazırlanmasını ifade eder. Elçilerin, “Korkma, biz Lut kavmine gönderildik” demelerinin ardından 71. ayet aynen şudur:
“Karısı ayakta duruyordu; güldü. Bunun üzerine ona İshak’ı müjdeledik, İshak’ın arkasından da Yakup’u.”
Burada Kuran’ın Hz. İbrahim’in eşi hakkında kullandığı iki tasvir vardır. Ayakta durması ve gülmesi, hemen ardından da iki oğlun (ki bu iki oğul ileride peygamber olacaktır)
206
müjdesinin gelmesi. Aslında Hz İbrahim’in eşinin  ayakta durması ve gülmesi müjdenin sebebidir. Ayakta durmak, her an bir şey yapmaya hazır olmak, çalışmak, çabalamak, ümit üzerine çaba harcamayı ve aktivite sergilemeyi ifade eder. Hz. İbrahim’in eşinin gülmesi ise olumlu olmayı, geleceğe güzel bakmayı, ümit etmeyi simgeler. Dikkat ederseniz önce ayakta durmak tabiri sonra gülmek tabiri kullanılmıştır. Bu, önce dünya ve ahiret için Allah’a güvenerek bir ümit üzere çaba sarfedilip faaliyette bulunulması gerektiğinin ardından da bir yandan bu çabaya devam edilirken bir yandan da olumlu olmayı, geleceğe ümitle bakmak gerektiğini anlatır. Bunlar ayrıca Kuran’da hiçbir kelime ya da tabirin boş yere kullanılmadığının latif ve incelikli ispatlarıdır.
REENKARNASYON KONUSU
Doğrusu şu ki gerek İslam dünyasında gerek din felsefecilerinin konuştuğu arenalarda insanlar için doğum ve ölüm arasında bir tek yaşam olması söz konusu edildiğinde ilahi adalet konusundaki açıklamalar yetersiz kalmaktadır. Fakat reenkarnasyon yani ölümden sonra yeniden gelme söz konusu edildiğinde  bir çok şey akla ve adalete uygun bir hale getirilebilmektedir. Şimdi bir düşünün. Üç aylık bir bebek ya da beş yaşındaki bir kız çocuğu, evinde kazayla çıkan bir yangın sonucu yanarak ölebiliyor ya da herhangi bir insan  doğumundan ölümüne kadar zengin, mutlu ve neşeli bir hayat geçirirken, diğeri çok zor şartlarda, yoksul ve mücadele içinde yaşamak zorunda kalabiliyor. Oysaki Rahman, indirdiği Kuran’da “Ben kullara asla zulmetmem” diye yazmıştır. Fussilet suresi 46. ayet ise şöyledir:
207
“Kim barışa / hayra yönelik bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara asla zulmetmez”
Ve Necm suresi 33-49. ayetler de şöyledir:
“O yüz geri döneni gördün mü? Azıcık verdi, sonra inatla tuttu. Gaybın bilgisi yanında da o mu görüyor? Yoksa haber verilmedi mi ona, Musa’nın sayfalarındakiler? Ve o çok vefalı İbrahim’in sayfalarındakiler. Gerçek şu ki, hiçbir günahkar, bir başka günahkarın yükünün sırtlamaz. Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başkası yoktur. Ve onun çalışıp didinmesi yakında görülecektir. Sonra karşılığı kendisine hiç eksiksiz verilecektir. Hiç kuşkusuz, son varış Rabbinedir. Hiç kuşkusuz, güldüren de O’dur, ağlatan da. Hiç kuşkusuz, öldüren de O’dur, dirilten de. Hiç kuşkusuz, iki çifti, erkeği ve dişiyi yaratan O’dur; meni halinde atıldığı zaman bir spermden… Hiç kuşkusuz, o ikinci oluşum da O’nun işidir. Hiç kuşkusuz, zenginlik veren de O’dur, nimete boğan da… Hiç kuşkusuz, Şi’ra yıldızının / şuurlanmanın Rabbi de O’dur…”
Necm suresinde Yüce Allah bizlere ta eski kuşaklardan beri, insanlara sürekli bir vahy eşliğinde uyarıda bulunduğunu ve onlara doğru yolu, hidayet kapısını ve ışığı, kendisine ulaşan yolu gösterdiğini ayrıca hiçbir cezanın suç söz konusu olmadan verilemeyeceğini –ki bunu “Rabbin kullara asla zulmetmez” ayetinde ve yukarıda yazdığımız Fussilet suresi 46. ayette de belirtmiştik- aynı zamanda hiç kimsenin ne dünya hayatında ne ahiret hayatında bir başkasının işlediği suç yüzünden sorumlu tutulamayacağını (suç olduğu halde bilerek göz yumulan günahlar bunun dışındadır) ve insan için dünyada da ahirette de çalışıp
208
ürettiğinden, yapıp ettiğinden başka bir karşılık olmadığını belirtmektedir. Burada Rahman bu karşılığın yalnızca ahirette görülmeyeceğini, dünyada da insanın yapıp ettiğinin karşılığını bulacağını belirtmiştir ve buna yalnızca ahiret gibi bir sınırlama koymamıştır. Sanıyorum aklınızda reenkarnasyon, günahkarlar için ikinci şans, iyiler için yeniden dünya sınavına gelmeyle tekamül, yani gelişme ve olgunluk ve aynı zamanda iyiler için ödül öncesi büyük ve zorlu sınav gibi konular hakkında bazı fikirler oluşmaya başladı.  Reenkarnasyon konusunda önce önemli bir tespiti ortaya koyarak bazı açıklamalarda bulunacağız. Sonra reenkarnasyon konusunu iki açıdan ele alacağız: İyiler ve kötüler. Kaf suresi 16-29. ayetler şöyledir:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla…  Yemin olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını da biz biliriz. Biz ona, şah damarından daha yakınız. Sağında ve solunda oturmuş iki görevli, kayıt yapmaktadır. Bir söz sarf etmeye dursun, yanındaki gözcü hemen zaptediverir. Ölüm sarhoşluğu hak olarak geldi. İşte bu, senin kaçıp durduğun şeydir. Ve sura üflendi. İşte bu, geleceği vaat edilen gündür. Her benlik, yanında bir güdücü, bir de tanık olduğu halde gelir. Yemin olsun, seni bundan gaflet içindeydin. Ama perdeni üstünden kaldırıverdik. Bugün gözün keskin mi keskin! Yoldaşı şöyle der: “İşte yanımdaki, hazır!” Siz, ikiniz! Tüm nankörleri, inatçıları cehenneme atın! Durmadan hayrı engelleyeni, azgını, işkilciyi. O ki, Allah’ın yanına başka bir ilah koydu. Artık atın onu o şiddetli azabın içine! Yoldaşı dedi ki: “Rabbimiz, onu ben azdırmadım. Onun kendisi, dönüşü olmayan bir sapıklık içindeydi.” Allah buyurdu: “Huzurumda çekişmeyin! Ben size uyarıyı çok önceden göndermiştim. Benim huzurumda söz değiştirilmez ve ben kullara asla zulmetmem!”
209
Kaf suresi 28-29. ayetlerde Rahman şöyle demektedir:
“Huzurumda çekişmeyin! Ben size uyarıyı çok önceden göndermiştim. Benim huzurumda söz değiştirilmez ve ben kullara asla zulmetmem!”
Rahman’ın kullarına asla, onların tasarlamadıkları veya yapmadıkları bir kötülük hakkında ceza vermeyeceği açıktır ve bunu Kuran’daki Rahman’ın af, merhamet, sevgi ve bağışlayıcılıkla ilgili yüzlerce ayeti ve ismi ile birlikte ele aldığımızda inkar edenler, ortak koşanlar ve ikiyüzlüler hariç herkese belirli bir rahmet kapısının açılacağı da açıktır. Şimdi reenkarnasyon konusunu ele almaya başlayalım. Önce cehennemlikler açısından bu konuyu ele alacağız. Mümin suresi 7-17. ayetler şöyledir:
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Arşı yüklenip taşıyanlar ve onun çevresindeki şuurlular Rablerinin Hamdi ile tespih ederler ve O’na inanırlar. İman sahipleri için de şöyle derler: “Rabbimiz! Sen her şeyi rahmet ve ilim halinde kuşattın. Tövbe edip senin yoluna uymuş olanları bağışla. Ve onları cehennem azabından koru! Ey Rabbimiz, onları kendilerine vaat etmiş olduğun Adn cennetlerine koy! Atalarından, eşlerinden, zürriyetlerinden barışa yönelenleri de. Aziz ve Hakim olan, hiç kuşkusuz, sensin, sen! Koru onları kötülüklerden! O gün kötülüklerden koruduğuna mutlaka rahmet etmişsindir sen! İşte budur o en büyük kurtuluş ve eriş” Küfre batmış olanlara şöyle haykırılır: “Allah’ın öfkesi, sizin kendi benliklerinize öfkenizden elbette ki daha büyüktür. Hani, siz imana çağrılıyordunuz da inkar ediyordunuz!” Dediler: “Rabbimiz! Bizi iki kez öldürdün, iki
210
kez dirilttin. Artık günahlarımızı itiraf ettik. Buradan çıkmak için bir yol daha var mı?” Bu halinizin sebebi şu: Allah’a, yalnız O’na çağrıldığınızda inkar etmiştiniz. O’na ortak koşulduğunda ise iman ediyordunuz. Artık hüküm o en yüce, o en büyük olan Allah’ın. O odur ki, size ayetlerini gösteriyor ve sizin için gökten bir rızık indiriyor. O’na yönelenden başkası öğüt alamaz. Kafirler hoşlanmasa da siz, dini yalnız O’na özgüleyerek, Allah’a dua edin. O Refi’dir, dereceleri yükseltendir; arşın sahibidir. Buluşma günü hakkında uyarmak için emrinden bir ruhu kullarından dilediğine indirir. O gün onlar ortaya çıkarlar. Hiçbir şeyleri Allah’a gizli kalmaz. Kimindir bugün mülk / saltanat? O Vahid ve Kahhar olan Allah’ın! Bugün her benlik kazandığıyla cezalandırılır. Zulüm yok bugün! Allah hesabı çabucak görür.”
Dikkatinizi 11 ve 12. ayetlere çekmek istiyorum:
“Dediler: “Rabbimiz! Bizi iki kez öldürdün, iki kez dirilttin. Artık günahlarımızı itiraf ettik. Buradan çıkmak için bir yol daha var mı?” Bu halinizin sebebi şu: Allah’a, yalnız O’na çağrıldığınızda inkar etmiştiniz. O’na ortak koşulduğunda ise iman ediyordunuz. Artık hüküm o en yüce, o en büyük olan Allah’ın.”
Ayrıca Şura suresi 30. ayeti yazalım:
“Size gelip çatan her musibet, ellerinizin kazandığı yüzündendir. Allah birçoklarını da affediyor.”
Dikkat ederseniz Mümin suresi 11-12. ayetlerde cehenneme gidenler: “Rabbimiz! Bizi iki kez öldürdün, iki kez dirilttin. Artık günahlarımızı itiraf ettik. Buradan çıkmak için bir yol daha var mı?” demektedirler. Demek ki haklarında son
211
olarak cehennem hükmü verilenler iki kez dünyaya gelmekte ve iki kez öldürülmektedirler. Bu dünyanın asıl amacının Rahman’a karşı kendimizi ve samimiyetimizi kanıtlamak olduğuna bakılınca, şöyle bir durum ortaya çıkıyor. Bu insanlar birinci kez dünyaya geldiklerinde, Allah’a ortak koştukları ve bunu sürdürerek öldükleri için birinci yaşamlarının sonunda, cehennemin dokunuşunu tadıyorlar. Daha sonra Rahman’a eğer onları bağışlar ve kendilerini sınamak üzere tekrar dünyaya gönderirse, daha önce işledikleri bu büyük günahı işlemeyeceklerine dair söz veriyorlar. Rahman’da onlara ikinci bir şans veriyor. Fakat tekrar dünyaya gönderildiklerinde ikinci kez aynı günahı yineliyorlar ve tekrar ölüm hükmü verildiğinde ise artık bir geri dönüş olmuyor. Bunun birkaç sebebi var. Ayette onlara deniyor ki:
“Bu halinizin sebebi şu: “Allah’a, yalnız O’na çağrıldığınızda inkar etmiştiniz. O’na ortak koşulduğunda ise iman ediyordunuz. Artık hüküm o en yüce, o en büyük olan Allah’ın.”
Yani cehenneme gitmenin asıl sebeplerinden birini Kuran, Allah’a ortak koşmak olarak gösteriyor. Fakat ayette bir ince detay daha veriyor. Allah’a ortak koşulduğunda, yani Allah’ın yanında birileri daha ilahlaştırıldığında ise iman ettikleri söyleniyor –ki bu asla kabul edilmeyecek bir imandır. Burada Kuran büyük bir tehlikeye dikkat çekmektedir. Kendini imanlı sanırken Allah’a ortak koşmak. Bizim din hakkında sadece Kuran’ın anlamını okuyun ve asıl rehberiniz de o olsun dememizin ana sebeplerinden biri de budur. Kuran’ın yanında birileri; birtakım mezhep, tarikat, cemaat öğretileri veya bunların liderleri, hocaları, edinilmiş veliler ve diğer Kuran dışı her türlü kaynak anıldığında birtakım insanlar
212
sevinmekte ve bunları övmeye başlamakta ise bu insan tehlike içindedir ve bu olay Allah’a ortak koşmanın bir işareti olarak da görülebilir. Kuran bir başka ayetinde şöyle der:
“Allah tek başına anıldığında nefretle geriye dönüp kaçarlar fakat Allah’ın yanında birileri de anıldığında hemen müjdelenmiş gibi sevinirler.”
Ve bir başka ayet şöyle der:
“Rabbini yalnız Kuran’da andığın zaman nefretle geriye dönüp kaçarlar.”
Bu yüzden ne peygamberimize mal edilen, ne de diğer peygamberlere mal edilen sanıdan ibaret sözler, ne bir takım veliler, tarikat, mezhep ve cemaat öğretileri, önderleri ve oluşturdukları yollar kurtarıcıdır. Çünkü insan beyni yaşadığı zaman üzere düşünür, Kuran ise zaman üstüdür. Doğru olan şudur: Kuran’ın anlamını, Allah’a karşı kendi öz benliğinin ve samimiyetinin sorumluluğunu üzerimize alarak okumak, bireysel olarak ilahi vahyi algılamaya çalışmak ve onu rehber edinmek. Doğrusu sizinle bir sırrımı paylaşmak isterim. Peygamberimize mal edilen hadisleri okumaktan ve onlarla ilgilenmekten, peygamberimiz, bana kendisi hakkında hadis uyduranlar için “Benim yüzümü göremeyecekler!” ve Kuran’ı bırakıp hadislerin peşinden gidenlerin kıyamet günündeki halleri için “Sürünerek gelecekler!” dediği zamanlarda vazgeçtim. İlk sözde hadislerle ilgim kalmadı, ikinci sözde Kuran’ın yanında hadisleri de okuyanlarla veya “Kuran öyle diyor ama şu hadise göre…” diyenlerle. Dikkatle incelerseniz Kuran’ın önemi tek ilahi kaynak, yani insan eli değmemiş, insan düşüncesinin kapsayabileceğinden uzak, ilahi vahy olması nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Ve zaten Kuran da
213
peygamberimize “Sen Kuran ile uyaran birisin. Üzerlerine musallat bir despot değilsin” der. Bu sebeple ortak koşanlarla ikiyüzlülerin aldanmaları din hakkında bir aldanmadır.
REENKARNASYON KONUSUNUN İKİNCİ YÜZÜ OLUMLU KISIM
Reenkarnasyon konusunun ikinci ve şimdiye kadar anlatmadığımız ikinci yüzü ise olumlu kısmıdır. Bu süreç,  dünya sürecinin bir kısmında ilk olarak tüm pozitif özellikler ve olumluluklar önümüze serilerek başlar ve daha sonra hem yaşanılan süreçte, hem daha sonraki tekrar tekrar dünyaya gelişlerde, insana, yaptığı iyiliklerin karşılığının kat kat verilmesi, kötülüklerin karşılığının ise dünya ölçütlerinde ve eğitim aracı olma özelliğine sahip bir ders şeklinde adeta bir geri dönüşüm gibi karşılıksız bırakılmaması olarak planlanmıştır. Reenkarnasyon konusunun olumlu yöndeki işletilmesinde amaç, kulların, çeşitli zaman mekan arenalarında hem iyiliklerle hem kötülüklerle sınav edilmesi, bu sınav sürecinde bir yandan tekamül, olgunluk derecesinin artması ve sürecin insan benliğinin ulaşabileceği doruk noktada son bulmasıdır veya son bulmasının istenmesidir. Şimdi iyimser reenkarnasyon için birkaç olasılığı gözler önüne serelim. Şu anda dünyada olan bir insanın dünyaya ilk gelme safhası bundan yüzlerce hatta binlerce yıl öncesine dayanabilir. Kuran’ın şu ilkesini unutmayalım:
“Başına gelen her iyilik Allah katındandır, her kötülük ise kendi nefsindendir.”
Önce başımıza gelen kötülüklerle başlayalım. Mesela beş yaşındaki bir kız çocuğu evinde kazayla çıkan bir yangında yanarak ölüyor. Şimdi bu kız herhangi bir kötülük mü yaptı?
214
Hayır, kötülük kavramları onun aklında bile değildi. Fakat daha önce neredeyse cehenneme atılacak hale gelen yani neredeyse cehennemde yanma cezası verilecek kadar büyük bir günah işleyen bir benlik, aslında Allah’ın iyi kullarından olduğu için rahmetle, rahmet sebebiyle birkaç dakikalık bir azap çekiyor ve ölüyor. Tekrar dünyaya gelebilir ve temiz bir şekilde kendi benliğinin doruk noktasına ulaşmak üzere veya öldükten sonra yine temizlenmiş olarak cennete alınabilmesi için. Bütün bunlar olasılıklar… Bu arada iyiler için olan reenkarnasyon sürecinin, kötülerdeki gibi iki defayla sınırlı kalmadığını ve kıyamet öncesi hariç bir sınır konulmadığını da hatırlatmak isterim. Bu arada göz önüne alınması gereken bir başka nokta da, sürecin bütün insanlar için kıyametle birlikte sona ereceğidir. O gün tüm alemlerin hesaba çekileceği gündür. Çoğu insan başlarına gelen kötülük, fakirlik ve hastalıklarla ahretin, hesabın ve gerçek dostun Allah olduğunun farkına varır, daha bir olgunlaşır. Ya da iki ayrı insan düşünelim. Bunlardan birinin yaşantısı zengin, hem maddi hem manevi alanda ferahlık ve mutluluk içinde geçiyor. Bir tanesi ise çocukluk yıllarından itibaren maddi sıkıntılar ve ruhi bunalımlarla boğuşuyor. Bunlardan birincisi muhtemelen daha önceki hayatında verdiği güzel sınavın karşılığını almakta, ikincisi ise veremediği sınavı vermek üzere eğitilmektedir. Bu arada şu ayeti hatırlayalım:
“Sizi iyiliklerle de kötülüklerle de mutlaka imtihan edeceğiz.”
Bu iki kişiden birincisinin yapması gereken bu elindeki hem maddi hem manevi anlamda iyilik ve mutluluk dolu hayatın da, bir sınav olduğunu bilmesi ve o Rahman için canıyla malıyla didinmesidir ki ben buna Allah için canını
215
dişine takmak diyorum, ikincisinin yapması gereken ise nerede hata yaptığı veya neyi yanlış yapmakta olduğunu düşünmesi, düşünsel ve ruhsal tekamül göstermesi, içinde bulunduğu durumun sebebini kendi benliğinde araştırması ve Allah’a yönelmesidir. Kuran’da iyimser reenkarnasyona uğrayıp da başarı kazananların durumu Fetih suresi 29. ayette şöyle anlatılır:
“Muhammed, Allah’ın resulüdür. Onunla beraber olanlar, inkarcılara karşı çok çetin, kendi aralarında çok sevecendirler / çok merhametlidirler. Sen onları rüku eder, secdeye kapanır halde görürsün. Allah’tan bir lütuf ve hoşnutluk ister dururlar. Görünüşlerine gelince, yüzlerinde secde eseri / izi vardır. Bu onların Tevrat’taki nitelikleri. İncil’deki nitelikleri de şöyle: Tıpkı bir ekin ki filizini çıkarmış, o filizi kuvvetlendirmiş. Filiz kalınlaştı, gövdesi üzerine dikildi. Ziraatçıları da imrendirir / hayran bırakır bu ekin. Allah böyle yapar ki, onlar sayesinde, inkar edenleri öfkelendirsin. Allah onlarda iman edip barışa / hayra yönelik işler yapanlara bir bağışlanma ve büyük bir ödül vaat etmiştir.”
Görüldüğü üzere iman edenlerin görünüşleri bile Kuran tarafından tanımlanmakta ve onları adeta Yaratıcı’sını bile kendine hayran bırakan kullar olarak nitelendirmektedir. Bu arada unutmadan önemli bir detayı da ekleyelim. Ahkaf suresi 20. ayet şöyledir:
“Gün olur, inkar edenler ateşe arz edilirler. Onlara denir ki: “İyiliklerinizi / nimetlerinizi o iğreti dünya hayatında silip süpürdünüz, onlarla zevklenip eğlendiniz. Bugünse alçaltıcı azapla cezalandırılacaksınız. Çünkü siz, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladınız ve gerçeğe ters düştünüz.”
216
Görüldüğü gibi insanları iki kısma ayırabiliriz. Özü iyi olanlar ve özü kötü olanlar. Özü iyi olanlar kötülükler, haramlar, günahlar işleseler bile belirlenen bir reenkarnasyon süreci boyunca yaptıklarının cezasını, dünya hayatı süreci boyunca almakta, iyilikleri ölçüsünde derecelendirilmekte ve sonuçta cennete girmektedirler. Özü kötü olanların ise yaptıklarının, iyiliklerinin tam karşılığı dünya hayatında verilmekte ve sonunda inkar ettikleri için cehennemde kendilerini bulmaktadırlar.
Kuran’ın bir başka ayeti ise şöyledir:
“Yemin olsun sizi açlık, korku, mallardan, canlardan, meyvelerden eksiltme türünden bir şeyle mutlaka imtihan edeceğiz. Sabredenlere müjde ver.”
Ve Ankebut suresi 1-7. ayetler şöyledir.
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Elif, Lam, Mim! İnsanlar, “İnandık” demeleriyle kendi hallerine bırakılacaklarını ve hiçbir imtihana çekilmeyeceklerini mi sandılar! Yemin olsun ki, biz, onlardan öncekileri de bir fitne yoluyla denemişizdir. Allah, özüyle sözü bir olanları elbette bilecektir. Ve O, yalancıları da elbette bilecektir. Yoksa o kötülükleri sergileyenler bizi geçeceklerini mi sandılar! Ne kötü hüküm veriyorlar! Allah’a kavuşmayı umanlara gelince, şu bir gerçek ki, Allah’ın belirlediği vakit elbette gelecektir. O Semi’dir, Alim’dir. Ve kim didinir, gayret sarfederse hiç kuşkusuz kendi benliği lehine gayret sarfetmiş olur. Gerçek şu ki Allah, alemlere muhtaç olmaktan uzak, mutlak bir Gani’dir. İman edip barışa / hayra yönelik işler yapanlara gelince, biz onların çirkinliklerini elbette örteceğiz!
217
Ve biz onları, yapmakta oldukları işlerin en güzeliyle elbette ödüllendireceğiz.”   Görüldüğü gibi Rahman, “İnandık” demekten ibaret olan basit bir iman gösterisini kabul etmiyor. İnsanları imtihanlarla sınayıp adeta içine büründükleri kabukları bir bir soyup onların kalben ve aklen inanıp inanmadığını açık bir şekilde dünya hayatında ortaya koyuyor. Bir başka deyimle insan bunu kendisi ortaya koyuyor. Peki bu durumda ne yapmak lazım? Mesela bir insan inanmıyor olsun ama iç benlik olarak arayış içinde olsun ve Allah’a da ikiyüzlü bir şekilde “inanıyorum” demek istemiyor olsun –ki doğrusu budur. Bu durumda o insanın ilk başta yapması gereken şey dinin orijinal kaynağını okumak, anlamaya çalışmak, incelemektir. İkincisi ise Allah’a kalbini açması, O’na neden inanmıyor olduğunu, neyi eksik, neyi çelişkili veya neyi hatalı bulduğunu söylemektir. Yani bu inanmayan (dikkat edin inkarcı demiyorum. İnkarcı doğru olduğunu bile bile inkar eden demektir) Rahman’a içinden geldiği gibi dua eder, yakarır, durumunu anlatır ve samimiyetle yaklaşırsa çok yakın bir zamanda doğruyu bulacaktır. Sizlere bu konuda Kuran’ın en ağırlıklı peygamberlerinden Hz. İbrahim’in örneğini vermek isterim: (Bakara 260)
“Hani, İbrahim de şöyle yakarmıştı: “Rabbim, göster bana, nasıl diriltiyorsun ölüleri?” “İnanmadın mı?” diye sordu. “İnandım, dedi, ancak kalbimin tatmin olması için!” Allah dedi: “Kuşlardan dört tane al, onları kendine ısındırıp alıştır. Sonra her dağın üstüne  onlardan bir parça koy. Sonra da onları çağır. Koşarak sana geleceklerdir. Bil ki Allah Aziz’dir, Hakim’dir.”
218
Görüldüğü gibi Hz. İbrahim bir peygamber olduğu halde, kalbindeki tatminin tam olarak sağlanmasını istemiş ve bunun karşılığını da almıştır. Rahman ise onun bu samimi tavrını ödüllendirerek Hz. İbrahim’i kendine, dört kuşu da dört insan ırkına benzetmiş, kuşların Hz. İbrahim’e gelmesini de kıyamet günü insanların toplu halde Allah’ın huzuruna gelmelerine benzeterek büyük bir lütufta bulunmuştur.
Hud suresi 3. ayet ise şöyledir:
“Af dileyin Rabbinizden; sonra da tövbe ile O’na yönelin ki belirlenmiş bir süreye kadar sizi güzel bir nimetle nimetlendirsin ve her farklı derece sahibine hak ettiği ödülü versin. Eğer yüz çevirirseniz, o takdirde sizi büyük bir günün azabıyla korkuturum.”
Bu ayette özellikle dört kavrama dikkat çekmek istiyorum. 1-) Gerçeği bulduktan sonra daha önce yanlış yolda olduğunu kabul edip af dilemek. 2-) Daha sonra tövbe, yani bir daha eski büyük hatalara dönmemek üzere Allah’a söz vermek ve O’na yönelmek. 3-) Kulların bu kulluklarını bildiriş sürecinden sonra Rahman’ın onları ölünceye kadar güzel bir nimetle nimetlendirmesi. 4-) Kitaba yani Kuran’a sarılan her ayrı birey için hayatın sonunda belirlenen derecenin farklı oluşu.
Yani Rahman’ın, kendi kitabına sarılan her farklı mümini farklı derecelerle yükseltmesi, ödüllendirmesi. Buna farklı bir bakış açısıyla, Kuran’a sarılan her farklı müminin, kendi farklı hayat yolunu ve Allah’a yöneliş biçimini belirleyerek farklı bir derece kazanması da diyebiliriz. Bunun antitezi ise yine
219
bildiğimiz konudur. Yalnızca Kuran’la baş başa kalmadan ve kendi benliğini Kuran’la eğitmeden, mezhep, tarikat, cemaat, dini lider çevresi gibi koyun sürülerine katılanların gideceği yer, o koyun sürülerin gittiği yerdir. Kuran’la özgürleşen benlik ise bir martı sürüsünün içinde bile o sürüden ayrı olarak uçar. Bir tarafta Kuran’ın aydınlattığı bireysel ışıktan oluşan bir benlik vardır, bir tarafta başkalarının ördüğü kalın örümcek ağıyla kendi kendilerini içinden çıkılmaz durumlara düşürenlerin durumu vardır. Neyse sözü uzatmadan bu bölümün son paragrafını yazalım. Reenkarnasyon konusu kötüler için iki kez, iyiler için ise kendi benliklerinin tekamülündeki doruk noktaya kadardır. Bu arada bir dip not: İlk kez cehennemin dokunuşunu tadıp da bu dünyaya tekrar gelenler konusunda bir hikmet var mıdır? Elbette vardır. Eğer Allah onlardan bazılarının gerçekten tövbe edip O’na yöneleceklerini bilmeseydi onları tekrar sınav etmek üzere dünyaya gönderir miydi? Fakat azabın başlarına patlayacağı grup ise ikinci kez döndürüldükleri halde ortak koşanlardır. Daha doğrusu Allah ile birlikte birileri anıldığı zaman sevinenler, Allah tek başına anıldığında ise nefretle geriye dönüp kaçanlardır. İyilerin reenkarnasyonu ise bu dünyada korku, açlık, mallardan, canlardan (hastalık, sakatlık), meyvelerden, sebzelerden eksiltme yoluyla bir sınav sürecidir. Fakat sınav süreci yalnız kötülükler yoluyla olmaz.  Allah kullarına iyilik, güzellik, rahatlık, hoşluk verdiği zaman da aslında o kul kendisine yeterince hamdediyor mu, şükrediyor mu diye onu dener. Hamd kavramı Kuran’ın verilerine göre insan benliğiyle Tanrı arasındaki en temel bağlantı yollarından biridir. Öylesine ki Kuran kıyamet günü zift, katran ve balçık içinde, en kötü konumda kalkanlar için bile şöyle der:
220
“Sizi çağıracağı gün, onu hamt ederek çağrısına derhal uyacaksınız. Ve sadece az bir süre kaldığınızı düşüneceksiniz.” (İsra suresi 52. ayet)
Hamd kavramı üzerinde “Fatiha suresi analizi” adlı kitabımda (eğer yazabilirsem) uzun uzun durmaya çalışacağım. Hamd kavramı belki kul ile Rahman arasındaki aşkı ifade eder. Belki de “senin cehennemine bile şükrediyorum” demektir. Yaratılış borcu öyle bir borçtur ki insan sadece bu ilk yaratıldığı yani bir kere kendisi olduğu ve sonsuza kadar kendisi olarak kalmaya devam ettiği sürece “hamd” kavramını duyumsayacak ve bu borcu bilecektir.
İMGESEL TRANSFORMASYON
Bu bölümde sizlere Peygamberin gelişiyle kullanılmaya başlayan ve daha önceki Peygamberlerce de kullanılan ve en son olarak da insanların beyinsel yolla kullanabilecekleri ve asıl amacı son Peygamberi ve Kuran’ı anlamak için kullanılacak düşünsel transformasyon/telepati sistemini anlatacağız.   İnsanlar düşünce yoluyla anlarlar ve yorum yaparlar.  Örneğin bir köpek kendisinin başını okşayan bir insanı koklar ve yere çöker, uslanır. İki olayın arasında olan köpeğin anlamasıdır. Yani köpek insanın kendisini sevdiğini görünce önce sevildiğini görür. Sonra düşünür ve adamın kendini sevdiğini anlar. Sonra yapar yani oralı olmamak veya havlamak yerine adamın önünde yere çöker. Yani tepki verir. Köpeğin yere çökmesi onun düşünsel dünyasının dış dünyaya tepkisidir. Aslında köpek düşünsel olarak tepki vermiştir.  Başka bir örnek… Bir bilgisayarcı bilgisayarının ekranında milyonlarca 1-0, evet-hayır sistemi arasında seçim yapar ve OK tuşuna basar. Bilgisayar mekanizması
221
milyarlarca birbirinden farlı seçenek sunmak ve insanların bunların kombinasyonlarını seçmesini sağlamak üzere kurulmuştur.  İnsan beyni de böyledir. Şimdi bir insanın göz-beyin mekanizması üzerinde bir örnek verelim. Kendine bir gözlük almak isteyen bir insan önce kendisine sunulan 20 gözlükten birini seçer. Sonra iş bir imtihandır. Seçim beşe iner. İmtihan derken şunu anlatmak istiyorum. Seçimler güzelleştikçe ve detaylara ve mükemmele indikçe insan zorlanır. Farklı tarafları detayları araştırır. Sonra seçim ikiye iner. Bu an imtihanın doruk noktaya çıktığı yerdir. İşte o an insanın kişisel karakterleri, sezgileri ve inançları devreye girer. İşte o an insan bu benim gözlüğüm der ve alır.  Şimdi bakışlarımızı Nur suresinin şu ayetlerine çevirelim:   “Müminler o insanlardır ki, Allah’a ve O’nun resulüne inanırlar. Resulle beraber, ortaklaşa bir iş üzerinde bulundukları zaman. O’ndan izin almadan çekip gitmezler. O senden izin isteyenler var ya, onlar Allah’a ve O’nun resulüne iman edenlerdir. Bazı uğraşları için senden izin istediklerinde onlardan dilediğine izin ver ve kendileri için af dile. Allah Gafur’dur, Rahim’dir. Aranızdan Peygamberi çağırmayı, sizin birbirinize çağırmanıza eş tutmayın. Allah, sizin birbirini siper ederek sıvışıp gidenlerinizi bilir. Resulün emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir fitnenin gelip çatmasından yahut acıklı bir azabın yakalarına yapışmasından çekinsinler. Gözünüzü açın! Göklerde ne var yerde ne varsa Allah’ındır. O sizin ne hal üzere olduğunuzu bilir. Bir gün O’na dönecekler de O onlara ne yapıp ettiklerini haber verecektir.”
222
Şimdi size “Beatles Böcekleri” yani mükemmel düşünce sistemini kullanan insanların özelliklerini ve bu sistemin nasıl kullanıldığını anlatacağım. Ayetleri dikkatlice okursanız Peygambere selam vermekten bahsediyor. Peygambere selam vermenin gerçek anlamıyla yapılışı onu düşünmektir. Onu düşündüğünüz an,  o size yine düşence yoluyla bir ilham verir ve siz yeterince konsantrasyonluysanız, onun mesajını alırsınız. Dünyada yaşayan altı milyar insanın düşünceleri son peygamberin ve diğer peygamberlerin, uyarıcıların beyninin içindedir. Düşüncenin iletilebildiğinin ispatı beyinden çıkan elektromanyetik dalgalardır. Biz peygamberimize düşünce yoluyla selam verdiğimiz anda o bize geleceğimiz konusunda ya da herhangi başka bir konuda (mesela fizik çalış ya da şu kızla evlen ya da ona iyi bak) diye öğüt verir. Aslında peygamberin düşünsel mesajı biz onu düşünmeden hemen önce ya da sonra bizim beynimizde aydınlanır çünkü peygamberimiz çok hızlıdır ve aynen bir bombanın önce yere düşüp sonra etrafa saçılması gibi esas mesaj sonradan meydana çıkar. Kuran peygamberle yapılacak düşünsel iletişimin nasıl olacağını şöyle anlatır:
“Müminler o insanlardır ki Allah’a ve O’nun resulüne inanırlar. Resulle beraber ortaklaşa bir iş üzerinde oldukları zaman, O’ndan izin almadan çekip gitmezler.”
Nur suresinin farz olması peygamberle birlikte imgesel transformasyon sisteminin de kullanılması gerçeğini ortaya koyar.  Ayetin analizine gelince: Bir kişi peygamberle iletişim kurduktan sonra gerekli veda anına gelmeden önce peygamberi bırakmayacaktır. En güzeli selam, seni çok seviyorum, senden başkası gönlümde yok, aşktan başka bir
223
şey yok gibi sevgi sözcükleriyle ayrılmaktır. Ayetlerden anlaşıldığı kadarıyla insanlar Allah yolunda bir çaba ya da sevap ya da en kısa söyleyişle öğüt veya emir almak için bu emri, yolu kullanabilir. Biz bunu imgesel transformasyon sistemi olarak adlandırıyoruz. Şimdi işin en önemli noktasına gelelim. Önce imgesel iletişim yada imgesel transformasyon sisteminin nasıl kullanıldığını anlatalım. Bir örnekle işe başlayalım. Bir öğrenci imtihana çok çalıştığını arkadaşına anlatmak için aklında maksimum bir örnek oluşturur. Bu örneğin imgesi otomatik olarak şarjör gibi basan bir 0.5 kalem olabilir. Yani öğrenci demek istemiştir ki, bu kalemin ard arda basması kadar çok ders çalıştım. Kalem bir imgedir ve sonra öğrenci düşünerek arkadaşını bulmaya çalışır. Arkadaşını bulması ise şöyle olur. Milyonlarca bilgisayar 1-0 sistemi arasında seçimler yapar. Diğer arkadaşı da onu düşünüyorsa veya onu fark etmişse ona ben konuları mükemmel olarak anladım düşüncesini anlatmak için Prof. (x) düşüncesini gönderir. Burada önemli olan seçimler ve derinliktir. Kişisel derinlikleri ve konsantrasyonu kaybetmedikleri sürece iletişimi kesmeyebilirler. Bir ikinci örneği şöyle verelim.Genç bir müslüman ihtiyar bir bilge iletişime geçmiş olsunlar. Genç müslüman ihtiyar bilgeye ihtiyarın bilgeliğini, onun insanlara nasıl güldüğünü, insanların nasıl dünyada sıkışıp kaldıklarını anlatmak için Asterix çizgi filmindeki bir karakteri örnek verebilir. İmge şöyledir. Büyücü yani bilge önündeki kazanın içindeki sütü kepçe kepçe yere boşaltmakta ve insanlara siz hala süt içmiyor musunuz diye gülmektedir. Aslında imgesel transformasyon Alemlerin Rabbinin insana verdiği en büyük  nimetlerden biridir ve müslümanlar bu sistem içinde arkadaşlık, sevgi, aşk, espriler ve bunlara ait imgeleri kullanarak düşünce üstü boyutlara geçebilirler. Deminki
224
verdiğimiz örnekte bilgenin verdiği veda imgesi şudur. Yaşlıların kullandığı altlık bezi. Yani bilge şunu demiştir. Senin yaptığın esprilere o kadar güldüm ki altıma yaptım. Bir örnek daha verelim. Düşünsel bağlamda imgesel transformasyon yoluyla İslamı yaymaya çalışan ve insanları bilinçaltı yoluyla uyarılar veren bir kişi nasıl yorulduğunu belirtmek için (eğer Matrix filmini seyrettiyseniz) başroldeki kurşunlarını boşaltarak gökdelenden yere düşen kadını imge olarak gönderebilir ve diğer arkadaşı ona Matrix filminin başrolündeki kahramanın film çekimleri bittikten sonra yaptığı buz banyosunu örnek gönderebilir. Yani arkadaşı ona biraz dinlen çok yoruldun demiştir. İmgesel transformasyon yoluyla aşk oyunları yapabilir, sevdiğinize onu sevdiğinizi söyleyebilir ya da imgesel felsefe yapabilirsiniz kii aslında imgesel transformasyon adı altında insanlara verilen bu değerlerin asıl amacı, insanın felsefi, duygusal ve imansal bağlamdaki seviyesini yükseltmek içindir. Aslında konuyu herkesin anlaması açısından şöyle anlatabiliriz. Sistemi kullanan herkesin beyninde bir cep telefonu var ve diledikleri zaman açıp diledikleri kişiyle iletişim kuruyorlar. Bu sistemi kullananlar grubuna sistemin düşünsel özgürlüğü temsil etmesi açısından Beatles Böcekleri denir. Bu sistemi kullanmayanların gelecekte bazı yönlerden aciz bırakılacaklarını düşünüyorum. Çünkü düşünsel seviye farkı çok açılacak. Aynı geçmişteki inkarcılar gibi… Bu aynı zamanda Alemlerin Rabbinin yalnızca Kuran’a uyan ve özgür insanlar istediğinin bir ispatıdır. Nur suresini dikkatlice okursanız suredeki bütün ayetlerin sondaki ayetlere bir atıf olduğunu görebilirsiniz. Rahman olan Allah bizim düşünce ufuklarımızı açmak için peygamberle birlikte bizi çoğu insanın farkında olmadığı düşünsel transformasyon yada Allah’la birlikte düşünsel iletişim
225
sistemine yöneltmiştir. Bunu açıklamak için birkaç örnek verelim. Surenin ilk ayeti şudur:
“Bir suredir; indirdik onu farz kıldık onu… Ve içinde açık seçik ayetler indirdik ki düşünüp ders alabilesiniz…”    Anlatılmak istenen düşünsel transformasyon sisteminin de önemli bir ibadet ve düşünce yolu olduğudur ve insanların akıl yoluyla beyinsel kapasitelerini geliştirirken uyacakları ilkeler Nur suresinin ayetleridir. Bu surenin ayetlerini hem dünyevi anlamda hem de imgesel transformasyon anlamında nasıl anlaşılabileceğini size bırakıyorum. Bir örnek verelim. Sure zinayı yasaklamaktadır. Bu imgesel transformasyon anlamında da yanlıştır ve yapılmaması gereken bir şeydir. Ancak iki sevgili ya da eş imgesel transformasyon anlamında sevgilerini birbirlerine ifade edebilirler. Bir örneği de düşünsel transformasyonun fiziksel bağlamda nasıl olaylar yaratabileceği yönünden verelim. Düşünsel transformasyon yoluyla bir çok şeyi aşmış bir veli arar tarar ve yardım edilecek birini bulur. Bilge kişi artık espri ya da gereksiz düşüncelerden çekinmektedir ve yalnız gerektiğinde büyük bir enerjiyi harcamaktadır. Bu bilge aradı taradı ve beyinsel bakımdan çok güçlü fakat geçirdiği trafik kazasından sonra tekerlekli sandalyeye bağlı birini bulur. Bu kişi cinsel fonksiyonlarını kaybetmiştir ve artık hayalleriyle yaşamaktadır. Bilge kişi beyinsel akımı onun testislerine öyle bir aktarır ki o anda tekerlekli sandalyeye bağlı adam cinsel fonksiyonlarını kazanır ve boşalır. Düşünsel transformasyon sistemiyle demir kütleler parça parça edilebilir, binlerce aranan fizik kitabının arasından en iyisi bulunabilir. Müminler savaş anlarda düşmanların
226
bilgisayar sistemlerini bozabilir veya düşman bir uçak uç noktadaki bir veli tarafından düşürülebilir. Düşünsel transformasyon sistemi telepati yoluyla konuşma yolunda da kullanılabilir. Şu örneği verelim E=mc2 formülündeki gibi belki birkaç bin yıl sonra belki de cennette enerji haline dönüşerek gezegenler arası seyahat edebilir. Kullandığımız yöntem şu: önce düşünüyoruz, sonra yapıyoruz. İmgesel yada düşünsel transformasyon sistemi aslında Allah’ın Refi, yani dereceleri yükselten isminin bir tecellisidir. İnsanlar bu yöntemi kullanarak beyin ve düşünce kapasitelerini geliştirmelidirler ki bu mutlak gerçeği görmeye doğru bir gidiş olmalıdır ki bunun sonu Allah’ı tanımaya varır. Allah, göklerin ve yerin Nur’udur ve yine Allah’ı tanımlayan ayetler Nur suresinde geçer. Allah bizim O’na nasıl ibadet edip tanıyacağımızı Nur suresinin şu ayetinde anlatır.   “Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun örneği, içinde çerağ bulunan bir kandile benzer. Kandil bir sırça içerisindedir. Sırça inciden bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nispeti olamayan bir bereketli bir zeytin ağacından yakılır. Bu ağacın yağı,  neredeyse ateş dokunmasa bile ışık saçar. Nur üzerinde nurdur O. Allah, dilediğini kendi nuruna kılavuzlar. Allah, insanlara örnekler verir. Allah her şeyi bilmektedir.”   İşte tam da bu noktada imgesel transformasyon sisteminin/bir Beatles böceği olmanın önemi ortaya çıkıyor. Özellikle gece yatıldığı zaman kimsenin fark etmediği şekilde milyonlarca beyin arasında gelip giden dalgalar, imgeler aslında son aşamada insanın Alemlerin Rabbinin yüzünü algılamak için kullandığı algı boyutlarının seviyesini arttırmak için kullanılacaktır. Kuran namazı kılan ve zekatı kılanlar için Allah’ın yüzünü müjdeler. Fakat bunun ille de ahrette
227
olacağını söylemez. Ve bu dünyada da olabilir. İşte bu Allah’ın yüzünü algılama aşaması kişi imgeler, hayaller ve gerçeklikler dünyasını algılayıp yorumladıkça ortaya çıkar. Sonuçta Allah’ın yüzünü görme lütfu Kuran’ın anlamıyla anlamlanan ve temizlenen beyinlere, Allah ve O’nun ayetleri, O’nun temsil ettiği anlamlar hakkındaki tertemiz, arınmış ve mantıklı/düzeyli düşüncelerinden dolayı verilir.
Konumuzu Nur suresinin şu ayetleriyle kapatıyoruz:
“Aranızda Peygamberi çağırmayı , birbirinizi çağırmaya eş tutmayın. Allah sizin birbirini siper ederek sıvışıp gidenlerinizi bilir. Resulun emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir fitnenin gelip çatmasından yahut acıklı bir azabın yakalarına yapışmasından çekinsinler. Gözünüzü açın! Göklerde ne var yerde ne varsa Allah’ındır. O sizin ne hal üzere olduğunuzu bilir. Bir gün O’na döndürülecekler de O onlara yapıp ettiklerin bildirecektir. Allah her şeyi iyice bilmektedir.”   Bu ayetler müslümanların ve tüm dünyadaki Allah’a inanan müminlerin peygamberle ve birbirleriyle imgesel iletişim kurmaları sırasında ne kadar dikkatli olmaları gerektiğini anlatır. Unutmayın son peygamber ve bütün peygamberler dünyayla sürekli ve kesintisiz bir iletişim halindedirler ve siz onları bilinçli bir şekilde düşündüğünüz anda onlar size işaretler verirler ve gönderirler. Tabii ki gerçek anlamda düşünene. Anlayana da o mesajın boyutları yakuttan defter olur. Peygamberler başta olmak üzere daha önce cennete gitmiş tüm müslümanlar bizim için rehber ve hidayet kaynaklarıdırlar. Bu hidayet ilişkisi sonsuza kadar sürer gider.
228
CEBRAİL’İN BİR SÖZÜ
Bu bölümde Hz. Cebrail’in ben bu kitabı yazdığım sıralarda bana yönelik söylediği “İnsanlar doğarlar, büyürler ve affolurlar” cümlesini irdelemek istiyorum. Bu cümleyi ilk duyduğumda şaşırmıştım. Yani insanlar doğuyorlar, büyüyorlar ve hepsi mi affoluyor diye bir soru aklıma geldi ilk anda. Fakat daha sonradan bu cümlenin bir önceki bölümde anlattığımız “Reenkarnasyon konusunun olumlu kısmı” ile ilgili olduğunu anladım. Burada doğmaktan kasıt, ilk defa dünyaya geliş, büyümekten kasıt, insanın kendi benliğinin doruk noktasına ulaşıncaya kadar çeşitli reenkarnasyon süreçleriyle olgunlaşması, ruhta, benlikte kemale ermesiydi. Ve dikkatimi çeken bir nokta da Hz. Cebrail, “ölürler” dememişti, “affolurlar” demişti. İnsanların çoğunun anladığı gibi ölüm yani hayatın sona ermesi diye bir şey yok. Ölüm insan için son ana kadar imanlı gidilmesi gereken bir geçiş anı. İşte burada Hz. Cebrail ölümden değil, bütün dünyevi sınav süreçlerini başarıyla veren ve son ölümünde de imanlı olarak gidebilen insanlar için “affolmaktan” bahsediyor. Tabii ki burada bahsettiğimiz kişileri dünyanın hangi yöresinde, hangi ırkında, hangi milletinde veya hangi dinine bağlı olurlarsa olsun gerçek Allah’a inananlar yani gerçek müminler olarak tanımlayabiliriz. Eğer Kuran’ın anlamı size ulaştıysa veya bir Kuran çevirisi okuma imkanınız varsa, işte Alemlerin Rabbi Allah, yalnız o Kuran’ın size anlattığı Allah’tır. Yok ulaşmadıysa veya bir Kuran çevirisi edinebilecek imkanınız yoksa, kalbinizin içindeki Allah’tır. Eğer hem Kuran’ın anlamını okuyor, hem de kalbiniz O’na açıksa, O sizin Allah’ınızdır.

229
HERHANGİ BİR GECE
Şu anda 5 Temmuz 2010 gecesi saat 23.20 ve ben gecenin bu vaktinde bir şeyler yazmam gerektiğini düşünüyorum. Uzun süredir bir şeyler yazmadım ve uzun süre yazmamak benim psikolojimde bir boğukluk yaratıyor. Balkonda çayımı içerken notlarımı karıştırdım ve hepsinin üstünden iyi veya kötü geçtiğimi gördüm. Neler yazabilirim diye düşünüyorum. Kitabın ana başlığının Ahlak ve Felsefe olması itibarıyla bir genel batı felsefesi kitabı okuyorum fakat bu kalın kitabı henüz bitirmedim. Ayrıca klasik batı felsefi görüşlerinin tartışılmaya değer bir yönü olmadığını da düşünmeye başladım. İstersem birkaç cümleyle ayrı ayrı hepsinin tezlerini boşa çıkarabilirim. Ya da ben de onlara benzetme yaparak herhangi bir görüşü yüzlerce kez evirip çevirerek, adeta inciğini cıncığını çıkararak kitap diye ortaya koyabilirim. Ancak ölümden sonra hayat olmadığını savunan bir görüşün benim mantığımda tartışılır bir tarafı yok. Eğer ölümden sonrası için neler yapılması gerektiğine dair bazı felsefi doktrinler varsa bunları tartışabilirim ancak batı felsefesi benim beklentilerimi karşılamıyor. Balkonumda neler yazabileceğimi düşündüm ve aura, sezgi ve ilham konularını biraz aralamaya karar verdim. Neyse, şimdi normal yazım sürecine geri dönelim.
AURA
Aurayı tanımlamak istersek, insanın ruhsal karakterinin, psikolojik yapısının bir dışavurumu olarak tanımlayabiliriz. Aura hem sezgi mekanizması güçlü olan benliklerce, hem de onları gözlemleyen başka sezgisel boyutlarca tanımlanabilir, anlamlandırılabilir. Aurayı tanımak, hakkında bir örnek vermek istersek, örneğin bir insana yürürken sol arka
230
tarafından yaklaşıyorsunuz ve o da sizin gittiğiniz yönde fakat daha  yavaş yürümekte. Bu durumda siz onu geçmek isterseniz iki olasılık vardır. Birincisi, o sizi görmüyordur, öne bakıyordur fakat hem o sizin yaklaşan auranızı hissettiği için, hem de siz ona sizin auranızla yana çekilmesini işaret ettiğiniz için, bu temas noktasında o yana çekilir ve siz onun önüne geçerek yolunuza devam edersiniz. İkinci olasılık şudur. Siz o insana yaklaşırsınız fakat onun aurası biraz kaba ve hantal bir anlamda da sezgisel güçleri kuvvetsiz olduğu için sizi fark etmez. Siz ona yaklaştığınız halde  o sizi hissetmediği için “Allah’ın belası herif, yol vermiyor” dersiniz ve öyle geçersiniz. Oysaki fiziksel olarak o öne bakmaktadır ve sizi görmesine imkan yoktur. Fakat iletişimin gerçekleşme anını aurası daha beyaz, daha hafif ve daha serbest olanlar her zaman daha önce ve daha doğru hisseder. İnsanların auraları çeşitli özelliklerde olabilir. Beyaz veya koyu renklerde, hafif veya ağır, hantal, serbest, özgür veya geç tepki veren. Kimi biyoenerji uzmanları insanların auralarının fotoğraflarını çekebildiklerini ya da renklerini görebildiklerini söylerler ama benim elimde buna dair bir kanıt yok. Ancak ben yalnızca hissettiklerimi anlayabilir ve anlatabilirim. Genellikle hafif, serbest ve beyaz auralarla daha rahat arkadaş olurum ve zaten gerçek müminlerin (Allah’ın cennet için yarattığı anlamında kullanıyorum) auraları da böyledir. Fakat bu daha olumsuz özellikteki auraların da cehenneme gideceği anlamına gelmez. Öncelikle beyaz, hafif ve serbest auralar daha anlayışlı ve sezgileri çok güçlüdür. Kötülük düşünmezler, daha rahat arkadaş olurlar, kabalık sergilemezler. Genellikle sevilen kişilerdir. Ruhlarının güzelliği auraları aracılığıyla çevrelerine yansır. Ağır ve hantal auralar genellikle daha az anlayışlıdırlar. Olayları geç anlarlar ve geç tepki verirler. Yanlarında bulundukları insanlarda bir ağırlık hissi yaratırlar. Koyu renkteki auralar ise genellikle
231
kötü karakteri gösterir. Zalimliğe ve zorbalığa yatkındırlar. Kötü davranışları, içkiyi, sigarayı, kadınlara sarkmayı, kavga çıkarmayı severler. Bu yüzden en tehlikeli aura çeşidi budur. Unutmadan bir başka aura çeşidi de söyleyelim ki onlar da derin auralardır. Hiç ihtiyaçları olmadığı halde alkol ve sigara gibi alışkanlıkları olabilir. Sevgiyi çok severler ve muhtaçtırlar da. Bazılarına şizofren teşhisi konulur. Ani delilikler yapabilirler veya benim gibi balkonda oturup sabaha kadar düşünebilirler. Kolay arkadaşlıklar kurabilirler ve zor amaçlar için uzun süreli ve mücadele gerektiren uğraşlar verebilirler (mesela bir fizik veya matematik teoremini ispatlamak veya tıp uzmanlığı sınavını kazanmak için  bir iki yıl eve kapanmak). Şimdi sezgi konusuna geçelim.  Sezgi, aslında Allah’ın insana verdiği bir görmeden görme, duymadan duyma ve kanıta bağlı olmadan hissetmedir ve Allah’ın insana bahşettiği büyük bir lütuftur. Başka bir deyişle kanıta bağlı olmadan algılayabilme kapasitesidir. Örneğin bir insana rastlarsınız ve o size itici gelir. Bir süre sonra onunla arkadaş olursanız onunla gerçekten birlikte olamayacağınızı, bir arada bir şeyler yapamayacağınızı anlarsınız. Sezgileriniz sizi yanıltmamıştır. Veya başka bir insanı ilk defa gördüğünüzde bir bakışta onunla anlaşabileceğinizi anlarsınız ve ileride görürsünüz ki yine sezgileriniz sizi yanıltmamıştır. Doğru bir çıkarım yapmak istersek aslında şunu görürüz: Allah bütün bunları size melekleriyle ilham etmiştir.
“Sizin üzerinizde çok değerli koruyucular, bekçiler var”
“Hiçbir kimse yoktur ki üzerinde bizden bir koruyucu olmasın”
232
ayetleri ilham-sezgi ilişkisini açıklar. Kuran’da Allah’ın çok değerli koruyucular olarak tanımladığı melekler, inananlara sürekli doğruyu ve güzeli ilham ederler, kötülüklerden ve çirkinliklerden de uzak durmalarını ilham ederler. Ancak bu ilhamın sezgi olarak algılanış seviyesi kişinin inanç boyutuna bağlıdır. Size başımdan geçen bir olayı anlatayım. Bir keresinde bir kafede oturuyordum ve Allah’ın bana ayetlerini yoğun bir şekilde gösterdiği yıllardı. Çok hayırlı olduğunu anladığım bir genç, arkadaşlarıyla beraber bir grup halinde bir masada oturuyorlardı. Genç adam başını bir yöne çeviriyor ve melekler hemen onun baktığı yöne bir Kuran sayfası koyuyorlardı. Genç başka bir yöne başını çevirdiğinde ise başka bir Kuran ayeti gösteriliyordu. Ağzından bir cümle çıksa bir Kuran ayeti, arkadaşları ona başka bir şey söylese başka bir Kuran ayeti ona gösteriliyordu. Tabii ki genç, bunlardan bir şey anlamıyordu bile, ancak ilhamlar yoluyla, sezgilerle bilinçaltında anladığı şeyler –ki onlar aslında Kuran ayetleriydi- onu doğru düşünceye, tepki verme mekanizmasına ve davranışlara yönlendiriyordu. İşte sezgi olarak adlandırdığımız fakat nedenini anlamadığımız gerçekliğin asıl sebebi budur. Yani koruyucu meleklerin etkilerini üzerimizde hissetmemizdir. Ve bu his mekanizması da Kuran’ın anlamıyla birlikte daha da derinleşir, keskinleşir. Ta ki ölüm anındaki gerçekliği anlayıncaya kadar.
KURAN EKONOMİSİ
Kuran ekonomisini ve kurulum altyapısını anlatmaya başlamadan önce bugünkü küresel ekonominin nasıl işlediğini ayrıntılı bir şekilde incelemek gerekiyor.  Biliyorsunuz bugünkü çalışan sisteminin çok büyük çoğunluğu memurlar, işçiler dediğimiz büyük bir ana kitleyi kapsayan üst başlıklar ile doktorlar, mühendisler, öğretmenler,
233
hemşireler, polisler, sekreterler, marketler, dişçiler, gazeteciler, temizlikçiler gibi hem bu ana iki kolun içinde yer alabilen hem de bu iki ana dalın içinde ve dışında yer alabilen özelleşmiş meslek dallarından oluşmaktadır. Fakat küresel manada şu durumun varlığı artık bir gerçeklik olarak tespit edilmiştir. Dünya nüfusunun %10’u, dünya gelirinin ve nimetinin %90’ına sahip olduğu gibi, dünya nüfusunun %90’ı da dünya gelir ve nimetinin %10’una sahiptir. Bu dengesizlik, paranın sürekli para sahibi olanın cebine doğru girmesinden ve vahşi kapitalizm sisteminin parayı sürekli para sahiplerine pompalamasından kaynaklanmaktadır. Şöyle ki, bir şekilde paraya hükmeder hale gelmiş, dolayısıyla işçi ve çeşitli çalışan kesime de hükmeden azgın kodaman sınıf, kurdukları sistemde denklemi öyle bir şekilde inşa etmişlerdir ki, kendileri sanayi, medya sahibi oldukları ve müthiş karlar elde ettikleri halde bunu çalışanlarına aktarmamaktadırlar. Daha doğrusu şöyle bir örneklem yapalım. Emirleri altındaki çalışanlar örnek olarak öğretmen ve daha alt düzeyde ise onlara ancak aç kalmayacak kadar, eğer doktor, mühendis, mimar gibi yetenekli sınıftan ise, onlara sus payı olacak bir miktar ücret verip, sistemden doğan bütün net karı kendi banka hesaplarına geçirmeyi yol olarak seçmişlerdir. Bu sistemin işleyişi eskiden çok daha zordu. Ancak çağımızda fabrikalarda, işletmelerde otomatik robot teknolojilerine, otomasyon sistemlerine geçilmesiyle, üretim maliyetleri büyük oranda azalmış, bunun yanında malum kodaman kesimin sahip olduğu medya yoluyla bir yanda tüketim ekonomisi ve çılgınlığı sınırsızca körüklenirken, bir
234
yandan malum sistemin üzerine oturduğu kodlar her anlamda normal karşılanmak üzere halkın beynine kazınmıştır. Sistemin çılgınlığı şuradadır ki, sistemin tamamı tarafından ortaya konulan emek, gayret ve üretimin toplam katma değerinin büyük kısmı kodaman kesimin kasalarında toparlanmaktadır. Şöyle ki; üç bin lira değerinde emek ve gayret ortaya koyan haftada altı gün, sekiz saat çalışan ve sisteminizin %80’ini oluşturan belirli bir sayıda çalışanınıza siz, asgari ücret vererek ve bir yandan da ona, eğer bu ücreti kabul etmezsen işten çıkarsın diye tehdit ederek çalıştırırsanız, bunun anlamı emek ve gayret sömürüsü, hatta katliamı olur. İşte sistem bu yöntemle asgari ve asgariden biraz daha yüksek ücretle çalıştırdığı nitelikli iş gücünden elde ettiği toplam katma değerin neredeyse % 80’ini kendi kasalarında depolamakta, geriye kalan %10 çeşitli masraflara ve % 10 da çalışanlara kalmaktadır.  Tabii burada malum kodaman kesimin sahip olduğu medyanın da rolünü atlamamak lazım. Malum kodaman patron hangi ürünü satıyor veya üretiyorsa, hangi şeyin ticaretini yapıyorsa, sahip olduğu medya da olanca gücüyle o malın, ürünün, hizmetin reklamını yapar. Malum medyanın ana ilkesi “Al, al, al, al ve daha çok al, tüket, tüket, tüket, tüket ve daha çok tüket” ilkesidir. Malum medya halkı bu yönde doldurmada herhangi bir sınır ya da ahlaki kaygı, etik kural tanımaz. 800 lira asgari ücretli çalışanın oğlunun cebinde 2000 liralık akıllı telefonun bulunması her ne kadar bir paradoks gibi görünse de olağan bir olay olarak karşılanmaktadır.  Neyse, çağımızın küresel ekonomisinin sorunu yeryüzünün bütün kaynaklarının, ve o kaynaklarla artı insan iş gücüyle elde edilen tüm gelirin belirli bir süre sonra sınırlı
235
sayıda banka hesabına girmesi ve bir daha hiç çıkmayacak şekilde girmesidir. Yani birkaç büyük banka, silah şirketi, hamburger, kola üreticileri, ilaç, sigara kartelleri toplam olarak ele aldığınız zaman zaten dünya gelirinin büyük bir kısmını oluşturmaktadır. Fakat sorun burada da değil. Bir A şirketi çok büyük karlar yapabilir ve hesabında çok büyük miktarlarda paralar da toplayabilir. Ancak A firmasının sorunu çalışanlarına verdiği ücretin çok alt seviyede ve kendi net gelirinin bile çok az bir yüzdesini oluşturmasıdır. Yani bu anlamda çalışanların haklarından alınarak, gasp edilerek, sürekli olarak banka hesaplarında toplanan paralar belki şirketlerin büyüklüğü açısından kağıt üzerinde belirli bir anlam ifade etmektedir. Ancak bu bile kağıt üzerinde olmaktadır. Yani şöyle, sistem senin için 100 ekmek üretiyor, sen bu 100 ekmeğin 10 unu çalışanların arasında pay ediyorsun, doksanını banka kasasında saklıyorsun. Bu arada iki gün içinde banka kasasında kuruyan 90 ekmek artık ne senin için ne de çalışanların için artık hiçbir şeye yaramıyor. Yani banka kasasında toplanan para veya kuru ekmek ne yenilir, ne içilir, ne giyilir, ne aşı haline getirilir, ne kendisinden kalem yapılır, ne de hizmete dönüştürülür. O artık ölü para veya maldır. İşte vahşi kapitalizmin sorunu buradadır. Serbest piyasa ekonomisi içerisinde sistemden sağladığı net karı tekrar sisteme sunmamak, ölü para veya yatırım haline getirmek. Vahşi kapitalizmin ve serbest piyasa ekonomisinin vahşi kapitalizm üzerine uygulanmasının asıl sorunu şudur ki, sistemin topyekun olarak sağladığı katma değer yani burada buna para veya maddi kazanç da diyebilirsiniz, sistemi oluşturan çalışanlara veya bireylere adil, eşitlikçi ve insan
236
haklarına saygılı bir biçimde geri dönmemektedir. Vahşi kapitalizmde sistemin çalışarak elde ettiği katma değer en başta sistemin kodamanlarının kasalarına, sonra sırasıyla daha alt seviyedekilere azalan bir matematiksel eğri yapısında dönmektedir. Bu sistemin en üstünde bireysel olarak medya patronları, CEO’lar olduğu gibi, en altında haftada 6 gün en az 8 saat çalışan asgari ücretliler vardır. Peki bizim sistemin topyekun kazancının bireylere adil, eşitlikçi ve insan haklarına saygılı bir şekilde dağıtılması sözünden anladığımız nedir?  Biz burada standart insan ihtiyaçlarından bahsediyoruz. Yani bir insan günde ortalama 3 porsiyon döner, 1 litre meyve suyu yiyor içiyor, ayda 2 takım elbise alıyor, belirli elektrik, su, doğal gaz masrafı yapıyor, belirli bir konut ve araç harcaması yapıyorsa ve biz bütün bu harcamaları genişçe ele alacaksak, sağlayacaksak ve bu bütün insanlar için standart ölçütlere yakın değerleri anlatan bir anlatım ise, o andan itibaren dünyada ilk 300 zengininin  2,5 miyar fakirin gelirini karşılaması, denk olması, insanların altından spor araba koleksiyonu yapması, banka kasalarında aynı anda bir ay içinde bile tamamını takamayacakları mücevher koleksiyonları yapmaları gibi durumlar da söz konusu olmayacaktır. Aslında bizim yapmak istediğimiz, sistemin tamamından elde edilen katma değer, kazanç ve üretimin, sistemi oluşturan bütün bireyler arasında eşit ve dengeli olarak paylaştırılmasıdır. Ancak bu yapılırken, serbest piyasa ekonomisinin ana değişkenlerinden verimliliğin hesabı ayrıca ele alınacaktır. Çünkü nasıl bir çita, bir zebra ve bir tavşanın üçünün de hız verimliliği açısından girdiği yarışta her defasında çita kazanacaksa, insanlar da hem dünyaya gelme
237
hem de büyüme, olgunlaşma şartları açısından belirli mesleklere sahiptirler ve o meslekleri belirli seviyelerde yaparlar. Yani nasıl insanlar doktor, öğretmen, polis, öğretim üyesi, sekreter, temizlik işçisi, garson, mimar, mühendis vs. pek çok dalda meslek sahibi iseler ve aynı zamanda bu meslekleri belirli seviyelerde yapıyorlarsa, bu insanların o meslekleri yaparak, meydana getirdikleri katma değerler de farklı farklıdır. Yani nasıl bir genel cerrah her gün belirli ameliyatları yaparak topluma diyelim ayda 200.000 lira katma değer sağlıyorsa, bir öğretmen de yaptığı işin sonuçlarına bakıldığında ayda 10.000 lira katma değer sağlıyormuş gibi görünebilir. Fakat burada doktorun 200.000 lira, öğretmenin 10.000 lira katma değer sağlaması bir yana, bizim göz önünde tutmamız gereken asıl konu şudur. O toplumda bir insanın en genel manada ihtiyaçları ne olabilir. Yani yiyecek, giyim, ulaşım, ısınma, barınma, evlenme, çocuk yapma vs. Bu ölçekler ortaya konduğunda belirli bir rakam ifade edilebilir. Diyelim ki kafadan attığımızda 5000 lira olsun. Fakat bizim sistemimizde aylık ücreti 900 lira olan asgari ücretliler de var, 2000 lira olan işçiler de var. Onların durumu ne olacak? Bu durumda Kuran’ın Nahl suresinin 71. ayeti devreye giriyor: “Allah, rızıkta, kiminizi kiminize üstün kılmıştır. Kendilerine fazla verilenleri rızıklarını ellerinin altındakilere aktarıp da hepsi onda eşit hale gelmiyor. Allah’ın nimetini mi inkar ediyor bunlar?” Bu ayetin manasına geçmeden önce şunu yazalım. Bir doktorun ayda 200.000 lira gibi ekstrem bir katma değer
238
yaratması aynı zamanda o doktorun çoğu zaman kendi bireysel yetenekleri dışında sistemin olanaklarını da hem kendisinin yetişme süreci açısından hem de sistemin imkanlarını kullanarak mesleğini icra etme açısından gerçekleştirilmesiyle olur. Aslında bir doktor, bir öğretmen ve bir temizlik görevlisini biz topluma sağladıkları yararlılık açısından aynı şartlarda ele alıyoruz. Çünkü bunlardan biri çita, bir ceylan, biri tavşandır basit bir örnekleme yaparsak ve birinin çita, birinin ceylan birinin tavşan özelliğinde olmaları onların kendi seçimleri değildir. Dünyaya gelme ve yetişme, büyüme şartlarından dolayı böyle bir konuma ulaşmışlardır ve bu yüzden birbirlerine ne maddi açılardan ne diğer açılardan üstünlük sağlama hakları yoktur. Bir doktorun bir toplumun içinde tuttuğu yer ayrıdır, bir öğretmenin de ve bir temizlik görevlisinin de. Fakat toplumun bu üçüne de ihtiyacı vardır, oynadıkları roller olarak. İşte bizim hem biraz sonra açıklayacağımız Kuran’sal nedenlerden dolayı hem de bu üçünün Kuran temelinde insan olarak kabul edilmesinden dolayı, Kuran ekonomik ilkelerine göre bu üçü farklı ekonomik katma değerler ve toplumsal yararlar sağlamalarına karşın ve bir kısmı bir kısmından üstün olmasına karşın, sonuç olarak birbirine eşit duruma getirilmelidirler. Çünkü: “Allah, rızıkta, kiminizi kiminize üstün kılmıştır. Kendilerine fazla verilenleri rızıklarını ellerinin altındakilere aktarıp da hepsi onda eşit hale gelmiyor. Allah’ın nimetini mi inkar ediyor bunlar?” (Nahl 71)
239
Görüldüğü gibi ilk bakışta nimet ve rızıkta kimilerinin birbirlerine üstün kılınmasına rağmen, sonuçta Kuran’ın kullandığı “eşit” hale gelme deyimi gözünüze çarpacaktır. Yani bu ayette Kuran insanların kiminin kimine imkan, rızık ve nimette üstün bir konumda geldiğini kabul ediyor. Daha doğrusu getirildiğini kabul ediyor. Ancak bunun bir imtihan aracı olduğunu söylüyor. Ve şunu ekliyor. İnsanlar bu dengesiz yapıyı görmelerine rağmen aralarında adaleti sağlamıyorlar ve imkan, nimet ve rızıkta eşit hale gelmiyorlar. İşte bu, Allah’ın nimetini inkardır, diyor Kuran. İşte biz toplumsal bazda böyle bir ekonomi modeli oluşturabilirse, Kuran’ın bizden istediği amaç toplumsal düzenlerden birini daha sağlamış olacağız. Burada kuracağımız ekonomik modelin ana saiklerinden biri şu olacaktır. A kişisi 100.000 lira bir katkı yapıyorsa, B kişisi 10.000 lira bir katkı yapıyorsa ve C kişisi 1000 lira katkı yapıyorsa, ortaya çıkan toplam getiriden A, B, C kişileri kendi katkıları oranında pay almayacaklar. Bunun yerine toplam getiri 111.000 lira ise her biri 111.000 / 3 oranında bu paylaşımı getireceklerdir. Yani bu üç kişiye para kazanan birer varlık değil de insan olarak baktığımızda A bir doktor, B bir öğretmen ve C bir temizlikçi ise; A,B,C’nin sağladığı toplam katma değer, en fazla doktora, sonra öğretmene sonra temizlikçiye değil, üçü de bu toplumun birer ferdi ve insan oldukları için toplam katma değerin üçe bölümü şeklinde gerçekleşecektir. Bu konumda ne olacaktır? Doktor, kendi ihtiyacının belki yirmi mislini, öğretmen ancak kendi ihtiyacını, temizlikçi ise kendi ihtiyacının dörtte birini kazanıyordu. Fakat şu anda
240
zaten doktor kendi kazancını sisteme sürünce öğretmen ve temizlikçi gibisinden daha yirmi tanesinin daha ihtiyacını karşılayabilecektir. Yani şunu söylemek istiyorum. Günümüz vahşi kapitalizminde para grafiği en genel manada çoğu zaman yerlerde sürünürken, bazı çıkış noktalarında maksimum değerler yapmaktadır. Ve zaten o para grafiğinin yerlerde sürünmesinin de, maksimum çıkış noktalarının sebebi de dengesiz dağılımdır. Yani yine kısaca anlatırsak. Bir kola devinin yönetim kurulundaki 10 kişinin cebine aylık 250.000 dolar yatıyorsa ve o kola devinin standart bir işçisi 900 dolar aylık gelire sahipse, bu dengesiz dağılımdır.  Kuran insanların ünvanlarına bakmaz, ne kadar emek, gayret ve çaba harcadıklarına bakar. Ve bu anlamda günde 8 saat 6 altı gün çalışan işçi, sadece ekranlara bakıp emirler veren patrondan daha fazla emek harcamaktadır. Fakat konu bu da değil. Konu şu, bir A bireyi çalışarak günde 4a, bir B bireyi 2b ve C bireyi c kadar katma değer üretme şansına ve potansiyeline sahip olsun. Bu durumda biz A bireyinden  günde 4a, B bireyinden 2b ve C bireyinden c kadar iş yapma, verim sağlama bekleriz normal olarak. Fakat vahşi kapitalizmden farklı olarak, C bireyinden B kadar veya B bireyinden A kadar verim veya üretkenlik bekleyemeyiz. Bunun sebebi toplumu oluşturan bütün bireylerin aynı üretkenlik ve verim kapasitesine sahip olmamasına rağmen, esas olarak hepsinin insan olması, yani aynı beslenme, barınma, eğitim, ulaşım, çocuk yapabilme ve büyütme, güvenlik gibi temel ihtiyaçlara sahip olmasıdır. Yani biz bu ihtiyaçlara ya da gereksinimlere insan olduğumuz için sahibiz. Yani ünvanımızın şu ya da bu olması ya da şu veya bu kadar
241
para kazanabilmemiz ya da şu ya da bu kadar güçlü bir fiziğe sahip olduğumuz için değil. Buradan çıkacak sonuç kurulması gereken Kuran ekonomisi ya da Kuran’sal ekonomik sistem açısından çok önemli bir çıkarımı da ortaya koymaktadır. Kurulacak ekonomik sistem her nasıl kurulacak olursa olsun, toplum içindeki bütün bireylerin gıda, barınma, güvenlik, sağlık, ulaşım, çocuk yapabilme, eğitim gibi pek çok gereksinimlerini gerek sistemin bir sosyal devlet olması açısından artı buna eklenebilecek pek çok devlet / sistem sorumluluğu açısından bir çok bu ve benzeri yan giderleri, ihtiyaçları karşılamalıdır. Bu ihtiyaçlar hiyerarşisi, güvenlik, sağlık, eğitim, adalet, barınma, çoğalma gibi pek çok şekilde ve sırada düzenlenebilirse de, sonuç olarak göz önünde tutmamız gereken, örnek olarak 77 milyonluk bir Türkiye’de bütün erişkin ve bebek/çocuk bireyler açısından bütün bu ihtiyaçlar hiyerarşisinin kurulacak ekonomi sisteminde belirli bir bütçe karşılığı sağlanmasıdır. Şimdi kilit ayeti tekrar yazıyorum (Nahl 71): “Allah, rızıkta kiminizi kiminize üstün kılmıştır. Kendilerine fazla verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere aktarıp da hepsi onda eşit hale gelmiyor. Allah’ın nimetini mi inkar ediyor bunlar?” Şimdi tam olarak Kuran’ın ne demeye çalıştığına bakalım. Kuran diyor ki, eğer yeryüzünde 6 milyar değişik gelir statüsünde, kimi zengin, kimi fakir, kimi çok zengin, kimi çok fakir insan varsa, geliri fazla olanlardan az olanlara doğru öyle bir aktarım yapılıp, öyle bir denge kurulmalı ki, sonunda bütün bireylerin yani 6 milyar dünyalının da geliri aynı ve eşit olsun. Buna Kuran’ın ekonomik ütopyası denir ve
242
bu ütopya gerçekleştirilecektir. Veya bunu daha teorik olarak şöyle anlatabiliriz. 6 milyar boruya sahip bir U borusu sisteminde başlangıçta kimi alçak, kimi yüksek olan bu altı milyar boru, sistem serbest hale bırakıldığında, hepsinin içindeki su düzeyi aynı seviyeye gelir. Yani zenginler vermiş, fakirler almış, çok zengin çok vermiş, çok fakir çok almış ve denge gerçekleşmiştir. Ekonomik eşitlik ve denge, Rahman suresinde geçen koşullardaki gibi korunması gereken denge koşullarında sağlanmıştır. Aslında vahşi kapitalizm veya serbest piyasa ekonomisi ile Kuran’ın ekonomik sistem verileri arasındaki fark şudur. Vahşi kapitalizm, hangi insan daha avantajlı şartlarda dünyaya geliyor ve gelişiyor, büyüyor, sistemin nimetlerinden yararlanıyorsa, o insanın bu avantajlı konumundan dolayı bütün rekabet koşullarını da sağlayarak ön plana geçmesini öngörür. Bu insan ister bir iş adamı olsun, ister bir doktor olsun, ister bir öğretmen olsun. Kuran’sal ekonomi ilkeleri ise insanların mutlaka farklı şart ve koşullarda doğacağını, büyüyeceğini ve gelişeceğini, bu yüzden de mutlaka farklı yaşam koşullarında ve gelir seviyelerinde olacaklarını zaten bir varlık ve mantık kanunu olarak öngörür. Ancak Kuran şunu der: Sen kara kaşın kara gözün için bu şartlarda doğmadın, bu şartlarda yetişmedin ve bu şartların senin emrine verdiği olanaklara sahip olmadın. Bu senin ve bütün insanlar için bir imtihandır. O halde Kuran’ın bütün insanların aynı gelir, imkan ve nimet ilkesine uy, evrensel eşitlikler sistemini hayata geçir ve kendinden daha az gelir, imkan ve nimete sahip olana kendinden aktar. Oysa bilinmektedir ki, bu aktarım bireyler arası aktarım parantezinde kaldığı sürece amacına ulaşamayacaktır. Fakat şöyle bir gerçek var ki, eğer bu aktarım ve yeniden paylaşım sistemi önce teker teker devlet
243
içi, daha sonra devletlerin ekonomik anlamda birleşmesiyle ve bu arada evrensel barışın kurulmasıyla birlikte, yavaş yavaş tüm insanlığı kapsayacak boyuta geldiğinde tam anlamıyla amacına ulaşabilir. Mesela öncelikle Türkiye bu sistemi kendi içinde kursa, bu arada Ortadoğu ve Kafkaslar hatta Rusya’da bu topyekun kalkınma ve eşitlikler sistemini kursa ve sonra bu topluluklar, Türkiye, Rusya, Kafkaslar ve Ortadoğu, İslam ülkeleri bu sistemi kendi aralarında birleştirse var olan ekonomik verimin kaç yüz kat artacağını ben hayal edemiyorum. Aslında Kuran’sal ekonomiyi kurarken vahşi kapitalizmin çok ön plana çıkan bir dezavantajından yararlanıyoruz. Ancak bunda teoride de pratikte de de Kuran açısından da ahlak açısından da haklıyız. Şöyle bir örnek verelim. Sabancı holdingi sadece Güler Sabancı yönetiyor olsun ve sadece elinde 30 adet fabrika ve bu 30 fabrikada aylık 1000 lira asgari ücretle çalışan işçiler olsun. İşçilerin eline aylık 1000 lira geçiyor ama Sabancı, fabrikaların sahibi ve yöneticisi olduğu için, oradaki üretimden ve ticaretten oluşan bütün payı örneğin aylık 30.000.000 otuz milyon lirayı kendi kazanç hanesine yazıyor. İşte bizim sistemimiz diyor ki burada 30 fabrikadaki bütün işçiler artı Güler Sabancı, her biri birer birey olarak U borusu sistemine kendi kazançlarını sokacaklar, daha sonra sistem dengeye gelince gelir paylaşımı yapılacak. O, 30 fabrikanın her birinde 100 işçi olsa 3000 işçi eder. O işçiler kendi 1000 er liralık maaşlarını artı Sabancı 30.000.000 aylık net gelirini sisteme soksa belirli bir rakama ulaşılır ve o rakama işçiler artı Sabancı, 3001 kişi arasında paylaştırıldığında toplumsal kalkınma ve eşitlikler sisteminin hangi saiklere dayalı olarak kurulacağı görülür. Bundan böyle işçilerin, çalışanların, emekçilerin, üretenlerin topluca üretip
244
kotardığı değerler, belirli ellerde toplanmayacak, yine o çalışan, üreten kesime eşitlikler sistemi olarak geri dönecektir. Mesela demin verdiğimiz örnekteki gibi bir fabrikada belirli seviyelerde ve çalışma koşullarında çalışan belirli sayıda çalışanın toplam üretimi, o fabrikada çalışanların, ast ve üst, işçi veya patron, yönetici veya tezgahçı olmasına bakılmadan eşit bir seviyede geri dönecektir. Şuna dikkat etmemiz lazım. İki doktoru ele alsak ve bunlardan biri yeni asistan biri profesör olsa, asistan sadece gidip gelse hastaneye ve profosör haftada beş ameliyat yapsa, şöyle düşünmemiz lazım; Bir çita koşullarında, statüsünde olan bir kişi ile bir tavşan statüsünde olan bir kişi aynı olmaz doğaları gereği. Bunlardan birinin haftada beş ameliyat yapması, diğerinin sadece hasta muayene etmesi işin doğasıdır. Vahşi kapitalizm der ki; profosere elli milyar maaş verelim, asistana 5 milyar maaş verelim. Hayır böyle olmamalıdır. Çünkü bunlar ortaya koydukları emek ve çalışmanın kalitesi dışında, insandırlar, ikisinin de benzer barınma, eğitim, aile bakımı, adalet, güvenlik, beslenme, temizlik, giyim sorunları vardır. Günümüzde insanların yaşam standartları artık Afrika kabileleri standartlarından çıkmış ve oldukça yükselmiştir. O yüzden biz Kuran’sal ekonomik ilkeleri, toplumsal bazda uygulayarak hem toplumsal eşitliği hem de bu toplumsal eşitliğin seviyesinin mümkün olan en yüksek seviyede gerçekleşmesini sağlamalıyız. Eğer ortada 60 milyar bir para varsa bu iki doktor için, her birine 30 ar milyar para verilmelidir ve adaletli olan da budur. Ya da bir başka örnek bu olayı çok daha güzel anlatır. İki tane inek düşünelim, biri sarı, biri alacalı. İkisi de aynı miktar saman yani yem yiyor. Ama sarı inek günde 50 litre süt
245
verirken, alacalı inek günde 20 litre süt veriyor. Ve bunlar yapı itibarıyla aynı miktar samanla doyuyorlar. İşte insanlar içinde böyledir. Kimi insan çalışması, emeği karşılığında ayda 50 bin liralık getiri getirir, kimi 2 bin lira fakat ikisi de aynı insancıl gereksinimlere sahiptirler. Ve bu gereksinimleri karşılamanın yöntemi de o 50000 ve 2000 liralık geliri bir havuzda toplayıp aralarında paylaştırmaktır. Yani 52000/2=26000 lira net gelir her ikisi için yeter de artar bile. Yani kapitalizmin yanlışlığı şuradadır ki yığın ve yığın kitlelerin parası belirli ellerde toplanmış, bu yüzden o paralara kitlelere yayılmadığı için genel manada bir yoksulluk çekiliyor. Oysaki o paraların da kitlelere ulaştırıldığı bir ortamda mevcut kaynaklar herkes için bol bol yeterli olacak.  Aynı bu şekilde bir devletin kamu sektöründe de özel sektöründe de benzer dengesizlikler var ve eğer biz bu işi genel manada her yerde fakat özelde Türkiye’de belirli ellerin elinde olan kaynakları ve paraları dengeli, eşitlikçi ve adil bir şekilde tüm topluma yayabilirsek, temelde gelir dağılımındaki adaletsizlik ve standart, ortalama gelir seviyesinin azlığı gibi pek çok sorunu çözmüş durumda olacağız. Fakat öyle bir konumda her gece çılgın partilerde paraları havaya saçan şımarık milyonerler olmayacağı gibi, sokakta çöpten kağıt toplayıp onu satma ümidiyle para kazanmaya çalışan dışlanmış fakir kesim de olmayacaktır. Sistemin başarısı, standart gelir miktarını herkes için aynılaştırmasıyla ölçülecektir. Ve bu kesinlikle pozitif bir yaklaşımdır. Zaten şu anda toplumun üretimi ve emeği belirli ellerde toplanırken ve insanların çoğu asgari ücret ve civarı maaşla çalışırken belirli ekonomik dengeleri yakalayabiliyoruz. Sistemde belirli ellerde toplanan büyük miktarlarda paralar, toplumun tamamına dağılıp, gelir eşitliğinin ve adaletinin sağlandığı, fakirlik,
246
yoksulluk kavramının yok olduğu bir ülke kimlerin işine gelir, kimlerin işine gelmez? Çünkü böyle bir sistemde bıraktım çöpten kağıt toplayan yoksulları asgari ücret kavramı bile silinecektir. Bunun yerini tüm toplum için belirlenen standart aylık /üç aylık /6altı aylık/ yıllık gelir alacaktır. Peki bu nasıl olacak? Daha önce 6 milyar borulu bir U borusu sisteminden bahsetmiştik tüm dünyayı baz alarak. Şimdi Türkiye için 70 milyon borulu bir U borusu sisteminde bahsedelim. Bunun içinde çocuklar var, öğrenciler var, çalışmayanlar, hastalar, engelliler, yaşlılar gibi çalışamayan grubun yanında, işçiler, memurlar, öğretmenler, aşçılar, işletmeciler, serbest meslek sahipleri, doktorlar, avukatlar, polisler, askerler, devlet adamları vs. vs. tüm toplumun yükünü çeken bir çalışan kesim var. Ve bu çalışan kesim ürettiği katma değer, emek, gayret ve çaba ile tüm toplumun yükünü çekiyor, belirli bir çalışma süreci sonunda belirli kazanımlar sağlıyor. Bizim yapmamız gereken eğer işletmeler ve şirketler birer çeşitli markalarda ve değerlerde arabalar ise, arabanın bakımını sürekli yapmak, onun benzinini vermek, bu arada araba yani işletme veya şirket sahip veya sahiplerinin ise insan olmaya yönelik ihtiyaçlarını karşılamak. Yani bunun için şunu yapacağız. Elimizde bütün sistemin çalışmasından sonra aylık olarak belirli bir miktar katma değer ya da para toplandı diyelim. Biz sistemi en rahat yürütebilecek masrafları sisteme sağladıktan sonra kalan parayı sürekli gerçek sahiplerine yani bireylerin kendilerine döndürürsek bu bir kişinin emeğinin tüm toplumun kazancını ve tüm toplumun emeğinin de bir kişinin kazancını etkilediği, bir anlamda hepimiz birimiz, birimiz hepimiz ilkesine sadık ve bu
247
toplumsal ve bireysel rekabet ve çalışma yöneliminin aynı anda sağlandığı bir ekonomi sistemi getirir ki, bu sistem tam da bir yandan ekonominin bütün dinamiklerini tam bir verimle işleten, bir yandan da tüm bireylerin eşitliği sağlanmış bir şekilde aynı gelir seviyesine sahip olacağı ve gelir seviyesinin toplumsal bazda sürekli artacağı bir sistem demektir. Yani ne yapacağız? Sistemi serbest bırakacağız. Yani burada doktor doktorluğunu, avukat avukatlığını, işçi işçiliğini, memur memurluğunu, iş adamı iş adamlığını ve bakkal bakkallığını yapacak. Fakat biz bütün bu sistemin belirli zaman aralıklarında topladığı parayı, ürettiği katma değeri devlet havuzunda toplayacağız. Daha sonra muhasebecilerin de yardımıyla şöyle diyeceğiz, ey işletmeler ve şirketler, fabrikalar. Önümüzdeki ay/üç ay/altı ay/ bir yıl/ beş yıl için masraflarınız ve yatırım planlarınız nelerdir? Bu parayı hesaplayıp söz konusu işletme ve şirketlere vereceğiz. Bu olay ekonominin dinamiklerinin sürekli daha fazla ve daha fazla çalışmasına neden olacak, çünkü yatırım için gerekli miktarları da sorduk. Bunun yanında devlet hem bireylerin hakları bakımından hem de sosyal devlet olma ilkesi bakımından bazı konularda vatandaşın garantörü olacak. Yani bazı hizmetleri halka sıfır masrafla sunacak. Yani nedir bunlar? Sağlık, eğitim, güvenlik, adalet… vs.  Bunun yanında ise yeni bazı uygulamalar olacak. Mesela zorunlu vergi kaldırılacak. Yani direkt veya dolaylı olarak alınan tüm vergiler sıfırlanacak. Vatandaşın bireysel ve kurumsal/ şirket yapısı olarak ürettiği katma değer direkt olarak devlet havuzuna gireceği için vergi kavramı ortadan kalkacak. Bunun yanında sigorta primi de kalkacak. Çünkü bir
248
aylık bebekten 99 yaşında nineye kadar herkes standart aylık gelirden yararlanacağı için maaş veya emeklilik gibi bir olay olmayacak. Bunun yanında sağlık da devlet garantörlüğü altında olduğu için sağlık sigortası da olmayacak. Diğer bazı yan sigorta çeşitleri ise özel sektöre devredilecek tamamen hırsızlık, yangın sigortası gibi. Şimdi diyelim ki bir ay için belirli bir meblağ devlet havuzunda toplandı. Bundan sosyal devlete yönelik sağlık, eğitim, güvenlik, askeriye, adalet masrafları tahmini olarak hesaplandı ve düşüldü. Bireysel ve kurumsal çalışanların, şirketlerin masrafları ve yatırımları da uzmanlarca denetlendi ve o miktar da düşüldü. Kalan para 70 milyon vatandaş için hesaplanıp 70 milyona bölününce kişi başına düşen aylık standart gelir hesaplanır. Burada belki 0-12 ve 12-18 yaş için değişik değerler hesaplanabilir. Çünkü o yaşlarda bebek ve çocukların harcaması daha azdır. Diyelim ki kişi başına düşen aylık gelir ilk ay 3000 lira olarak hesaplandı. Bu, bir sonraki ay 3500-4000 lira olabilir. Çünkü sistemin psikolojik altyapısı, çalış çünkü hepimiz faydalanacağız ya da hepimiz çalışacağız ki hepimiz faydalanacağız şeklindedir. Böyle bir sistemde her çalışan birbirini daha çok çalışmaya, daha verimli olmaya teşvik eder. Çünkü hepimiz birimiz ve birimiz hepimiz için ilkesi geçerlidir.  Bunun yanında Kuran ekonomisinde işsizlik minimum seviyeye inecektir. İnsanlar verimliliği esas alacaklarından herkes en verimli olacağı bir alana yönelecektir. Yani bir anlamda bütün gün masa başında oturan sekreter gerek kendi bakış açısı gerek de toplumsal baskı dolayısıyla belki halı yıkama işine girebilecektir. Hatta sonuçta standart aylık gelir
249
herkes için eşit olduğundan herkes bu gelirin hakkını verebilme yolunda çaba harcayacaktır. Ve bu anlamda bazı az tutulan meslekler hasta bakıcılığı, refakatçiliği, engelliler için okuma, cd ye kayıt doldurma, işaret dili öğreticiliği, kitap dağıtıcılığı gibi pek çok meslek, topluma yararlı olma adına yeniden hayat bulacak ve bu sayede toplum çok büyük bir rahatlama içine girecektir. Fakat burada yapılması gereken bir tercih var. Elde edilen katma değeri sadece çalışanlarınız arasında mı paylaştıracaksınız yoksa 70 milyonun yani bütün toplumun bireyleri arasında mı? Eğer sadece çalışanlarınız arasında paylaştıracaksanız Türkiye belirli bir üst düzey gelir grubuyla birlikte yoluna devam edebilir ama bu durumda sokakta çöpten kağıt, yemek toplayanlar, kışın yakacak odun, kömür bulamayanlar, hastalıklarına derman olacak parayı  bulamayanlar devam edecektir. Eğer ki bu katma değeri bütün toplum yani 70 milyon için, sokaktan kağıt toplayan Hilmi amca da dahil olmak üzere paylaştırırsanız, daha az da olsa herkesin eline belirli bir para geçecektir.  Fakat bu durumda bütün toplumda öyle bir devinim olacaktır ki herkes hepimizin kalkınması için çalışma, üretme, emek verme anlamında elinden geleni yapacaktır. İşsizlik sıfırlanacak hatta fazladan oluşan bir iş gücü devreye girecektir. Ve benim tavsiyem bu ikinci şıktır. Her halükarda iki şekilde de sürekli olarak elde edilen gelir artacak, dolayısıyla kişi başına düşen aylık standart gelir de artacaktır. İkinci konumda sadece biraz daha az bir miktardan başlayacak fakat son tahlilde ikinci konum bütün toplumu kurtarmak ve bütün toplumun refahı için daha işlevsel ve kucaklayıcıdır. Hem de bir tek kişiyi bile yoksulluk, fakirlik denen o girdabın içinde bırakmadan.
250
Herkesi, topyekun bütün toplumu aynı anda aynı seviyede kalkındırarak. Fakat bu arada ekonomiyi son derece derinden etkileyen ve darbe vuran faktörler var. Örneğin Türkiye’de çıkarılan karanlık olaylar sırasında yapılan döviz vurgunları. Enerji bakanı Taner Yıldız 17 Aralık multimedya ve cemaat şovu sırasında iki hafta içinde 160 milyar dolar paranın yurt dışına çıktığını açıklamıştı. Fakat istersek döviz vurgunu konusunda bir dolarlık bile rant sağlamayız kimseye. Ülkelerin para birimleri arasında elbette bir fark olacaktır. Ancak bu konuda yapılan spekülasyonlar çoğu zaman gerçek değildir ve gerçek değeri yansıtmaz. Döviz alım satımı sırasında, oradaki kar payı kadar bir miktarı, bilgisayar başında vergilendirirsek, kimse döviz vurgunu yapmak için sırada bekleyemez hatta bir dolarlık bir atlama bile yapılamaz. Benzer şeyi borsa içinde düşünüyorum ve borsanın da paradan para kazanma için bir yol olduğunu düşünüyorum. Yani ben hanım ben A şirketinin 50.000 liralık hissesini alıyorum, 55.000 lira olunca çıkacağım diyen birinin hiç de helal para kazandığını düşünmüyorum ve buna hangi kulp takılırsa takılsın, reel gerçeklik değişmiyor. Riba ribadır, faiz faizdir. Siz öyle sanmasanız bile. Burada da sanal bir değer biçiliyor şirketlere ve insanlar aynı spekülatif oyunları yapıyorlar. Bunun içinde hisse alım satımlarına bilgisayar ortamında elde etmeyi düşündükleri kar yani gerçek anlamda faiz kadar bir vergi konulursa, bir süre sonra borsa oyuncuları, bütün hisselerini satacaklar ve hisseler asıl sahiplerine, kendi şirketlerinin asıllarına dönecektir daha ucuz yoldan olsa da. Artık ondan sonra şirketler de kendi değerlerini kağıt üzerinde
251
arttırmasın da, yaptıkları iş, ortaya koydukları değer açısından arttırsın. Bir başka konu da banka faizleridir ve Kuran’ın faiz konusundaki hükmü toleranssız sıfırdır. Ne bankalar kredi verirken, ne de mevduat kabul ederken. Bu anlamda bankacılık sisteminin faizleri, İslami bankalar da dahil olmak üzere sıfırlanmalıdır. Zaten Türkiye çapında bu standart aylık gelir sistemi uygulanırsa, bu paranın aylık olarak aktarımı sırasında, hesap sahibi başına 25 kuruş bir masraf parası bile bankaları çok rahat finanse edecek kadar büyük bir paradır. Bunun üzerine faiz oyunları, devlet tahviline girmeler gibi pek çok harama aynen ateşe atlar gibi girmenin bir anlamı yoktur. Amerikan bankaları kredi faizlerini %1 seviyesinde tutarken, ne gariptir ki bizim haramzade bankalarımız bir anda dünyanın en karlı bankaları haline gelivermişlerdir. Haramdır haram, Allah belanızı versin. Ve en belalı konulardan biri de devlet kağıtlarıdır. Bunların sistemini tartışmayacağım ama çözüm yolu bunları uzun vadede faizsiz konuma getirerek belirli bir ödeme planıyla ödemek ve piyasadan faizle borç para almamaktır.  ZATEN: Vergi kavramı kaldırıldığında Sağlık, emeklilik sigortası kaldırıldığında Kuran’sal ekonomiye geçildiğinde Sosyal devlet işlediğinde Ekonomiye, işletmelere firmalara gereken can suyu, masraf ve yatırım bütçesi verildiğinde Standart aylık gelir sistemi 77 milyon için sağlandığında
252
İşsizlik sıfırlandığında, artı iş gücü ortaya çıktığında Döviz, borsa, devlet tahvili üzerinden oraya buraya para yedirmenin önü kapandığında Ekonomiden gelen tüm gelirler yine ekonomiye aktarıldığında Sigara ve içki tamamen yasaklanıp her yıl oraya giden yüz miyarlarca lira para, can kaybı ve sağlık masrafının önüne geçildiğinde, bunun bir özgürlük ve keyif meselesi olmadığı anlaşıldığında. Hükümet bu konuda göstermelik kamu spotları yayınlamayı bıraktığında Her yeni ay ve her yeni ay hem ekonomi için, bireyler ve şirketler için daha olumlu hale geldiğinde, şahlanmanın hızı görüldüğünde Sokaklarda bırakın çöpten kağıt toplayan, tost yapacak adam zor bulunduğunda, herkes verimli olacağı bir işin peşinden koştuğunda, bir işin bir tarafından tuttuğunda Her halükarda bir gözleri Türkiye’nin başına belaların gelmesini bekleyen şu veya bu mihrakların ümitleri kırıldığında Belki TÜRKİYE ideali de gerçekleşir. Fakat mademki konuyu Türkiye’den açtık, eğitim sistemi için de bir şeyler söylemek istiyorum. Bildiğiniz gibi eğitim bakanlığının tablet bilgisayar dağıtma gibi bir projesi var. Ben diyorum ki. Bir kanun çıksa ve eğitim bakanlığının dağıttığı tabletlerde e kitap dosyası olarak kitap yayınlama hakkı bedava olsa. Yani bakanlık, Türkiye ve dünya edebiyatından önemli 5000 eser ya da 10.000 eser gibi bir e kitap haline getirilmiş koleksiyonu telif hakkı ödemeden veya bir telif
253
hakkı havuzu oluşturup, dileyen yazarların bundan faydalanmasını sağlamak suretiyle çok cüzi rakamlarla tablet bilgisayarlara nakledebilecek bir biçime getirip, bunu ücretsiz olarak dağıtabilse, yayınlayabilse, bu yöntem tablet bilgisayar ve e kitap okuyucu sahibi bütün bir genç kitlenin müthiş işine yarayacaktır. Bu serinin içine klasikler, modern Türk-Dünya edebiyatı, ansiklopediler, incelemeler, anılar, temel bilim dalları hakkında kaynak kitaplar gibi pek çok eser girebilir. Bence bakanlık bu uyarıyı aldığı anda bu konuda çalışmalara başlamalıdır.  Bir ikinci uyarım ilkokul ve ortaokul hayatı boyunca süren beden eğitimi, resim ve müzik derslerinin kaldırılması, bunun yerine spor akademileri ve sanat akademilerinin kurulmasıdır. Haftada bir saat veya iki saat beden, resim ve müzik eğitimiyle traşlanmış heykel gibi sporcular, sanatçılar yetiştireceğini sanmak sistemin büyük bir aptallığı ve sanrısıdır. Spor, resim ve müzik özel ilgi ve yetenek isteyen uğraşlardır ve hiç kimse öğrencileri bu konuda tornaya sokma cesaretini kendinde görmemelidir. Görmeye devam etse bile buna bundan sonra izin verilmemelidir. Eğer öğrenciler ve gençler için spor ve sanat akademileri açarsanız, ve eğitici kesimi de oraya yönlendirirseniz, konuyu isteyen kişilerin konu hakkında özelleştirmelerini, çaba harcamalarını ve kendilerini geliştirmelerini sağlarsınız. Boyu 1.50 olan var, 1.80 olan var, eli fırça tutan var, tutmayan var, müzik kulağı olan var olmayan var. Bakın bakalım laik eğitimin tornadan çıkarmak istediği spor, müzik ve resim eğitiminde kaç tane başarılı kişi çıkmış 100 sene içinde? Ve onlar da çıksa bile okul eğitimi yüzünden mi başarılı olmuş? Türkiye’de dehşet boyutta çarpıklıklar, laik sistemin uzantıları olarak hala yaşanıyor ve yaşanacak da uzun bir süre.
254
Bunun yerine ders saatlerini daha da azaltıp, günün ilk dersini tabletlerden okuma dersi olarak düzenlemek, öğrencilere mümkün olduğu kadar daha az yük bindirmek gerekmektedir kanımca. Bir başka değişik konu ise liseyi bitirince berberlik ya da aşçılık yapacak bir öğrenciye türev, integral, fonksiyonlar gibi analitik konuların adeta bunlardan geçemezsen okulu da bitiremezsin şeklinde öğretilmesi. Acaba pastanede şeflik yapacak biri için elinde yapacağı meslek ne kadar analitiktir ki, o kişi analitik geometri öğrensin? Eğitim sistemindeki sunulan değerler, yaşanan değerlerle kesinlikle uyuşmuyor. Türevi, integrali mühendis olacaklar öğrensin, fizikçiler öğrensin. Bu kadar zorlamanın anlamı ne? Sağlık sisteminde ise şu anda büyük hastanelerde bile yığılmalar yaşanıyor. Bunun yerine kendilerinin hangi hastalığa ne kadar zaman ayıracağını yaklaşık olarak bilen doktorlar, hastalara randevu verse ve kararlaştırılan vakit ayrılsa. Hatta acil hastalar ayrı bir birim, sağlık ocaklarından randevu verilip gelen hastalar için ayrı bir birim oluşturulsa sistem daha düzgün işlemez mi? Yani eğer hastalığın acil değilse sağlık ocağına gideceksin, oradaki doktor, senin konun hakkında ana hastaneden randevu alacak ve seni oraya yönlendirecek, bu şekilde sistem çok daha rahat işler. Aslında vahşi kapitalizm ile Kuran ilkelerini karşılaştırma istersek, son defa, vahşi kapitalizm, sanki bütün hayvanların hız konusunda yarışarak para kazandığı bir ortamda sürekli olarak çitanın kazandığı ve sonunda bütün hayvanların sıra ile öldüğü bir paylaşım sistemi sunar. Bu sırada bütün para çitanın elinde toplanır. Kuran ilkelerine uymak istediğimizde ise kuracağımız ekonomi herkesin kendi çapında çalışarak, değişik
255
mesleklerde, değişik rütbelerde, değişik verimlerle de olsa, meydana gelen toplam katma değerin, birisi birisinden daha yetenekli olduğu veya daha fazla çalıştığı için değil, hepimiz insan olduğumuz için hepimiz arasında eşit olarak paylaştırıldığı, bu arada sosyal devlet ilkelerinin ve ekonomiye gerekli motor gücün verildiği ve toplam katma değerin sürekli arttırıldığı bir sistem sunmuş oluruz topluma. Bu sistem vergi yükü, sigorta yükü, faiz, döviz, borsa ve türleri gibi rant yüklerinden kurtarılıp sağlıklı işlemeye başladığı anda bir daha da geri dönülmez. Çünkü ayaklanma ve uyanış başlamıştır.
ALLAH’IN ADALETİ
Kerim yılların ona verdiği anlamsal Kuran okuma altyapısıyla Kuran bahsinde geçen Adem, eşi, kurbanları kabul edilen ve edilmeyen oğulları, yasak ağaç ve zalimlik geni, bununla birlikte eğer Adem ve eşi yasak ağaçtan yemeseydi neler olurdu gibi konuları geniş bir çerçevede ele almış, bütün bu denklemlerin, onun akıl kabiliyeti açısından bütünleşmesini ve tamamlanmasını sağlamaya çalışıyordu. Ayrıca Kuran’ın bütünlüğü içinde bu konudan bahsederken de Adem’in bütün bir insanlık alemini tabir eden bir deyim olduğu da muhakkaktı.   Şimdi Adem’in yaratılmasının ve Allah’ın Adem’in içine kendi öz ruhundan üflemesinin ardından, “Adem’e secde edin!” emrinin verilmesiyle bütün melekler Adem’e secde ediyor, fakat şeytan buna karşı çıkıyor ve huzurdan kovuluyordu. Bununla birlikte İblis, melek değil, cinlerdendi. Zaten İblis olan adı “Adem’e secde edin!” emrine isyan ettiği anda şeytana dönüşüyordu. Varlık kategorisi itibarıyla insandan de meleklerden de aşağı bir sınıf olması nedeniyle
256
dolaylı olarak bu emir onu da bağlıyordu. Fakat şeytan Allah’ın emrine isyan edip, azdırılmasından sonra Allah’a “Eğer beni bilinen vaktin gününe kadar ertelersen, muhakkak onlar için yeryüzünde süslemeler yapacağım ve onların hepsini mutlaka azdıracağım” diyerek kendi hırsının da açığa vurulmasıyla, azdırılmak kavramının ne derece felaket bir şey olduğunu ortaya koyuyordu.  Tabii bütün bunlar bizim anlattığımız masalsı bir tasarım şeklinde değil, Kuran disiplininde bir öğretiye ve anlatım şekline göre ele alınıyordu. Bütün bunların ardından Allah, Adem ve eşini cennete koyuyor, burada ne sıcaktan bunalacak, ne üşüyeceksiniz, dilediğiniz yerden dilediğiniz kadar yiyin ama şu ağaca yaklaşmayın, sonra zulme sapanlar olursunuz diyerek, onlara bir sınav konusu ve uyarı da veriyordu.   O an itibarıyla Adem, eşi ve bütün yaratılmış insanlar cennette mekan tutturulmuş, kendilerine sınırsız nimet imkanı verilmiş, ancak Adem ve eşine şu yasak ağaçtan yemeyin, yoksa zulme sapanlardan olursunuz uyarısı yapılmıştı. Burada Adem ve eşi onları bireysel olarak temsil eden kavramlar olabildiği gibi insan soyunun erkek ve kadın üyelerinin genel adını da temsil ediyor olabilir.  Ve o anda, insan için ilk sınav kurgusu da hazırlanmış, şeytan insan için planını yapmış, Adem ve eşine, Allah’ın sizi bu ağaçtan uzak tutması, ölümsüzler arasına katılmayasınız, yahut melekler haline gelmeyesiniz diyedir, diye yemin de ederek, onların yasak ağaçtan yemesini sağlamıştı.   Ve Adem ve eşi o yasak ağaçtan yiyince, ayıp yerleri kendilerine açılıyor, yeminlerini bozmuş ve şaşırmış bir halde ortada kalıyorlardı. Şeytanın hiçbir vaadi gerçekleşmemişti. Allah onları “Ben size dememiş miydim?…” şeklinde bir kınayışla kınayınca, O’ndan af ve rahmet dilemişler ve eğer bizi affetmezsen diye, tövbeye de sarılmışlardı. Allah ise orada yaratılmış tüm insan soyunu, “Hepiniz birbirinize
257
düşman olarak aşağı inin. Benden size kime bir yol gösteriş ulaşır da o, ona uyarsa, böyleleri için korku yoktur, tasalanmayacaklardır onlar” diyerek doğru yolu gösteriyordu. (yol gösteriş: vahiyler, kitaplar, sayfalar, levhalar, iman edilen peygamberler)  Daha sonra cennet mekanından yeryüzüne iniş gerçekleşiyor, Adem ve eşinin iki oğlundan birinin Allah’a sunduğu kurban kabul edilirken, diğerinin sunduğu kurban kabul edilmiyordu. Bu olay kurbanı kabul edilmeyen kardeş tarafından öfke ve intikam konusu oluyor ve o, kurbanı kabul edilen kardeşini elleriyle öldürüyordu. Bu anlamda Adem ve eşinin yasaklandıkları “yasak ağaçtan yedikleri meyvenin” içindeki “zalimlik geni” “etkisini ilk kuşakta” gösteriyordu. Şimdi burada sürekli es geçilen bir konu var. Allah, Adem ve eşine “…. yoksa zulme sapanlar olursunuz” şartını hangi nedene bağlamıştı? “Şu (yasak) ağaçtan yemeyin, yoksa zulme sapanlar olursunuz.” Dolayısıyla günümüzdeki gerçekliklerle bir benzerlik kurarsak, günümüzde nasıl yasak ve değiştirilmiş genler, organizmalar yiyecekler, tohumlar, yiyecekler yoluyla geçiyorsa, ilk anda öyle bir genetik mantığı kullanılmıştır ki Kuran’sal ayetleri açıklama bakımından (ve unutulmamalıdır ki bu mantık cennette kalma şartını sağlayan veya bozan bir genetik mantıktır. O anın şartlarıyla düşünülmesi gerekir. Günümüzdeki x12g geninin şu hastalığa yol açmasına benzemesi kadar hafif bir neden sonuç ilişkisi yoktur yaratım amacı bakımından ancak ağacın özelliği, meyvesinin insan için cennette kabul edilemeyeceği kadar zalim bir konuma gelmesini sağlayacak kadar kötü bir gen içermesiydi) zalimlik genini taşıyan ağaç da o yasaklanmış ağaçtı. Yani oradaki yasaklanma nedenselliği, ağacın genetik, yapısal oluşumunun aynı bazı bitkilerin psikotik etkiler göstermesi gibi, insanı zalimlik boyutuna götürmesiydi. Bu anlamda o zaman mekan ortamındaki yapısal, genetik
258
denklemler, daha çok sakinleştirme, rahatlama sağlama, uykuyu açma gibi bitki yarar veya zararlarından çok “Cennet Arenasında: Ya doğru yola daha çok kılavuzlama, yani sonsuz tekamül ya da yasak ağacın görevi gibi Allah’ın emrine karşı gelişe bir kanıt olma özelliği gösteriyordu.” Peki bu anlamda Adem ve eşinin yasak ağaçtan yemesiyle çirkin yerlerinin kendilerine açılması neyi ifade etmektedir. Bu anlamda Kuran dolaylı yoldan şunu söylemektedir. İnsan muhakkak hatalı, eksik, hataları ve kusurları olandır. Ancak Allah’ın emrine uyduğu sürece, yani bu anlamda bu olay, yasak meyveden yemediği sürece, Allah’ın yasaklarından sakındığı sürece, kavramlarıyla açıklanıyor, insanın içindeki bu nefsani ve benliğine ait bozukluklar kendinden bile gizlenir. O halde insanı temizleyen ve temizleyecek olan, ona doğru yolu gösteren ve gösterecek olan, onu arıtıp, temizleyecek olan da yalnız Allah’tır. İnsan yalnızca Allah’a kulluk konumunda bulunduğu sürece kendi benlik ve nefsani yanlışlarından sakınabilir. Ancak Allah’a kulluk konumundan çıktığı anda aynı Adem ve eşinin yasak ağaçtan yiyip, çirkin yerlerinin kendilerine açılması gibi insanın kendi egosuna, nefsine ve benliğine ait çirkinlikler de açık ve hesap kitabına yazılacak kadar ortada, aşikar konuma gelir. Peki şöyle bir soru soralım. Allah insanı bu sınava sokmadan önce, yani yasak meyve sınavına sokmadan ve şeytanı da lanetleyip insanı saptırma şansını vermeden önce, bütün bunların böyle olacağını bilmiyor muydu? Elbette biliyordu. İnsanın şeytanın tuzağına kanacağını da, yasak ağaçtan yiyeceğini de, çirkin yerlerinin/benliğinin çirkin taraflarının kendisine açılacağını da biliyordu. O halde Allah ikinci bir süreci neden hesap etmedi ve kaderi o yola neden kılavuzlamadı? Eğer Adem ve eşi Allah’a verdikleri yemini tutup cennette diledikleri yerden bol bol nimetlenseler ve
259
yasak ağacın yanına bile yaklaşmasalar, bu sefer yine ölümlü insanoğlu için, daha önceden de tanımlanan “bilinen günün vakti olan kıyamet günü” kalkmak üzere, insanlar yine cennette adeta sıfır günahla ölecek, fakat kıyamet günü yine Rabbin azamet ve haşmetini, kudretini görmek ve tanık olmak için yine kalkacaklardı. Ve her farklı derece sahibine de hak ettiği ödül mutlaka verilecekti. Bu durumda şeytan yalnız başına ve varlık sınıfı olarak da tek olarak cehenneme gidecekti. İşte burada olayın azamet, haşmet ve kudret boyutlarına bakınız ki, şeytan isyan ettiği ve azdırıldığı anda Allah’a olan isyanında Hicr suresi 26-42. ayetlerde:
“Yemin olsun, biz insanı; kuru çamurdan, değişken, cıvık bir balçıktan yarattık.  Cini de daha önce, kavurucu ateşten yaratmıştık.  Hatırla o zamanı ki, Rabbin meleklere, “Ben, kupkuru bir çamurdan, değişken, cıvık balçıktan bir insan yaratacağım” demişti.  Onu, amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp, öz ruhumdan içine üflediğim zaman, önünde hemen secdeye kapanın! Meleklerin tümü toplu halde secde ettiler. İblis müstesna. O, secde edenlerle beraber olmaya karşı çıktı. Allah dedi: “Ey İblis! Sana ne oluyor da secde edenlerle beraber olmuyorsun?” Dedi: “Kuru bir çamurdan, değişken, cıvık bir balçıktan yarattığın bir insana secde etmek için var olmadım.” Buyurdu: “Öyleyse çık oradan, çünkü kovuldun” “Din gününe kadar üzerinde lanet var.” Dedi: “Rabbim, onların diriltileceği güne kadar bana süre ver.” Buyurdu: “Hadi, süre verilenlerdensin.”
260
“Bilinen günün vaktine kadar…” Dedi: “Rabbim! Beni azdırmana yemin ederim ki, yeryüzünde onlar için mutlaka süslemeler yapacağım ve onların tümünü kesinlikle azdıracağım.” “İçlerinden riyaya sapmamış/dini ve ibadeti Allah’a özgülemiş kulların müstesna.” Buyurdu: “İşte bana varan dosdoğru yol budur.” “Benim kullarım aleyhine senin elinde hiçbir güç/kanıt olmayacak. Azgınların seni izleyenleri müstesna”   Dikkat ederseniz şeytan, Allah’a olan isyanında “Eğer beni o bilinen vaktin gününe kadar ertelersen, yemin olsun onların tümünü kesinlikle azdıracağım” iddiasında bulunmaktadır. Burada Allah “Benim kullarım aleyhine senin elinde hiçbir güç/kanıt olmayacak. Azgınların seni izleyenleri müstesna.” diyerek hem şeytanın cehennem yolunun kesinleştiğini, ayrıca ona uyan insan soyunun da, gidilecek yer bakımından cehennemden farklı bir yere gidemeyeceklerini bildiriyor. Yani burada dünyada tutulan yol olarak, şeytanın yolunu tutan insanlar için de cehennemden farklı bir mekan öngörülmemiştir.  Yani bu anlamda buradan çıkacak ana fikir: Allah, kendi ayetlerine iman etme, itaat etme ve isyan etme konularında insan, şeytan, melek veya x bir varlık gibi ayırımlarda bulunmuyor. Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah kullarını türlerine, cinslerine göre değil ancak kendi ayetlerine iman ve itaat konusunda derecelendirmektedir. Bu neye benzer, İstanbul’da Konyalılar kahvehanesine Urfalılar, Ankaralılar ve Edirneliler gelmiş. Kahvehanenin başkanı Konyalılara ucuz çay, meyve servisi yapmıyor, diğerlerini ise farklı şehirlerden (deminki ayrı cins varlık gibi) geldiği için kazıklamıyor. Kim o mekanda daha saygılı ve usturuplu oturursa ona daha iyi ve
261
olumlu davranıyor. Gelenleri geldikleri  yer bakımından değil, takvaları ve sakinlikleri açısından değerlendiriyor. İşte bu Alemlerin Rabbinin yüceliği ve adalet konusunda kılıcının nasıl hassas olduğu konusunda bir örnektir. Şeytan, insan ve melek örneği; aynı sırayla şeytanın cinlerden, insanın topraktan/çamurdan, meleklerin nurdan yapılması konusu açılırsa çok farklı bir konuma gelir. Burada şeytan, cin sınıfından olduğu için sapmaya en elverişli varlıktır ve sapmıştır, insan çamurdandır/topraktandır ve ondan daha bilinçlidir. O yüzden insanın sapması daha büyük bir sorumluluk getirir. Melekler ise nurdan/mutlak bilinçten yapılmış varlıklardır. O yüzden bir meleğin sapmasını düşünemeyeceğimiz gibi eğer böyle bir olasılık olsaydı, kıyametin kopması için beklememize gerek kalmazdı. Görüldüğü gibi üç ayrı varlık sınıfının sahip olduğu üç ayrı seviye ve bilinçleriyle doğru orantılı olan üç ayrı sorumluluk. Fakat Rahman ve Rahim olan Allah kuralları, bir öğretmen nasıl kuralları tüm öğrencileri için aynı koyuyorsa, bütün kulları için de ölçütleri aynı koyuyor. İşte bu İlahi Adalet ve onun keskin kılıcıdır. Ve bilinmelidir ki ne kadar adalete ve anlamaya yakınsanız da o kadar rahmete, merhamete yakınsınız demektir. Peki bu ne demek? Bunu uzun uzun kelime oyunlarıyla veya kavramlarla açıklamaya gerek yok ve zaten bu oldukça zor. Fakat bunu birkaç benzetmeyle açıklamaya çalışırsak; Allah, kendi yolunu gösteriyor ve şeytan, melek, insan farkı gözetmeden, “İşte benim yolum bu, gelirsiniz ya da gelmezsiniz. Gelirseniz ben Gafur ve Rahim olanım, gelmezseniz cehennem kapıları sonuna kadar açıktır” çağrısı yapıyor.  Ve unutulmamalıdır ki şeytan da insan da melekler de Allah’ın emrini dinleyip dinlememe konusunda insiyatif, bilinç ve sorumluluk sahibidirler. Her varlık yalnız kendi
262
benliğinden, yalnız kendi benliğinin kapasitesi, sınırları oranınca sorumludur.
“Biz kimseye kendi benliğinin yüklenebileceğinin daha azından fazlasını teklif etmeyiz.”
Ve Allah bunu dünyada kendi peygamberlerini ve kitaplarını göndererek yapıyor. Şu anda ise bu konuda Kuran ortada olandır. Allah’ın emrini dinleme ya da dinlememe, uyup uymama hatta o da olmazsa en azından Allah’ın vahyini anlama üzere okuyup okumama konusunda sınavını insan Kuran’la sınanarak verecektir. Son varış Kuran’a göre nerede olduğumuzla ilgilidir.    KURAN’SAL LAİKLİK
Şimdi Kuran’sal laiklik adı altında yepyeni bir bölüme başlayacağız. Elbette ki yobaz, putperest, inkarcı laik anlayışın bu yazıdan kendine bir pay beklememesini dilerim. Çünkü bu yazı, laikliği, zaten var olmayan, din içi ve din dışı/dünyaya ait süreçlerin birbirinden ayrılması olgusu, olarak ele almıyor. Sadece var olan bir mutlak kavramın kendisi dışındaki var olan kavram ve olgulara nasıl varlık, yokluk ve var olma- olmama hakkındaki kesin çizginin ölçeğinin payını nasıl verdiğini ve bu süreci nasıl işlettiğini açıklıyor.  Laikliğin tarihçesindeki çıkış macerasına bakarsak, kilisenin saçmalıklarından ve kendini sömürmesinden bıkan batı dünyasının, laiklik adı altında krallık, prenslik vb. para ve iktidarı elinde tutan yönetim biçimlerinin kendilerini kilisenin şerrinden muaf tutmak istemesinin sonucunda ortaya çıkan bir kavramlar kargaşasıdır laiklik. Fakat burada bir saçmalık var. Eğer batı inanç sistemi, inanılan değerler olarak gerçel değerlere dayansaydı, bu inanç sistemi laiklik ya da şu ya da
263
bu adı altında öğretilerle, kurallarla kimsenin doğrudan ya da dolaylı olarak kendini reddetmesine imkan veremezdi. Yahut dolaylı olarak böyle bir imkan, bu inanç sahiplerinin eline, insiyatifine verilemezdi.  Peki eğer böyle bir inanç sistemi gerçekten doğru değilse, neden bütün batı dünyası/halkı bu konuda uyanmayı, gerçeklerle yüzleşmeyi seçemedi? Hangi zor kullanma durumlarından dolayıdır ki (aforoz vs.) halktan hiç kimse kilisenin öğretilerinden dışarı çıkmayı, maddi her türlü yardımı kesmeyi kabul edemedi. Bu arada şu bir gerçek ki, Kuran, Hristiyan ve Yahudi din adamlarının altın ve gümüşü depolayıp (halkın bağışı olan) üzerine oturduğunu da açıkça bildirmektedir. İsteyen bu konuyu araştırabilir. Yani bu konuda Kuran’ın söylediği şudur ki Hristiyan ya da Yahudi din adamları tayfasının çoğunluğu (içlerinden gerçekten Allah’a inananlar hariç), belirli zamanlarda bilinen vaazları veren, halka Tanrı’nın İsa’nın ve Meryem’im merhametine sığınmalarını dileyen ve bu arada halkın zengin, varlıklı kesimlerinden kendine düşen yüzdeyi, parayı, maddi payı alıp bir kenara çekilen insanlar olarak itham edilmektedirler.  Sözün kısası laiklik de hristiyanlık öğretisinin ilahi değerlerden iyice sapkınlık gösterip toplumun hem dünyevi/bilimsel hem de maddi değerlerine karıştığı bir ortamda batıdaki güç ve iktidar sahiplerinin yaklaşık bir deyimle:  “Din yalnızca din adamlarını ve dine ait kavramları ilgilendirir. Dünya ise dinden ayrı bir olgudur. Din aslında çok uhrevi bir boyut olduğundan dünya ile açıklanamaz. Bu sebeple din yalnızca din adamları tarafından ve onların yetiştirdiği kişiler tarafından anlaşılabilir. Dinin dünyadan çok uhrevi bir boyut olup dünya ile açıklanamaması, dünyanın ise dine göre çok alçak seviyede bir olgu olup din ile açıklanamaması, din ile dünyanın ayrı, farklı, kesişim
264
noktaları olmayan kavramlar olduğunu ortaya koyar. Bu ayrım aynı zamanda, dünyanın zaman olarak önce, dinin ise zaman açısından sonra yaşanan bir olgu olması bakımından, yine kesişim noktaları olmayan iki farklı olgunun varlığını açıkça ortaya koyar.” Şeklindeki bir dalga geçişin, çoğu aptal ve düşüncesiz beyinlere fazla çaba harcanmadan yedirileceği de açıktır. Çünkü din zaten sen dünyada inan, uygula da dünyada huzur, ferah ve genişlik, zenginlik, adalet bul diye gönderilmiştir.  Yani olayın ortaya sürülüş şekli ne anlayış, yaşama bakımından ne zaman bakımından din ile dünyanın tamamen ayrı kavramlar olduğu öğretisinde yoğunlaşmıştır. Aslında bütün bu anlattıklarımı bu kavramlar üzerinde birazcık düşünenler, üzerinden binlerce kez geçtikleri halde yine de şunu söylemek gereklidir. Bize söylenilmek, yutturulmak istenilen, dinin bu dünyada gerekli ve yeterli olmadığı, dünyanın kendi imkan ve nimetleriyle son derece yeterli bir alan olup, önemli olanın kişinin kendi çabasıyla dünyanın kendi serbest rekabet kuralları içerisinde yerini alması ve başarılı olması, yani bir anlamda dinsel kapitalizm, olduğudur.  Yani eğer Tanrı’ya (Allah deyince kızıyorlar) inanıyorsan ve eğer O’na ibadet etmek istiyorsan, buyur kardeşim, camilere hapsol! Ama sadece camilerde! Seni engelleyen mi var! Ama sakın camiden çıkma ki bizim kendi aramızdaki dünya bütünlüğümüzü bozmayasın. Ne yaşayacaksan camide, medresede, imam hatiplerde, orada yaşa. Türkiye Cumhuriyeti’nin bizzat kendi ilk okullarında verdiği öğretiye göre:  “Din işleri ayrı, devlet işleri ayrıdır. Dini konular, hükümler, adalet sistemi, ekonomi sistemi dünyanın gidişatına etki edemez ve etmemelidir. Çünkü bunlar herkesin ölüm sonrası hayatını ilgilendirmektedir. Eğer gün gelir de ölürsek, namaza, oruca, zekata bilmem neye o zaman başlarız. Dünya
265
hayatı dini kurallar ve öğretiler tarafından yönetilemez, yönlendirilemez. İçinde bulunduğumuz dünyanın tamamını kapsayan devlet işleri ise dine karışmaz. (tabii ki o dini işlere birçok konularda sınırlılıklar, şartlar koymakla birlikte) Peki ahreti ilgilendiren işler dünyayı ırgalamaz, derken, ahret olayının sebep sonuç ilişkisi bakımından, sebebinin dünya, hem de sadece dünya olduğu gerçeğini ne yana koyacaksınız. Orada da ahretin sebebi dünya olsa da biz yaz tatili olarak dünyaya gelmiştik, şimdi, dünyada isyan ettiğimizden, cehennemde biraz bronzlaşmaya mı gidiyoruz diyeceksiniz? Ha orda balon mu patladı! O zaman yenisini şişir, nasıl olsa insanlar sürekli tartışmaya en düşkün olan varlıklardan biri. Sürekli yeni balonlar üreteceğinden patlatacağın balon sayısı da senin zihniyetindeki insanların konuşma ömürleri kadardır.  Efendim bize kalsa biz bu geyiği daha elli altmış sayfa  birilerine, oraya, buraya, laf soka soka, mantıksal rezonansın nasıl yapılacağını göstere göstere devam ettiririz. Hatta laik olarak düşünen değil, bir zamanların doğuştan fanatik taraftarı gibi doğuştan genetik olarak laik kimseler gelse ve onlar her bizimle karşılaştıklarında bir iç burukluğuyla yüzleri öne eğilip bir yandan inanmadıkları şeyleri söylerken, kimin avukatlığını yaptıklarını da bilmedikleri gibi, önlerine bir küçük rakı daha sürerek ve bir kap da badem ekleyerek, “bu gece de iç iç sarhoş ol, geçici olarak içinde bulunduğun gerçek dışılığın sana verdiği yaşama hissi yalanmış, sanki hiç yaşamıyormuş şekilde yaşamak duygusunu unut, yarın yine gelirsin” deriz. Fakat bizim bunu yapmak gibi bir amacımız yok. Çünkü biz Kuran’ın;
“Şu bir gerçek ki, suça batmış olanlar, iman sahiplerine gülerlerdi.  Onların yanlarından geçerken birbirlerine kaş göz işareti yaparlardı.
266
Ailelerine döndüklerinde, gülüp eğlenmeye koyulurlardı.  İnananları gördüklerinde; “Şunlar var ya! Şaşkın, sapık bunlar!” derlerdi.  Oysaki kendileri, inananlar üzerine bekçi gönderilmemişti.  İşte bugün, iman sahipleri, küfre batmışlara gülüyorlar.  Koltuklar üzerinde seyrediyorlar. Nankör kafirler, yapmış olduklarıyla ödüllendirildiler mi?”
Ayetleri konusunda bahsi geçen “insanı imanından caydırıp, bir de kendi etrafında 360 derece iki kere döndürüp, bu sırada köprünün öte yanında beklerken, eski imanlı yeni laik, geleceğe kurşun atan delikanlı hakkında dalga geçme” azabının kimlere patlayacağını çok iyi biliyoruz. En azından içinde bulunduğumuz yüzyıl itibarıyla. Şimdi biz ne yapacağız? Laikliğin genel tanımını, bu tanım aynı matematiksel bir formül gibi, mantıksal olarak açıklandığında, sebep sonuç ilişkileri açısından veya bir akla dayandığından değil, tanımsal kesinliklere bağlı olduğundan bir tanım formatı altyapısı olarak ele alıp, daha sonra Kuran’sal laikliğin ne olduğu hakkında açıklamalar yapmaya çalışacağız. Tabii ki bu işin birinci kısmı manaya dayanmayan bir şekilsel bütünlük içeriğinin örnek olarak ele alınmasına, ikinci yani Kuran’sal laiklik ise daha önceki var olan, din karşıtı ya da dini bir şekilde eleme yöntemlerini kullanan bilinen laikliğin bu sefer mana olarak da kendi yöntemleriyle yerle bir edilmesine ve eğer bu salt kavram din içi bir argüman olarak kullanılsaydı, din bazında çağlar boyunca süren vahiy süreçleri boyunca ve en son olarak Kuran vahyi açısından – çünkü Kuran elimizdeki en son ve en değerli vahiydir. Dokunulamaz ve insan yapısı hatalardan arınmış kılınması, onun Alemlerin Rabbinin vahyi olması bakımından da insani
267
anlayış boyutlarının dışına ve üstüne çıkarır- Kuran’sal laikliğin yeryüzündeki İslam ve Allah’ın birliği, evrensel barış ve kardeşlik problemleri açısından ne gibi belirleyici ve mutlak bir rol üstlenebileceğini belirler. Şimdi gelelim bilinen laikliğe. Bilinen laikliğin tanımı şudur: Laiklik dünya işleriyle ahiret işlerinin birbirinden ayrılması, daha başka bir deyişle, dünyayı ilgilendiren her türlü işte, dünyevi ve akılsal mantığın geçerli kılınması, bununla birlikte, dini işlere, o işler sadece kendi alanlarını ilgilendirdiği sürece izin verilmesi, dini işler ve hükümler dini alanın sınırlarından çıkıp, dünyevi alanın akılsal, mantıksal alanına girdiği, tecavüz ettiği anda, dini işlerin o konudaki yetkinliğinin iptal edilmesi, dinin ve dini kavramların yok sayılması, yeryüzünde yeryüzü krallığının kurulması anlamına gelir. Bununla birlikte laiklikle dini işler arasındaki hükümsel ayrılık, aynı bir kıtayı tamamen işgal etmiş laik anlayışın, o kıtayı her yönden yöneten kıtasal bir ülke kurması, bununla birlikte o kıta içinde çok küçük bir coğrafya işgal eden dini yönetimin, dini şeraitini uygulamak istemekle birlikte hatta onu bile laik kıtasal yönetimin izinleri ve direktifleri doğrultusunda uygulayabilmesine benzer.  Çok bilinen bir örnek olarak, dünyanın birçok ülkesindeki namaz kılabilirsin ama camide ve ancak benim istediğim zamanlarda. Namaz vakitleri ve cami dışındaki alan, zaman ve mekan benim dünya görüşümün insiyatifindedir anlayışını gösterebiliriz. Benzer olarak dini inancı nedeniyle başını örten bir kadına, hemşire olarak çalışırken hangi saiklere dayanılarak başını açması gerektiği konusu yine laiklerin cevaplandırması gereken konulardır.
268
Bununla birlikte biz yine bu soruları da cevaplandırmayacağız. Çünkü konumuz bu değil. Konumuz turnusol kağıdı benzeri bir görev gören, bu laik, dini ayrımının kavramsal olarak ifade edilmesi yönteminin, ne kadar işe yarayacağı. Şimdi gelelim konumuz olan Kuran’sal laikliğe ve Kuran’sal laikliğin ne olduğu, nasıl olduğu, uygulamaları, farklılıkları ve yarattığı farkındalıklara.
Kuran’sal LAİKLİK
Kuran’sal laiklik, Kuran’ın okunuş süreci boyunca bize kazandırmak istediği, “Allah’ın birliği ilkesinin”, sadece dünya, ahret, geçmiş, gelecek, şimdiki, sonraki açılarından değil, var olan ve var olabilecek bütün bakış açılarından yola çıkılarak genel bir bakışla bize sürekli olarak ispatlanması ve Allah’ın birliği zikrinin tekrarlanması gibi tekrarlanmasıdır. Kuran bize, kendisini kendisinin okunuş süreci boyunca iki yönden sürekli olarak hatırlattırır. Bunlardan birincisi Allah’ın birliği ilkesi, ikincisi bu birliğe saf, pür, net, katışıksız olarak hazırlanabilmek ve varabilmek için kendisinin yani bizzat Kuran vahyinin sürekli olarak anlamsal bir şekilde okunması ve adeta belirli aralıklarla benzin alan bir otomobil gibi insanın yastık altı kitabı yapılması gerektiğidir. Bunu şuna benzetebiliriz: Sen şu anda dünya denizindesin ve bu denizde boğulmaman için yüzmeyi öğrenmen, yani Kuran üzere akıl ve mantık kullanabilmeyi, anlamsal boyutları algılayabilmeyi öğrenmen gerekiyor. İkincisi ise şu: Henüz yüzmeyi bilmiyorsun. O halde biz şimdi sana bir can simidi atıyoruz ve bu can simidi, Allah’ın birliği gerçeğini sembolize ediyor. Henüz yüzmeyi öğrenmeden yani Kuran’ı anlam boyutları olarak anlamaya başlamadan da önce, bu can simidine, yani Allah’ın birliği ilkesine sadık kalarak su
269
üstünde kalabilirsin. Her iki durumda da ayrı ayrı kurtulabilir veya kurtarılabilirsin. Fakat en mükemmel yöntem şudur ki, sen hem yüzmeyi öğrenebilir, hem de aynı zamanda can simidine sarılabilirsin.  Ve bu takdirde hem yüzme bildiğin, hem de can simidin olduğu için boğulma riskin sıfıra iner. Çünkü yüzmeyi, yani Kuran’ı anlamsal olarak okuma yolunu seçsen de seçmesen de kimseyi Allah’ın birliği ilkesinden, yani can simidine sarılmaktan, bu ilkeyi, akıl, mantık kapasitesinin dışında görecek kadar uzak tutmuyoruz.  Fakat eğer sen Kuran’ı anlamsal olarak okuyup, üzerinde düşünmeyi ve öğüt ve ibret alarak bilinçli bir inanan olma yolunu seçmiyorsan, yani bir anlamda yüzme imkanı her şekilde bütün dünya dillerinde/lehçelerinde önündeyken yüzmeyi öğrenmiyorsan ve eğer sen sadece can simidine sarılmayı yani Allah’ın birliğine inanıp kendini onunla yeterli görüyorsan, can simidinden yani Allah’ın birliği ilkesinden kazayla veya bilinçli bir şekilde uzaklaştığın zaman, yani Kuran dışı kaynaklarla, hadislerle, hurafelerle, Kuran’ın fırka fırka ayrılanlar diye tabir ettiği, mezhep, cemaat, tarikat, vs. öğretilerle, ilmihal, tarikat vs. din kitapları ve benzeri görev gören hocalarla ayrılıp, kendini yine nasıl olsa yüzeceğim veya ben zaten yüzüyordum diye denize bıraktığında, Kuran’dan bir şekilde ayrıldığın veya uzak düştüğün, yani zamanında yüzme öğrenmediğin ve can simidini de yani inanç olarak Allah’ın birliği ilkesini de şu veya bu şekilde bıraktığın zaman, önünde fazla seçenek kalmayacaktır. Oysa biz sana ve senin bilinçaltına Allah’ın birliği ilkesini hiçbir karşılık beklemeden vermiş idik. Kimseye ayrım yapmadan. Sana yolu da göstermiş idik. Sen ahretin, ölümün belki birkaç yıl, belki birkaç ay, belki birkaç gün ötede olduğunu bile bile yüzme öğrenmedin. Yani Kuran’ın anlamına yönelmedin. Bu sayede kendini ateş karşısında riske ettin. Ve bil ki birkaç yıl ya da birkaç ay ya da birkaç gün bizim için hiç de uzun süreler
270
değildir. Çünkü biz milyarlarca yıldan beri bekliyoruz. Vaat edilen günün tanıkları olarak…Vay haline o gün küfre sapanların..!
Şimdi şu halde iki şeyden söz ettik. Bunlardan birincisi amaç olanın ve insana mutlak manada kazandırılmak ve hakkındaki farkındalıkların arttırılması istenilenin “Allah’ın birliği ve O’ndan başka ilah olmadığı” gerçeğidir. İnsan varlığının yeryüzündeki varoluş süreci boyunca işleyen bütün bu devinimi içinde kitapların, peygamberlerin ve elçilerin gönderilme amacı budur. Yani Kuran, bu manada bir iman ve inanış yöneliminin, bir yandan insan benliğine, bilinçaltında verilmiş bir kodlar, hatırlamalar bütünü olmak üzere verilmiş olduğunu bildirmekle birlikte, bir yandan da bizzat kendisinin “Allah’ın birliği ve O’ndan başka ilah olmadığı” öğretisinin anlaşılma süreci boyunca tek bir kaynak kitap ve öğreti olduğunu bildirmektedir. Yani “Allah’ın birliği ve O’ndan başka ilah olmadığı” anlayışı hayat sonunda kazanılacak bir diferansiyel denklemler sınavı ise, Kuran kendisinin bu konudaki tek kaynak olduğunu bildirmekle beraber, bu sınavı kazanabilmek için, sınavı kaynağından yani Kuran’dan çalışmak dışında hiçbir yolun olmadığını bildirir. Veya bu sınav, hayat sonunda son nefes verilirken kazanılacak bir maraton koşusu ise, Kuran yine bu sınav boyunca sana rehberlik edecek, ihtiyaçlarını karşılayacak, idman programını belirleyecek uzman koordinatörün yine kendisi olduğunu bildirmektedir. Bu anlamda İlahi Kudret’in insanlık alemine kazandırmak istediği “Allah’ın birliği ve O’ndan başka bir ilah olmadığı” ilkesi, birincil manada inanış olarak insanların bilinç altında yer alan bir çeşit sezgisel dürtü, ikincil manada bu ilkeyi her türlü opsiyonla destekleyen ve kanıtlayan
271
Kuran’sal ayetler bütünüyle sergilenen, Kuran desteği aracılığıyla insan benliğinde yerini bulur.
Peki bizim Kuran’sal laiklik dediğimiz şey nedir?
Kuran’sal laiklik “Allah birdir ve O’ndan başka ilah yoktur” bilgisinin, öğretisinin mutlak ve Kuran’sal gerçek olarak kabul edilip, bu ilkeyle çelişen, bu ilkeyi yok sayan veya bu ilkeyi ıskalayan her türlü bilgi, felsefe, iman konusu ve düşüncenin de hatalı veya yok sayılması ve o andan itibaren kesinlikle mutlak manada bir gerçeklik konumuna getirilemeyecek bir yapıda kabul edilmesidir.
Kuran’sal manadaki laiklik ilkesinde tezimiz:
“Allah birdir ve O’ndan başka hiçbir ilah yoktur”
ilkesi ve antitezimiz bu ilkeyle çelişen bütün ilke ve öğretilerdir.
“Allah birdir ve O’ndan başka ilah yoktur” ilkesini olabilecek en mutlak ve hatasız manada dile getirebilecek kaynak ise yine Allah’ın vahyi olan Kuran’dır. Çünkü ilahi Kudret, kendini ve kendi dinini, öğretisini, ilkelerini insanlık alemine anlatma sorumluluğunu, insanların güvenilir olmayan ellerine bırakmamış, bu konuda bütün garantörlüğü üstlenerek, söz konusu bilgiyi, vahiy konumunda, insanlık aleminin kullanımına sunmuştur. Bu konudaki garantörlük:
“Biz indirdik o Kuran’ı biz! Ve onu muhakkak koruyacak olan da muhakkak biziz!”
ayetiyle de sabit kılınmıştır.
272
Yani eğer tezimiz “Allah birdir ve Allah’tan başka ilah yoktur” ilkesi ise, bu konuda bu teze yaklaşma veya uzaklaşma, düşüncelerin ve davranışların bu teze yakınlığını ve uzaklığını tanımlama konusunda da, ölçüt mutlak manada Kuran’ın kendisidir. Fakat bu konuyu şöyle anlamak gerekiyor. Kuran’ın bütün ölçütleri, örnekleri ve hükümleri, bir hedefin tam ortasında, on ikiyi temsil eden noktasal manada ve kesinlikte bir hedef gibidir. Eğer herhangi bir kişi, eğer herhangi bir konuda, düşüncede, davranışta, hukukta bu konunun Kuran’a yakınlığını ölçüp test etmek istiyorsa, o kişi hedefe doğru ok atması gerekir fakat matematiksel mükemmel ve ideal kavramlarının, asla gerçek manada ulaşılabilen reel değerler olamayacağı bilgisinden yola çıkılarak, bu anlamda okçu, hiçbir şekilde hedefi on iki noktasından vurma olasılığı bulunmayan ama yine de elinden geleni yapan bir okçu gibidir. Oku gittikçe hedefe doğru yaklaştırabilir ancak hiçbir zaman tam on ikiden vurma gibi matematiksel, mutlak bir kavram ve kesinlik yoktur. Hedefe doğru ok atıyordur, çünkü elindeki söz konusu kavramı Kuran ölçütlerine göre ölçmek istiyordur. Ancak hiç kimse gibi onun da hedefi on ikiden vurmak, yani tam olarak Kuran’ı doğru şekilde yorumlamak, elindeki ilkeleri, değerleri mutlak Kuran katında değerlendirmek gibi bir şansı yoktur. Çünkü hedef, on ikinin kendisidir, Kuran’ın kesinliğidir, Kuran’ın mutlak manasıdır, atılan ok hedefi hedeflese de ancak yaklaşmak yani Kuran’ın daha doğru bir yorumuna ulaşmak şansı vardır. Hedefi mutlak manada vurmak şansı değil. On ikiden değil. Zaten bütün ilahi hedefleri on ikiden vurarak her şeyi açıklayacak bir elçi veya melek olsaydı, Kuran’ın indirilmesine gerek kalmazdı. Kuran’ın kendisi, bu anlamda sınavın ana tezi ve hedefin on iki noktasıdır. İnsanlar onu yorumlarken yalnızca ona
273
yaklaşabilir veya uzaklaşabilirler ancak hiçbir zaman Kuran’ı kuşatamazlar. İnsanların hangi konuda ne kadar doğru yorum yaptığı, Kuran’ın mutlak manasına ne kadar yaklaştıklarıyla doğru orantılıdır. Ve işte bu yüzden Kuran’ın yorumları, anlaşılma biçimi belirli sınırlarla sınırlandırılamaz, belirli kişilerin hükmüne bırakılamaz ve belirli kişi veya kurumların denetimine verilemez. Ve işte bu yüzden Kuran’ın asıl tefsircisi insan değil, zamandır. Geçmişten geleceğe doğru akan ve kıyamet zamanı, Kuran’ın anlattığı olacak olanlara şahitlik edildiğinde, o olacak olanları anlatan ayetlerin mutlak anlamlarının nerelere denk düştüğünün anlaşılacağı zaman. Din günü kavramının ve bununla birlikte Kuran’ın sayısız birçok tanımının ne demek olduğunun anlaşılacağı zaman.
Kuran’sal laiklik kavramının “Allah birdir ve O’ndan başka ilah yoktur” ifadesinin, Arapça deyişin Türkçe harfleriyle ifade ettiği tanıdık “La ilahe illallah” şehadeti/besmelesi kavramlarının ne manaya geldiğini işte şimdi sorgulamaya başlayalım.
“Allah’tan başka ilah yoktur”, “La ilahe illallah” evrensel kanunlarının belirlediği evrensel ilkelere göre;
-Yeryüzünün Kuran öncesi mescidi Mescid-i Aksa, Kuran sonrası mescidi, Mescid-i Haram’dır. -Yeryüzünün bütün yemişleri ve bitkileri bir tek suyla sulanır. Buna rağmen her biri farklı renk, tat, doku ve yapıda yaratılmıştır. -Yeryüzünün bütün durgun ve akan suları Abese suresinin 25-32 ayetlerindeki milyonlarca yıl süren
“Biz suyu döktük de döktük. Sonra yeryüzünü yardık da yardık.
274
Ardından orada daneler bitirdik. Üzümler, yoncalar, Zeytinlikler, hurmalıklar, Gür çimenli, bol ağaçlı bahçeler, Meyve, otlak/sebze. Sizin ve hayvanlarınızın yararına.”
oluşumunun anlattığı küresel evrimin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Hayatın bitkisel altyapısının da su kaynaklı olduğu yukarıdaki ayetlerde kayıtlıdır.  -Matematik biliminde tanımsal kavram 22/7 olarak ifade edilen pi sayısı, bilinen onlarca, yüzlerce ve hatta bilinmeyen on binlerce bilimsel denklemin ana temalarından biri olmakla birlikte bu sayı 22/7 olarak ele alınmayıp, 3 veya 3,14 gibi bir rakama yuvarlanırsa, o denklemin mutlaklığı da sona erer. Dünyanın şu andaki süper bilgisayarlarının hesaplayamadığı bir bölme işlemi olan 22/7 bu manada çok büyük bir olasılıkla sonsuza ıraksar. Şu halde pi sayısı belki hiç şu ana kadar Kuran’daki varlığı bulunamayan ama bir şekilde var olan bir kavram olarak 22/7 ile tanımlanır. Bu sayıyı daha rahat kullanılabilir konuma getirmek adı altında tanımsal kavramı 22/7 den değiştirmek, sayının kendisini ve bilimsel olarak ifade ettiği değeri değiştirmektir. Eğer aralarında 45 milyon ışık yılı olan iki yıldızın birbirlerine bağlı olan bir çeşit uyarılma denklemi 36 ayrı değişkene bağlı olmakla birlikte, pi sayısının bir çeşit kullanımına da bağlıysa, burada pi sayısının değeri “La ilahe illallah” ilkesinin belirlediği 22/7 mutlak sabitidir, herhangi bir yuvarlanmış sabit değil. Burada pi sayısının değeri evreni yaratan kudretin evren için belirlediği 22/7 olmakla birlikte, bu değer de evren kanunları içinde geçen, belki on, belki yüz milyarlarca farklı sabit ve değişkenlere bağlı bağlantılılıklar sistemi içinde Alemlerin
275
Rabbi İlahi Kudret’in belirlediği bir bağlantılıklar sisteminin bir parçasıdır. -Suyun donma derecesi 0 olup, bilimsel hipotezler kurmada, problemler ortaya koymada ve çözüm yolları aramada bu değer 0’dan farklı alınırsa bütün o bilimsel denklemlerin, problemlerin ve hipotezlerin bilimselliği ortadan kalkar. Bunun sebebi İlahi Kudret’in su hakkında belirlediği donma değerinin 0 ile sabitlenmiş olmasıdır. Bu anlamda şunu söyleyebiliriz ki evrende bulunan bilimsel bağlantılılıklar sistemi içinde, bilinen ve bilinmeyen belki yüz milyarlarca hatta daha ötesi formül, denklem ve tanımlar “Allah’ın birliği” ilkesinin ilmi kullanan kullar için kullar dünyasına haykırılmasıdır. “La ilahe illallah” ilkesinin, “O’ndan başka ilah olmadığı” ilkesinin… -Kuran’a göre insanlar arasındaki tek üstünlük ölçütü yalnızca Allah ile kul arasında olan ve kul ile kul arasında bilinmeyen “takva” ölçütüdür. İnsanların ne kadar zengin, yakışıklı, ilim sahibi, mal sahibi, tecrübeli, gezgin, konuşkan olması tek başına yeterli olmamakla birlikte, imandan kaynaklanan iç huzuru, teslimiyet, vericilik, çalışkanlık, ve bir çok konuyu içine alan “takva”, ölçüt olarak yalnızca Allah tarafından belirlenebilir. Ve bu anlamda yalnızca Allah ile kul arasındadır, bu konudan kulu itibarıyla haberdar olan da yalnız Allah’tır.  İşte bu yüzden “Allah’tan başka ilah yoktur”, “La ilahe illallah” tezine göre “takvanın” ölçülerini, derecelerini ve her farklı kişi ve o kişinin sahip olduğu şartlar, değerler sistemi açısından ölçütünü, seviyesini belirleyen ve bu anlamda kullarına dereceler bahşeden de yalnız Alemlerin Rabbi Allah’tır. -Allah’ın Kuran aracılığıyla bildirdiğine göre Kuran’ın zekat konusundaki ölçütü Nahl suresi 71. ayete göre belirlenmiştir.
276
“Allah, rızıkta kiminizi kiminize üstün kılmıştır. Kendilerine fazla verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere aktarıp da hepsi onda eşit hale gelmiyor. Allah’ın nimetini mi inkar ediyor bunlar?”
Allah katında geçerli olan ve Kuran aracılığıyla bildirilen gerçek zekat, zenginin fakire vererek rızıkta hepsinin “eşit” hale gelmesidir. Bir tıp profoserü sahip olduğu konum nedeniyle, fazla gelir sahibi olabilir, ancak o da üniversitede okumaya çalışan bir yetime yardım etmelidir. Elbette ki siz şu anda bu konu eğer eşit hale gelirse diye dehşete düşebilir ve bu ölçütün çok fazla olduğunu söyleyebilirsiniz. Fakat Kuran’ın kurmak istediği idea dünyası aynı her birinin geliri ve gideri farklı olmasına rağmen, sürekli eşitlenen ve sürekli genel kalkınma seviyesi artan, 6 milyar boruya sahip (dünya nüfusu) bir U borusu sisteminde bütün insanlığı rızık, nimet, imkan ve gelir açısından eşit hale getirmek ve aynı anda kalkındırmaktır. Bu Kuran’ın ütopik dünyasıdır ve Kuran bu ütopyanın gerçekleştirilmemesini, Allah’ın nimetlerini inkar sayar. Çünkü Allah’ın yeryüzündeki nimetleri insan toplumunun gereksinimlerinden çok daha fazla ve bol bol artacak derecededir. (Bakınız: Rahman suresi) Bu anlamda “Allah’tan başka ilah yoktur” ya da “La ilahe illallah” ilkesi, insan deviniminin, yeryüzündeki gelir adaletsizliği gerçeğini görme ve isyan edip Kuran’sal ekonomik, adalet, sosyolojik yapıları kurma ilkesine göre çalışır. Ayet burada bir uyaran ve Kuran ütopyasının ne boyutlarda olduğunu gösterme konumundadır. Kaldı ki, ahrette inananlar için hazırlanan cennet bahçeleri de bütün inananlar için; aynı yeşillikler, güzellikler, akıp dökülen sular, ırmaklar, meyveler içindedirler. Asıl ütopya bütün iman edenler için cennette ve sınırsız olarak…İşte aslında Kuran
277
diyor ki, bunu dünyada uygulayın… Kitlesel çalışma ve üretme çabalarınızın karşılığı olan nimet, değer, rızıkları kiminiz az da üretse, kiminiz çok da üretse, kiminiz hatta hiç üretmese de, bütün topluma yayın. Bu takdirde insanlar sistem için değil, sistem insanlar için çalışacak, eğer bir kişi doktor olarak en büyük katkıyı verebiliyorsa, o şekilde verecek, bir başkası, hademe olarak en büyük yararlılığı gösteriyorsa o şekilde gösterecektir. Asıl olan kamunun yararına en büyük katkıyı yapmak, ama bunu yaparken kapitalizmin insanlara yaptığı gibi, insanlıktan çıkmamaktır. Toplumsal nimet, rızık paylaşımı ve toplumsal kalkınma böyle olur. Bir çita performansını hız konusunda verecekse, bir tavşan da koku konusunda verecektir. Hatta her ikisine de muhtaç olan bir felçliye de her ikisi de yardım edecektir. Ve bu sistem öyle bir kurulacaktır ki sonuçta her üçünün elde ettiği rızık, imkan ve nimet aynı olacaktır. Kuran’ın ütopyası budur. Ancak benim de bildiğim üzere pek çok insanın kalbi daha bu satırları okurken isyan edecektir. Ancak bildiğim kesin gerçek Allah’ın rahmetinin, insanların ego, günah ve hainliklerinden çok daha fazla ve kuşatıcı olduğudur. Asıl olan insanların çita, aslan, ceylan, sincap gibi değişik hız yeteneklerinde olduğu bir yarışta, hepsini aynı koşullarda yarışa sokup hep yarışı ve ödülü, eti çitanın kapması değil, çitanın hız, aslanın güç, ceylanın sezgi, sincapın kemirme yeteneklerinden yararlanarak her insanın kendi bireysel faydasını ekonomiye kazandırmaktır. Vahşi kapitalizmi yarışın sonuna parayı, yarışın konusuna hızı koyar ve sürekli çitayı kazandırır. Kuran ekonomisi her insanın farklılıklarını göz önüne alır, ödül herkesin üzerine düşeni yapıp topyekün kalkınmanın sağlanmasıdır. Yani bu anlamda İlahi Kudret’in Kuran’sal laiklik ilkesi olduğunu farz edersek, bu ilkeye göre zekat ve zenginin fakire yardımı olgusunun sonuçlanma noktası, herkesin, bütün
278
dünyanın eşit nimet, gelir ve imkana sahip olacağı bir “bir” olma anıdır. Şu halde insan ırkının paylaşma, yardım ve farkında olma yetenekleri, egoları ve bakış açısı, hiçbir zaman Alemlerin Rabbinin insanda görmek istediği olumluluk, yeterlilik seviyelerinde olamayacaktır. İşte bu kanıt bile Alemlerin Rabbinin tekilliği, uluhiyet, azamet, kudret ve merhamet vasıfları açısından gerçekten ne gibi yücelik boyutlarında tanımlanabileceğini ispatlar.
“O’nun arşı da su üzerinde idi”
ayeti bu konuda bir başka ispattır. Şu halde Kuran’sal laiklik dediğimiz şey yeryüzünde Kuran’ın mutlak manası dışında bir gerçeğin olmadığı, Kuran’ın anlattığı Alemlerin Rabbi’nin ise bütün sıfatları bakımından sonsuz kavramıyla nitelendiği için hem düşünülemeyecek, ulaşılamayacak kadar yüksek hem de Kuran’da kendisini, kendisinin ifade ettiği kadarıyla
“Kullarım sana benden sorarlarsa, ben, Karib’im, gerçekten çok yakınım. Dua edenin çağrısına, bana çağırıp yakardığı anda cevap veririm. Hadi, onlar da bana karşılık versinler, bana inansınlar ki, doğruyu ve güzeli bulabilsinler.” (Bakara 186)
kadar yakın bir Rab olduğudur. Şu halde sonsuzluğu ve sonsuzluk kavramının boyutları tarafından temsil edilen bir Rabbin, kendini yakın ve Karib, insanın en yakın dostu olarak nitelendirdiği ve insana yardım kapılarını onun zalimliğinden, tövbe etmesinden ümit kesmedikçe kapatmadığını bildirdiği bir kitabın ve o kitabın dininin mensubu olmak, yaşamsal olasılıklar açısından ulaşılabilecek uç noktadır. Ve eğer biz bu
279
anlamda kendimizi yıkılmak üzere olan bir gecekonduda yaşıyor sanırken / din, Kuran ve Allah algımızın, bizi neredeyse terk ettiğini sanırken, kendimizin ve her birimizin aslında birer sarayda, bahçeler, ırmaklar, akıp dökülen sular içinde yaşadığımızı anlamak / Kuran’ın mutlak manasını anlamak, anlayamasak bile anlamaya çalışıp, oradan Allah’ın birliği inancına ve Allah’tan başka ilah olmadığına, kıyamete, ahrete iman etmek, oradan / Kuran’dan Allah’ı tanımaya çalışmak, 60-70 yıl ortalama yaşam süreci olan bir dünyada, bu zaman sınırlılığı içinde bulunması, yaşanması ve bizzat gerçek manada tanık olunarak şahitlik edilmesi, insan denilen yaratılmış açısından bir onur ve şeref haline gelmiş gerçeklerdir.
BİR YANLIŞ ANLAŞILMA! ALLAH’IN AFFI MI? ONDAN BUNDAN ŞEFAAT DİLENMEK Mİ?     ŞEFAAT KAVRAMI  Bu bölümde bütün İslam alemince yanlış anlaşılan bir konuya değinmek istiyorum. Şefaat kavramının ilahi af boyutu ele alındığında nereye konulduğunu, Allah’ın affı ve rahmeti varken, Allah’ın izni dahilinde olmak üzere ve şartıyla neden seçkin kullarca kotarılan şefaat kavramının sanki bir ek af mekanizması gibi ortaya konulduğunu inceleyeceğiz.   Şimdi konuya başlarken şu gerçeği en baştan ortaya koyalım. İnsanlar Allah’ın yaratım kanunlarına karşı günah işlerler, bu kanunlara aykırı düşünce ve davranışlarda bulunurlar ve bu yüzden kendi günahlarından dolayı yalnız ve yalnız Allah’a karşı sorumludurlar ve bu anlamda yalnız O’ndan af dilemek ve O’nun tarafından affedilmek umudu beslemek durumundadırlar.  Şu halde Kuran’da yer alan:
280
“Kimsenin kimse yerine bir şey ödeyemeyeceği, kimseden fidye kabul edilmeyeceği, şefaatin kimseye yarar sağlamayacağı ve onların hiçbir yardım göremeyecekleri o günden sakının!”  “O’nun huzurunda, bizzat O’nun izni olmadıkça, kim şefaat edebilir!”  “Rablerinin huzurunda haşredileceklerinden korkanları, o vahiy ile uyar ki, korunabilsinler. Onların, O’ndan başka ne bir dostu vardır ne de şefaatçisi.”  “Dinlerini oyun ve eğlence haline getirmiş, iğreti yaşantı kendilerini aldatmış olanları bırak da o Kuran ile şunu hatırlat: Bir kişi, kendi elinin üretip kazandığına teslim edilirse onun, Allah dışında ne bir dostu kalır ne de şefaatçisi. Her türlü fidyeyi verse de ondan kabul edilmez. İşte bunlar, kazandıklarına teslim edilmişlerdir. Nankörlük ettiklerinde ötürü onlar için kaynar sudan bir içki ve korkunç bir azap vardır.”  “Yemin olsun, sizi ilk yarattığımızdaki gibi yapayalnız / teker teker bize geldiniz. Size verip hayaline daldırdığımız şeyleri de sırtlarınızın arkasına bıraktınız. Sizinle ilgili hususlarda ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda görmüyoruz. Yemin olsun, koptu aranızdaki tüm bağlar ve uzaklaşıp kayboldu yanınızdan o bir şey sandıklarınız!”  “Yemin olsun ki, biz onlara, ilme uygun biçimde, ayrıntılı kıldığımız bir kitap getirdik. İnanan bir topluluk için bir kılavuz, bir rahmettir o.  Onun yalnız tevilini gözetirler. Onun tevili geldiği gün, daha önce onu unutanlar şöyle derler: “İnan olsun, Rabbimizin resulleri gerçeği getirmişler! Acaba bizim için şefaatçiler var mı ki, bize şefaat etsinler; yahut daha önce yaptıklarımızdan başkasını yapalım diye geri gönderilebilir miyiz? Öz
281
benliklerini hüsrana ittiler. İftiralarına alet ettikleri, onlardan uzaklaşıp kayboldu”  “Şu bir gerçek ki, sizin Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arş üzerinde egemenlik kurup iş ve oluşu çekip çeviren Allah’tır! O’nun izni olmadıkça hiçbir şefaatçi devreye giremez. İşte bu Allah’tır sizin Rabbiniz. Artık O’na ibadet edin! Düşünüp anlamıyor musunuz?”  “Allah’ın yanında bir de kendilerine zarar veremeyen, yarar sağlayamayan şeylere kulluk ediyorlar ve şöyle diyorlar: “Bunlar bizim Allah katındaki şefaatçilerimizdir.” De onlara: “Allah’a göklerde ve yerde bilmediği şeyleri mi haber veriyorsunuz? Şanı yücedir O’nun, ortak koştuklarından arınmıştır O!”  “Gün olur, o sakınanları biz, Rahman’ın huzurunda heyet halinde toplarız.  Suçluları da susuz ve yaya olarak cehenneme sevk ederiz.  Rahman katında söz almış olandan başkaları şefaat imkanı bulamazlar.” “O gün, şefaat yarar sağlamaz. Ancak Rahman’ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimse müstesna. Onların önden gönderdiklerini ve arkada bıraktıklarını bilir, ama onlar O’nu ilimle kuşatamazlar. Bütün gözler o Hayy ve Kayyum önünde yere inmiştir. Zulüm taşıyan perişan olup gitmiştir.” “O, onların önlerindekini de arkalarındakini de bilir. Onlar O’nun hoşnutluk verdiklerinden başkasına da şefaat etmezler. Ve onlar O’nun korkusundan titrerler.” “Yalnız temiz bir kalple Allah’a varan kurtulur. Cennet takva sahiplerine yaklaştırılır. Cehennem de şımarıp azanların karşısına getirilir. Denir ki onlara: “O ibadet ettikleriniz nerede? Allah’ın dışındakiler, size yardım ediyorlar mı? Peki, kendilerine yardımları dokunuyor mu?”
282
Ardından onlar ve öteki azgınlar cehennemin içine tıkılmıştır.  İblis orduları toplu haldedir.  Onun içinde birbiriyle çekişirken şöyle derler:  Vallahi, biz açık bir sapıklığın ta içindeymişiz!  Çünkü biz sizi alemlerin Rabbiyle aynı düzeyde tutuyorduk.  Bizi saptıran, o suçlulardan başkası değildi.  Artık ne şefaatçilerimiz var.  Ne sıcak-samimi bir dostumuz.  Keşke bir dönüşümüz daha olsaydı da müminler olabilseydik!  Kuşkusuz, bütün bunlarda mutlaka bir ibret vardır. Ama onların çoğu müminler değil.  Ve kuşkusuz, senin Rabbindir o mutlak Aziz, mutlak Rahim!”  “Allah’tır ki, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yaratmış, sonra arş üzerinde egemenlik kurmuştur. O’nun dışındakilerden size ne bir dost vardır ne de bir şefaatçi. Hala düşünüp ibret almayacak mısınız?”   “De ki, “Allah dışındaki o bir şey sandıklarınızı çağırın / onlara yalvarın! Ama onlar, göklerde de yerde de zerre kadar bir şeye sahip olamazlar. O göklerde ve yerde onların ortaklığı da yoktur. Ve O’nun onlardan bir destekçisi de yoktur.  O’nun katında, bizzat kendisinin izin verdiği kimseden başkasının şefaati / kendisinin izin verdiği kimseden başkası için şefaat yarar sağlamaz. Sonunda, kalplerinden korku giderilince, “Rabbiniz ne dedi?” derler. “Hakkı söyledi”, derler. “O’dur Aliyy, O’dur Kebir.”  “Beni yaratana ne diye kulluk etmeyecekmişim ben? Ve sizler de O’na döndürüleceksiniz.  O’nun berisinden tanrılar mı edineyim ben? Eğer Rahman bana bir zorluk / zarar dilerse onların şefaati benden hiçbir şeyi savamaz; beni kurtaramazlar.”
283
“Yoksa Allah’ın berisinden şefaatçiler mi edindiler? De ki, “Onlar hiçbir şeye sahip olmayan / hiçbir şeye gücü yetmeyen, aklını da işletmeyen varlıklar olsalar da mı?  De ki “Şefaat tümden ve sadece Allah’ındır! Göklerin ve yerin mülkü / yönetimi O’nundur. Sonunda O’na döndürüleceksiniz.”  Allah yalnız başına anıldığında, ahrete inanmayanların kalpleri nefretle ürperir; O’nun berisindeki, ilahlaştırılmış kişilerle birlikte anıldığında ise hemen müjdelenmiş gibi sevinirler.”  “Onları, yaklaşan felaket günü hakkında uyar! Yürekler gırtlaklara dayanmıştır; yutkunurlar. Zalimlerin ne bir dostu vardır ne de sözü dinlenir bir şefaatçileri.  O bilir gözlerin hain bakışını ve göğüslerin sakladığını.”  “O’nun berisinden yakardıkları, şefaate sahip olamaz! Hakka tanık olanlar müstesna. Onlar, ilimden nasiplenmekteler.”  “Göklerde nice melekler var ki, şefaatleri hiçbir işe yaramaz. Allah’ın dilediği ve hoşnut olduğu kimseler için izin vermesinden sonraki durum müstesna.”  “Sizi sekara sürükleyen nedir?  Cevap verdiler: “Namazı / duayı yerine getirenlerden değildik”  Yoksulu yedirip doyurmuyorduk.  Boş lakırdılara dalanlarla dalar giderdik.  Din gününü yalanlıyorduk.  Nihayet tartışılma ve karşı çıkılmaz bilgi önümüze dikildi.  Artık yarar sağlamaz onlara şefaatçilerin şefaati.  Ne oluyor onlara da öğüt verip düşündüren kitaptan yüz çeviriyorlar?  Sağa sola kaçışan yaban eşekleri gibidirler.  Arslandan ürkmüşlerdir.
284
İçlerinden her kişi de istiyor ki, kendisine açılıp saçılmış sayfalar verilsin.  Hayır, öyle şey olmaz! Doğrusu şu ki ahrette korkmuyorlar.  Hayır, iş sandıkları gibi değil! O bir öğüt verici, bir düşündürücüdür.  Dileyen düşünür onu, öğüt alır.  Ve onlar, Allah’ın dilediği dışında, öğüt alamazlar. Sakındırmaya ve affetmeye ehil olan O’dur.”
Kuran ayetlerinde şefaat başlığı altında kısa bir inceleme yaptığımızda önümüze serilen ayetlerde açıkça göreceğimiz gibi, Allah, indirdiği vahiyde şefaat, şefaatçi aramak, şefaatçi edinmek, Allah’ın yanında şefaatçiler olarak devreye girenler gibi pek çok kavramı Allah’a ortak koşmak olarak değerlendiriyor. İslam dünyasında müslümanların yine genel bağlamda Kuran’sızlıktan, Kuran’a başvurmamak ve Kuran’ı sadece kutsal kitap olarak kabul etmekle yetinmekten  kaynaklanan cahilliklerinden biri olarak daha önceki putperest toplumların yaptığının benzeriyle bir takım inanılan kişileri, değerleri ve hatta peygamberleri Allah katında şefaatçi sanmak ve onlara dua etmek, onlardan şefaat dilenmek, ve hatta peygamberlere ve ermiş sanılan kişilere dua etmek ve onlardan şefaat dilenmek, Allah’ın kendilerini onların şefaatine nail etmesini dilemek ve bu konuda onları Allah’ın mutlak hakimiyeti ve egemenliği dışında tek ve tam sorumlu gibi görmek, Allah katında şirk olarak nitelendirilmektedir.  Bu konuda şefaat dilenmek kavramının insanları cehennemden başka nereye götürdüğünü uzun uzun anlatmayacağım, Kuran’sız ve Allah’ın birliğine dayanmayan din ne ise, Allah’ın af ve takdiri dışında şefaat de odur. Yani böyle bir şey olasılıksızdır.
285
Dikkat ederseniz Kuran şefaatle ilgili ayetlerinin % 95 inde şefaat konusunun bir ortak koşma ve Allah’ın birliğinden ayrılma vesilesi olduğunu bildiriyor. Kalan % 5 inde ise Allah’ın hükmü altında gerçekleşen şefaatin koşularını belirtiyor. Yani nedir bu koşullar? Allah’ın dilemesi dışında şefaat diye bir şey söz konusu olamaz ve O’nun izni dışında hiçbir şefaatçi devreye giremez. Hatta “Göklerde nice melekler var ki şefaatleri hiçbir işe yaramaz” ayeti kimi insan gruplarının ahrette karşılaşacağı dehşet pozisyonlara karşı insandan çok daha kudretli varlıkların bile devreye girmek isteyeceklerini buna karşın onların zalimlikleri ve içine düştükleri durum sebebiyle yaptıklarının karşılığını göstere göstere ödeyeceklerini belirtir.  Kuran şefaat edebilme yetkisine sahip olan dört varlık grubu tanımlamaktadır, Allah’ın dilemesi ve hakkında izin verdiği kişiler için. O’nun katındaki kudretliler, melekler, peygamberler ve ilimden nasiplenenler. Burada ilimi Kuran olarak almak gerekiyor. Fakat şefaat edebilen nasipli ve rahmetli varlık gruplarından her birine hiçbir ayrım yapmaksızın, hatta onların adını bile belirtmeksiniz. “O’nun izni olmadıkça hiçbir şefaatçi devreye giremez” ayetini otomatik olarak ekliyor.  Şimdi şunu tartışalım. Eğer af ve bağışlanma, rahmete nail olma, merhamet görme gibi kavramlar varsa bütün bunlar Allah’ın affı ve merhameti sayesinde gerekli ve yeterlidir. Yani insanın dünya hayatında Allah’tan af ve merhamet dilemesi, O’nun rahmetine nail olmaya çalışması ve O’na yaraşır, vakarlı bir kul olarak hayatını geçirip bir şekilde sonlanmaya çalışması, O’nun affedilmesi, günahlarının bağışlanması ve hatta “Onlar için orada diledikleri her şey var. Katımızda ise dahası var” gibi nice ayetlerle lütufların gözleri önüne sergilenmesi için yeterlidir. Yani amaç varlık Allah’tır. Peygamberler veya veliler değil. Biz, bizi yaratana ve sonsuz
286
merhametini bize vaat edene kulluk etmeye çalışıyoruz, O’nun dışındakilere değil.  Peki sadece Kuran’da bir olasılık fonksiyonu olarak ele aldığım içim söylüyorum. Şefaat kavramı neden var? Yani bütün af, rahmet ve merhamet yetkisi O’ndayken, O bir şekilde bu yetkiyi mutlak manada kendi kontrolünde kalmak üzere bir şekilde şereflendirmek istediği ya da kendilerine değer verdiğini hissettirmek istediği kullarına, geçici ve sınırlı bir görev olarak veriyor. Yani burada bir mantık hatası yok mu?  Burada yine Kuran mantalitesinin mükemmelliği ve Kuran’ın derinliği karşımıza çıkıyor.  Allah’tan af dileyen, O’nun rahmet ve merhametine nail olan, günahlarından arınmayı dileyen, tövbe edebilen hayırlı ve seçkin kullar, Allah rahmetine ve affına nail oluyorlar.  İşte Allah öyle bir kul-affolma mantığı yaratmış ki, O’nun direkt olarak affına nail olma seçeneğini hak etmemiş kullar ise bir çeşit ikinci dereceden affa uğruyorlar. Yani bu noktada yine yalnız Allah’ın emri, izni ve dilemesi ile O’nun atadığı seçkin kullar zümresi devreye giriyor ve şefaat mekanizması devreye giriyor. Yani bu bir nevi ikinci dereceden ve kınanmış bir af. Ve denmek isteniyor ki affa uğradınız ama durumunuz bu, hesabınızın durumunu, neyi neden doğru veya yanlış yaptığınızı tekrar düşünün.  Yani bu anlamda şefaat mekanizması direkt olarak Allah’ın affına nail olma yetisi bulunmayan, O’nun rahmeti ve merhametinden bir miktar sapmış, zulme bulaşmış ama yine Allah’ın birliğine ve ahrete inanan kullar için işleyen bir dolaylı yoldan uyarı ve hallerinin ortaya konulma durumudur.  Bu anlamda ne bu dünyada, ne ahrette yukarıdaki ayetlerin tamamında belirtildiği gibi şefaat için birilerine yakarılma, yalvarılma, çağrıda bulunma gibi bir hak kimsede
287
yoktur. Bunu yapanların cehennemdeki halleri ayetlerde sergilenmektedir. Ve çünkü bu bir tür ortak koşmadır.  Alemlerin Rabbi, birliği, vahdeti, kudreti, merhameti ve bütün olanca Rahmani vasıflarıyla, gökler, yerler ve bunlar arasındakiler için tek tanrıdır. O’nun yanına konulmak istenenlerin O’nun açısından bir hükmü yoktur. O yalnız kendisine kulluk edilmesini ve affedici, merhamet edici, bağışlayıcı olarak yalnızca kendisinin kabul edilmesini ister.  ÇÜNKÜ O ALEMLERİN RABBİDİR. BU YÜZDEN KULLUK ETME-EDİLME İLİŞKİSİ AÇISINDAN KULU İLE KENDİSİ ARASINA KİMSENİN GİRMESİNİ VE KENDİSİNE BU BAĞLAMDA ORTAK KOŞULMASINI İSTEMEZ.
KURAN’SAL EVRİM
Ben burada evrim, insan, Allah’ın halifesi ve bütün bu süreçleri, bu süreçler sonrasında ortaya çıkacak ana fikri mümkün olduğu kadar az yorumla ortaya koymak istiyorum. Bir kere Kuran’ın dil, ırk ve renk konusundaki evrensel ayeti Rum suresi 22. ayettir. Ayeti başından ve sonuna kadar olan ayetlerle birlikte ele alırsak, Rum 19-23:
“Diriyi ölüden çıkarır O, ölüyü diriden çıkarır. Ölümünün ardında toprağa hayat verir. Siz de işte böyle çıkarılacaksınız.  Onun ayetlerinden biri de sizi, topraktan yaratmış olmasıdır. Sonra siz, bir insan türü oldunuz, her tarafa yayılıyorsunuz. (20)(evrim hakkında) Onun ayetlerinden biri de, kendilerine ısınasınız ve aranıza sevgi ve rahmet koysun diye nefislerinizden sizin için eşler yaratmasıdır. Bunda, iyice düşünen bir toplum için elbette ayetler vardır.
288
Göklerin ve yerin yaratılmasıyla, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun ayetlerindendir. Bunda, ilim sahipleri için elbette ibretler vardır. (22)(evrimin süreç olarak nasıl işlediği) Gece ve gündüz uyumanız, O’nun lütfundan nasip aramanız da O’nun ayetlerindendir. Bunda, işitebilen bir toplum için elbette ibretler vardır.”
Buna benzer olarak Kuran yeryüzündeki yemişleri, meyveleri ve bitkileri örnek gösterir. Bunların hepsinin ayrı, tat, doku, yapısı, rengi olmasına rağmen bir tek suyla sulanırlar der ve aslında bu, bütün insanları yaratanın aynı Rab olduğu düşünüldüğünde, büyük bir ibrettir. Bu anlamda 22. ayette “Göklerin ve yerin yaratılmasıyla, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun ayetlerindendir. Bunda, ilim sahipleri için elbette ibretler vardır.” denmesi, yeryüzündeki meyve, bitki kozmosunun, tek bir yapıdan çeşitliliğe doğru akan bir süreç için aynı su ile sulanması, yani bir anlamda aynı Rab tarafından gıdalandırılması ve bu yapının, bitki çeşitliliği kozmosunun oluşması sürecine giderken bir evrim sürecini işaret ettiği gerçeği de açıkça anlaşılmaktadır. Yani Kuran bitkisel evrimin anahtarını vermiştir. Aynı şimdi vereceklerim gibi, basitten karışığa, çeşitliliğe… İnsanın topraktan yaratılmış olup, daha sonra bir insan türü halinde, dünyanın her tarafında yayılan bir varlık hale geldiğinin anlatılması, yukarıdaki 20. ayette topraktan yaratılıp evrilme sürecinin, Kuran’daki en bariz anlatılma biçimlerinden biridir. Ayetteki “bir insan türü oldunuz” tanımı, evrim sürecinde insanın, kendisine benzer varlıklarla karıştırılabileceği ve aynı zaman ve mekanda, insana benzer hayvani varlıkların da bulunduğunun bizzat Kuran tarafından dile getirilişidir. Ve şu da bir gerçek ki evrim sürecinde insan
289
ve insana benzer iki kollu, iki ayaklı varlıkların birbirinden ayrılma problemi evrim bilimcilerin en ciddi problemlerinden biridir. Kuran açısından bakıldığında ben şunu görüyorum. Evrim sürecinde insanla birlikte iki ayaklı, iki elli, kollu insana benzer yapılar vardı birlikte. Ancak ben bu problemin “Allah’ın Kuran’daki Bakara suresindeki ve benzer konuyu ele alan surelerdeki, Adem’in içine öz ruhundan üfleme ve Adem’e bilinç kazandırma olayından itibaren, insanın bilinçli bir varlık haline gelip toplu bir soy olarak cennete alınıp, yine Bakara suresindeki malum yasak ağaçtan yeme hadisesinden sonra dünya arenasına dönüş sürecinin ortaya çıkarılması olduğuna inanıyorum. Kaldı ki Allah’ın “Ben yeryüzünde bir halife atayacağım” sözünde atamak kavramı, zaten yeryüzünde varlığını sürdüren bir varlığa öz ruhundan üfleyeceği ve ona bilinç kazandıracağı manasına gelmektedir. Ve şu da doğrudur ki meleklerin “Orada bozgunculuk etmekte olan, kan döken birini mi atayacaksın?” şeklinde ifadesi, insanın o sürece kadar çok vahşi bir yapısı olduğunu bildirmektedir. Ve bir de şu anlaşılmaktadır ki daha önce de açıkladığımız şekilde hayvan, bitki ve insan varlık sınıflarının suda başlayan evrim süreçleri, sürekli alt dallara özelleşen yapılar halinde gelişmiş, insan yapısının birkaç tür olduğunun ifade edilmesi, aynı zamanda bunu da gösterir, yeryüzündeki bitkilerin, meyvelerin çeşitlenmesi de bunu gösterir. İnsanın fiziksel evriminin sanırım artık insana normal insana en çok benzeyebildiği noktada Allah’ın “Ben yeryüzünde bir halife atayacağım” vahyi vuku bulmuştur. Kaldı ki bu halifenin, Allah’ın kendi içine öz ruhundan üfleyip bilinç kazanmasından sonra, iman, bilinç ve ilimsel kavramları öğrendikten yeryüzüne, yeryüzünün efendisi olarak gönderilip, adaleti, dengeyi, barışı sağlayacağı yerde, hangi denklemin sonucu olarak cennete konulup “Sen burada ne susayacak ne güneşten yanacaksın” ifadesiyle yasak ağaç uyarısı yapılıp, o
290
uyarının ifade ettiği sınav konusunda başarısız olup toplu halde “Kiminiz kiminize düşman olarak aşağı inin. Benden kime bir yol gösteriş ulaşır da, o bu yol gösteriş uyarsa, onun için bir korku yoktur” vahyiyle, Allah’ın dünyada yeni bir sınav tanımlaması, incelenmesi gereken çok önemli ve bel kemiği konulardır.  Yani dünyada hayvan pozisyonunda, fiziki evriminin son aşamasında, zalim ve vahşi bir insanın içine Allah öz ruhundan üfleyip ona bilinç, iman ve ilim kazandırıyor. Fakat insanın “dünyada!” halife olarak görev yapıp dengeyi sağlayacağı öngörüleceği halde, hah şimdi anladım… şu anda aklıma geldi. (kendi kendime konuşma) Tam da insan bilinç, iman ve ilim kazanmış haldeyken şeytanın “Adem’e secde edin!” emrine isyan etmekle birlikte,  “Eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, onların tümünü saptıracağım. Senin içi dışı bir, riyaya sapmamış kulların hariç!” narası daha doğrusu helak öncesi son erteleme çığlığı duyuluyor. Allah ise buna, “Süre verilenlerdensin, bilinen vaktin gününe kadar…” şeklinde cevap vererek O’nun açısından tam da o konumda, o cevapta ortaya koyduğu yücelik boyutlarında insanların ve alemlerin gözü önündeki restini sergiliyor ki ben bu rest ve cevaptaki sergilenen yücelik boyutlarında bazı şeyleri sezgisel olarak anlayabiliyorum, ama yazamıyorum ya da dile getiremiyorum. Allah’ın, algılanan yüceliğine, değerine zarar vermemek açısından ve tam olarak tanımlayamadığım için. Çünkü buradaki olay çok başka… Hemen ardından Adem ve eşine onların “dünyada” tekamüllerini devam ettirmeleri beklenirken, Adem’e şöyle deniliyor: “Ey Adem, sen ve eşin “cennette” yerleşin ve orada dilediğiniz yerde bol bol yiyin. Ama şu ağaca yaklaşmayın, sonra zulme sapanlardan olursunuz.” deniliyor. Yani Adem ve eşi (diğer insanların toplu halde onları takip ettikleri düşünülmekle birlikte) cennete alınıyor, ve bu sefer sözlerini
291
tutamıyorlar, şeytan onların ayaklarını kaydırıyor ve cennetteki insan soyu için “Hepiniz oradan aşağı inin!” hükmü hak oluyor. Ve Allah şu uyarıyı yapıyor: “Benden size bir yol gösteriş ulaşır da kim bu yol gösterişime uyarsa artık böylelerine hiçbir korku yoktur. Onlar kederle de yüz yüze gelmeyeceklerdir.”  İşte sudan başlayıp dünyada belirli bir seviyeye kadar devam eden insanın evrim sürecinde (kaldı ki bütün varlıkların şu andaki görünümü en baştaki su formunda başlayan bir çeşitlenme ve gelişme aşamasından ibarettir) Adem’e, Allah’ın öz ruhundan üflemesi kavramı adı altında ifade edilen, meleklerin kan döken, vahşi bir yaratık olarak tanımladığı insanın (burada Adem’den kasıt, kadınlı erkekli bütün insanlardır) bilinç, iman, ve ilim sahibi halindeki bir halife haline getirilmesidir. Daha sonra oluşan kilit nokta şudur ki Allah, şeytanın kendisine isyanından ve insanı saptıracağı iddiasından sonra, insanı neden yeryüzünde sınanmak üzere bırakmamış, cennet mekanına almıştır. Fakat burada dikkat çeken cennette her yerin bol ve helal olduğu bir ortamda Adem ve eşinin yasak ağaçtan yemeleridir, ayrıca şeytanın onları bu konuda kandırabilmesidir. Bu konumda yine yeryüzüne inmekle cezalandırılan insan, bu sefer sınavını tüm bir hayat boyunca şeytana karşı verecektir. Şöyle bir düşünüldüğünde dünyanın fani şartları da göz önüne alındığında, zaten onlar cennette değil de, yine direkt dünyada sınava çekilseydiler, yine tüm bir hayat boyu şeytanla uğraşmak zorunda kalacaklardı. Fakat Allah açısından, kulunu insan olarak tanımladığımız zaman, şeytanın dahi karışamadığı, Adem’e secde edin ortamında, Adem’e kendisinden daha yakın, daha merhametli, daha dost, daha çok seven, daha çok koruyan bir ilah daha yoktur. Ve bu anlamda Allah, kulu olan insana sonsuzluğu vermek istemiştir adeta bedava bir şekilde.
292
Cenneti kulunun ayakları altına sunmuş, sadece demiş, şunu yapma demiş, sadece şunu yapma… Ama insan o kadar zalim ki… Kendisi için sonsuz ömür veya melek olmak anlamına gelecek diye şeytanın kendisine iddia ettiği yasak ağacı, sonsuzluğunu kaybetme pahasına tatmıştır. İnsanın bencilliği, yoldan dönücülüğü ve zalimliği… Ben pek fazla bir şey söylemek istemiyorum. Ancak bu imansal tarih kıssasında en önemli olan, Allah’ın kuluna nasıl bir rahmet ve sonsuzluk yolunu, nasıl sonsuzca açık bir kapı misali açtığı konusuna dikkat çekmek istiyorum. Yani eğer böyle bir Allah ise Alemlerin Rabbi Allah ve biz hala cehenneme girecek kadar kötü bir anlayışsızlık, cahillik sergiliyorsak, yaşam sergiliyorsak, yuh olsun bize! Daha ne denilebilir ki?
BİR YANLIŞ ANLAŞILMA! ALLAH’IN AFFI MI? ONDAN BUNDAN ŞEFAAT DİLENMEK Mİ?
Bu bölümde bütün İslam alemince yanlış anlaşılan bir konuya değinmek istiyorum. Şefaat kavramının ilahi af boyutu ele alındığında nereye konulduğunu, Allah’ın affı ve rahmeti varken, Allah’ın izni dahilinde olmak üzere ve şartıyla neden seçkin kullarca kotarılan şefaat kavramının sanki bir ek af mekanizması gibi ortaya konulduğunu inceleyeceğiz.   Şimdi konuya başlarken şu gerçeği en baştan ortaya koyalım. İnsanlar Allah’ın yaratım kanunlarına karşı günah işlerler, bu kanunlara aykırı düşünce ve davranışlarda bulunurlar ve bu yüzden kendi günahlarından dolayı yalnız ve yalnız Allah’a karşı sorumludurlar ve bu anlamda yalnız O’ndan af dilemek ve O’nun tarafından affedilmek umudu beslemek durumundadırlar.  Şu halde Kuran’da yer alan:
293
“Kimsenin kimse yerine bir şey ödeyemeyeceği, kimseden fidye kabul edilmeyeceği, şefaatin kimseye yarar sağlamayacağı ve onların hiçbir yardım göremeyecekleri o günden sakının!”  “O’nun huzurunda, bizzat O’nun izni olmadıkça, kim şefaat edebilir!”  “Rablerinin huzurunda haşredileceklerinden korkanları, o vahiy ile uyar ki, korunabilsinler. Onların, O’ndan başka ne bir dostu vardır ne de şefaatçisi.”  “Dinlerini oyun ve eğlence haline getirmiş, iğreti yaşantı kendilerini aldatmış olanları bırak da o Kuran ile şunu hatırlat: Bir kişi, kendi elinin üretip kazandığına teslim edilirse onun, Allah dışında ne bir dostu kalır ne de şefaatçisi. Her türlü fidyeyi verse de ondan kabul edilmez. İşte bunlar, kazandıklarına teslim edilmişlerdir. Nankörlük ettiklerinde ötürü onlar için kaynar sudan bir içki ve korkunç bir azap vardır.”  “Yemin olsun, sizi ilk yarattığımızdaki gibi yapayalnız / teker teker bize geldiniz. Size verip hayaline daldırdığımız şeyleri de sırtlarınızın arkasına bıraktınız. Sizinle ilgili hususlarda ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda görmüyoruz. Yemin olsun, koptu aranızdaki tüm bağlar ve uzaklaşıp kayboldu yanınızdan o bir şey sandıklarınız!”  “Yemin olsun ki, biz onlara, ilme uygun biçimde, ayrıntılı kıldığımız bir kitap getirdik. İnanan bir topluluk için bir kılavuz, bir rahmettir o.  Onun yalnız tevilini gözetirler. Onun tevili geldiği gün, daha önce onu unutanlar şöyle derler: “İnan olsun, Rabbimizin resulleri gerçeği getirmişler! Acaba bizim için şefaatçiler var mı ki, bize şefaat etsinler; yahut daha önce yaptıklarımızdan başkasını yapalım diye geri gönderilebilir miyiz? Öz
294
benliklerini hüsrana ittiler. İftiralarına alet ettikleri, onlardan uzaklaşıp kayboldu”  “Şu bir gerçek ki, sizin Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arş üzerinde egemenlik kurup iş ve oluşu çekip çeviren Allah’tır! O’nun izni olmadıkça hiçbir şefaatçi devreye giremez. İşte bu Allah’tır sizin Rabbiniz. Artık O’na ibadet edin! Düşünüp anlamıyor musunuz?”  “Allah’ın yanında bir de kendilerine zarar veremeyen, yarar sağlayamayan şeylere kulluk ediyorlar ve şöyle diyorlar: “Bunlar bizim Allah katındaki şefaatçilerimizdir.” De onlara: “Allah’a göklerde ve yerde bilmediği şeyleri mi haber veriyorsunuz? Şanı yücedir O’nun, ortak koştuklarından arınmıştır O!”  “Gün olur, o sakınanları biz, Rahman’ın huzurunda heyet halinde toplarız.  Suçluları da susuz ve yaya olarak cehenneme sevk ederiz.  Rahman katında söz almış olandan başkaları şefaat imkanı bulamazlar.” “O gün, şefaat yarar sağlamaz. Ancak Rahman’ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimse müstesna. Onların önden gönderdiklerini ve arkada bıraktıklarını bilir, ama onlar O’nu ilimle kuşatamazlar. Bütün gözler o Hayy ve Kayyum önünde yere inmiştir. Zulüm taşıyan perişan olup gitmiştir.” “O, onların önlerindekini de arkalarındakini de bilir. Onlar O’nun hoşnutluk verdiklerinden başkasına da şefaat etmezler. Ve onlar O’nun korkusundan titrerler.” “Yalnız temiz bir kalple Allah’a varan kurtulur. Cennet takva sahiplerine yaklaştırılır. Cehennem de şımarıp azanların karşısına getirilir. Denir ki onlara: “O ibadet ettikleriniz nerede? Allah’ın dışındakiler, size yardım ediyorlar mı? Peki, kendilerine yardımları dokunuyor mu?”
295
Ardından onlar ve öteki azgınlar cehennemin içine tıkılmıştır.  İblis orduları toplu haldedir.  Onun içinde birbiriyle çekişirken şöyle derler:  Vallahi, biz açık bir sapıklığın ta içindeymişiz!  Çünkü biz sizi alemlerin Rabbiyle aynı düzeyde tutuyorduk.  Bizi saptıran, o suçlulardan başkası değildi.  Artık ne şefaatçilerimiz var.  Ne sıcak-samimi bir dostumuz.  Keşke bir dönüşümüz daha olsaydı da müminler olabilseydik!  Kuşkusuz, bütün bunlarda mutlaka bir ibret vardır. Ama onların çoğu müminler değil.  Ve kuşkusuz, senin Rabbindir o mutlak Aziz, mutlak Rahim!”  “Allah’tır ki, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yaratmış, sonra arş üzerinde egemenlik kurmuştur. O’nun dışındakilerden size ne bir dost vardır ne de bir şefaatçi. Hala düşünüp ibret almayacak mısınız?”   “De ki, “Allah dışındaki o bir şey sandıklarınızı çağırın / onlara yalvarın! Ama onlar, göklerde de yerde de zerre kadar bir şeye sahip olamazlar. O göklerde ve yerde onların ortaklığı da yoktur. Ve O’nun onlardan bir destekçisi de yoktur.  O’nun katında, bizzat kendisinin izin verdiği kimseden başkasının şefaati / kendisinin izin verdiği kimseden başkası için şefaat yarar sağlamaz. Sonunda, kalplerinden korku giderilince, “Rabbiniz ne dedi?” derler. “Hakkı söyledi”, derler. “O’dur Aliyy, O’dur Kebir.”  “Beni yaratana ne diye kulluk etmeyecekmişim ben? Ve sizler de O’na döndürüleceksiniz.  O’nun berisinden tanrılar mı edineyim ben? Eğer Rahman bana bir zorluk / zarar dilerse onların şefaati benden hiçbir şeyi savamaz; beni kurtaramazlar.”
296
“Yoksa Allah’ın berisinden şefaatçiler mi edindiler? De ki, “Onlar hiçbir şeye sahip olmayan / hiçbir şeye gücü yetmeyen, aklını da işletmeyen varlıklar olsalar da mı?  De ki “Şefaat tümden ve sadece Allah’ındır! Göklerin ve yerin mülkü / yönetimi O’nundur. Sonunda O’na döndürüleceksiniz.”  Allah yalnız başına anıldığında, ahrete inanmayanların kalpleri nefretle ürperir; O’nun berisindeki, ilahlaştırılmış kişilerle birlikte anıldığında ise hemen müjdelenmiş gibi sevinirler.”  “Onları, yaklaşan felaket günü hakkında uyar! Yürekler gırtlaklara dayanmıştır; yutkunurlar. Zalimlerin ne bir dostu vardır ne de sözü dinlenir bir şefaatçileri.  O bilir gözlerin hain bakışını ve göğüslerin sakladığını.”  “O’nun berisinden yakardıkları, şefaate sahip olamaz! Hakka tanık olanlar müstesna. Onlar, ilimden nasiplenmekteler.”  “Göklerde nice melekler var ki, şefaatleri hiçbir işe yaramaz. Allah’ın dilediği ve hoşnut olduğu kimseler için izin vermesinden sonraki durum müstesna.”  “Sizi sekara sürükleyen nedir?  Cevap verdiler: “Namazı / duayı yerine getirenlerden değildik”  Yoksulu yedirip doyurmuyorduk.  Boş lakırdılara dalanlarla dalar giderdik.  Din gününü yalanlıyorduk.  Nihayet tartışılma ve karşı çıkılmaz bilgi önümüze dikildi.  Artık yarar sağlamaz onlara şefaatçilerin şefaati.  Ne oluyor onlara da öğüt verip düşündüren kitaptan yüz çeviriyorlar?  Sağa sola kaçışan yaban eşekleri gibidirler.  Arslandan ürkmüşlerdir.
297
İçlerinden her kişi de istiyor ki, kendisine açılıp saçılmış sayfalar verilsin.  Hayır, öyle şey olmaz! Doğrusu şu ki ahrette korkmuyorlar.  Hayır, iş sandıkları gibi değil! O bir öğüt verici, bir düşündürücüdür.  Dileyen düşünür onu, öğüt alır.  Ve onlar, Allah’ın dilediği dışında, öğüt alamazlar. Sakındırmaya ve affetmeye ehil olan O’dur.”
Kuran ayetlerinde şefaat başlığı altında kısa bir inceleme yaptığımızda önümüze serilen ayetlerde açıkça göreceğimiz gibi, Allah, indirdiği vahiyde şefaat, şefaatçi aramak, şefaatçi edinmek, Allah’ın yanında şefaatçiler olarak devreye girenler gibi pek çok kavramı Allah’a ortak koşmak olarak değerlendiriyor. İslam dünyasında müslümanların yine genel bağlamda Kuran’sızlıktan, Kuran’a başvurmamak ve Kuran’ı sadece kutsal kitap olarak kabul etmekle yetinmekten  kaynaklanan cahilliklerinden biri olarak daha önceki putperest toplumların yaptığının benzeriyle bir takım inanılan kişileri, değerleri ve hatta peygamberleri Allah katında şefaatçi sanmak ve onlara dua etmek, onlardan şefaat dilenmek, ve hatta peygamberlere ve ermiş sanılan kişilere dua etmek ve onlardan şefaat dilenmek, Allah’ın kendilerini onların şefaatine nail etmesini dilemek ve bu konuda onları Allah’ın mutlak hakimiyeti ve egemenliği dışında tek ve tam sorumlu gibi görmek, Allah katında şirk olarak nitelendirilmektedir.  Bu konuda şefaat dilenmek kavramının insanları cehennemden başka nereye götürdüğünü uzun uzun anlatmayacağım, Kuran’sız ve Allah’ın birliğine dayanmayan din ne ise, Allah’ın af ve takdiri dışında şefaat de odur. Yani böyle bir şey olasılıksızdır.
298
Dikkat ederseniz Kuran şefaatle ilgili ayetlerinin % 95 inde şefaat konusunun bir ortak koşma ve Allah’ın birliğinden ayrılma vesilesi olduğunu bildiriyor. Kalan % 5 inde ise Allah’ın hükmü altında gerçekleşen şefaatin koşularını belirtiyor. Yani nedir bu koşullar? Allah’ın dilemesi dışında şefaat diye bir şey söz konusu olamaz ve O’nun izni dışında hiçbir şefaatçi devreye giremez. Hatta “Göklerde nice melekler var ki şefaatleri hiçbir işe yaramaz” ayeti kimi insan gruplarının ahrette karşılaşacağı dehşet pozisyonlara karşı insandan çok daha kudretli varlıkların bile devreye girmek isteyeceklerini buna karşın onların zalimlikleri ve içine düştükleri durum sebebiyle yaptıklarının karşılığını göstere göstere ödeyeceklerini belirtir.  Kuran şefaat edebilme yetkisine sahip olan dört varlık grubu tanımlamaktadır, Allah’ın dilemesi ve hakkında izin verdiği kişiler için. O’nun katındaki kudretliler, melekler, peygamberler ve ilimden nasiplenenler. Burada ilimi Kuran olarak almak gerekiyor. Fakat şefaat edebilen nasipli ve rahmetli varlık gruplarından her birine hiçbir ayrım yapmaksızın, hatta onların adını bile belirtmeksiniz. “O’nun izni olmadıkça hiçbir şefaatçi devreye giremez” ayetini otomatik olarak ekliyor.  Şimdi şunu tartışalım. Eğer af ve bağışlanma, rahmete nail olma, merhamet görme gibi kavramlar varsa bütün bunlar Allah’ın affı ve merhameti sayesinde gerekli ve yeterlidir. Yani insanın dünya hayatında Allah’tan af ve merhamet dilemesi, O’nun rahmetine nail olmaya çalışması ve O’na yaraşır, vakarlı bir kul olarak hayatını geçirip bir şekilde sonlanmaya çalışması, O’nun affedilmesi, günahlarının bağışlanması ve hatta “Onlar için orada diledikleri her şey var. Katımızda ise dahası var” gibi nice ayetlerle lütufların gözleri önüne sergilenmesi için yeterlidir. Yani amaç varlık Allah’tır. Peygamberler veya veliler değil. Biz, bizi yaratana ve sonsuz
299
merhametini bize vaat edene kulluk etmeye çalışıyoruz, O’nun dışındakilere değil.  Peki sadece Kuran’da bir olasılık fonksiyonu olarak ele aldığım içim söylüyorum. Şefaat kavramı neden var? Yani bütün af, rahmet ve merhamet yetkisi O’ndayken, O bir şekilde bu yetkiyi mutlak manada kendi kontrolünde kalmak üzere bir şekilde şereflendirmek istediği ya da kendilerine değer verdiğini hissettirmek istediği kullarına, geçici ve sınırlı bir görev olarak veriyor. Yani burada bir mantık hatası yok mu?  Burada yine Kuran mantalitesinin mükemmelliği ve Kuran’ın derinliği karşımıza çıkıyor.  Allah’tan af dileyen, O’nun rahmet ve merhametine nail olan, günahlarından arınmayı dileyen, tövbe edebilen hayırlı ve seçkin kullar, Allah rahmetine ve affına nail oluyorlar.  İşte Allah öyle bir kul-affolma mantığı yaratmış ki, O’nun direkt olarak affına nail olma seçeneğini hak etmemiş kullar ise bir çeşit ikinci dereceden affa uğruyorlar. Yani bu noktada yine yalnız Allah’ın emri, izni ve dilemesi ile O’nun atadığı seçkin kullar zümresi devreye giriyor ve şefaat mekanizması devreye giriyor. Yani bu bir nevi ikinci dereceden ve kınanmış bir af. Ve denmek isteniyor ki affa uğradınız ama durumunuz bu, hesabınızın durumunu, neyi neden doğru veya yanlış yaptığınızı tekrar düşünün.  Yani bu anlamda şefaat mekanizması direkt olarak Allah’ın affına nail olma yetisi bulunmayan, O’nun rahmeti ve merhametinden bir miktar sapmış, zulme bulaşmış ama yine Allah’ın birliğine ve ahrete inanan kullar için işleyen bir dolaylı yoldan uyarı ve hallerinin ortaya konulma durumudur.  Bu anlamda ne bu dünyada, ne ahrette yukarıdaki ayetlerin tamamında belirtildiği gibi şefaat için birilerine yakarılma, yalvarılma, çağrıda bulunma gibi bir hak kimsede
300
yoktur. Bunu yapanların cehennemdeki halleri ayetlerde sergilenmektedir. Ve çünkü bu bir tür ortak koşmadır.  Alemlerin Rabbi, birliği, vahdeti, kudreti, merhameti ve bütün olanca Rahmani vasıflarıyla, gökler, yerler ve bunlar arasındakiler için tek tanrıdır. O’nun yanına konulmak istenenlerin O’nun açısından bir hükmü yoktur. O yalnız kendisine kulluk edilmesini ve affedici, merhamet edici, bağışlayıcı olarak yalnızca kendisinin kabul edilmesini ister.  ÇÜNKÜ O ALEMLERİN RABBİDİR. BU YÜZDEN KULLUK ETME-EDİLME İLİŞKİSİ AÇISINDAN KULU İLE KENDİSİ ARASINA KİMSENİN GİRMESİNİ VE KENDİSİNE BU BAĞLAMDA ORTAK KOŞULMASINI İSTEMEZ.
YARATILANLAR HİYERARŞİSİ VE KURAN’SAL GÖRELİLİK  İnsan zeka sahibi olarak etrafını incelediğinde etrafında, yerkürede, denizlerde, göklerde, evrende ve hatta mikro dünyalarda, mikroplarda, bakterilerde, hücre altı parçacıklarda, atomda, protonlarda, elektronlarda, atom altı parçacıklarda ve var olan, tanımlanan, tanımlanabilen her şeyde belirli nitelikler bulunduğunu anlayabilir. Bu, Alemlerin Rabbinin bizim evrenimiz için kurduğu farklılıklar dünyasının bize sunduğu farklı tanımlamalar ve farklı ölçütlerle ifade etmeler, farklı tür karşılaştırmalar yapma kavramını da beraberinde getirir. Kaldı ki bir varlıklar ve cansızlar topluluğu için yaptığımız karşılaştırmalarda, sadece bir yönü ölçüt olarak kullanırız genelde. Mesela çita ile aslan, kurt ve tavşanı karşılaştırırız ve deriz ki şu hız yönünden şundan üstündür. Oysaki yeryüzünde yer alan trilyonlarca varlık çeşidi için trilyonlarca farklı yönden karşılaştırma imkanı yapma olasılığı vardır, eğer yeterince ilim sahibiysek. Şunu
301
demek istiyorum. X bir hücre türünün protein sentezleme gücünü bir fille karşılaştıralım dersek, elbette hiçbirimiz bu olasılığı düşünmediğimizden apışıp kalırız. Fakat bilimsel teoride böyle bir karşılaştırma vardır. Kaldı ki yaratılanların insan, hayvan ve bitkiden ibaret kalmadığı, bizim bilmediğimiz alemlerde O’nun katındakiler diye Kuran’da tabir edilen Yüce Konsey, dört büyük melek, Cebrail, İsrafil, Mikail ve Azrail, Araf elçileri, her biri bilmediğimiz bir yapı oluşturan diğer melekler ve daha pek çok yapı da bu yaratılanlar hiyerarşisi ve Kuran’sal göreliliğin içindedir.   Peki bizim sorumuz veya sorunumuz ne? Bizim sorunumuz bu en basitten en karmaşığa, her farklı konu için farklı ölçütlerde giden güç, kuvvet, kudret, iman ve ihlas gibi farklı birçok değişkenin neden farklı boyutlarda gittiği konudur. Yani yaratılmışlar dünyasında yapacağımız her karşılaştırmada, her yaratılmış, kendini ve diğerlerini farklı güçlülük, zenginlik, kudret ve iman boyutlarında algılayacaktır.  Şimdi diğer konularda düşünmeden ve konuyu dağıtmadan başlığımızın ilk cümlesine girelim. Yaratılanlar hiyerarşisinde elbette Allah katında olanların kendine göre bir yücelik boyutları sıralaması vardır. Çünkü Saffat suresi 161- 166 ayetler şöyle demektedir:
“Siz ve kulluk ettiğiniz şeyler  O’na karşı kimseyi fitneye düşüremezsiniz.  Cehenneme salınacak olan müstesna. Bizim, istisnasız her birimizin bilinen bir makamı vardır. O saf saf dizilenler elbette biziz. O durmadan tespih edenler elbette biziz.”
302
Bu ayetlerde bizzat Allah katındakilerin O’na ibadet yolunda sonsuz bir tekamül sürecinin içinde oldukları anlaşılabiliyor. Hatta, Mearic suresinin 1-4 ayetlerine göre
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla. Soran birisi, geleceği kuşkusuz azabı sordu. Küfre sapanlar içindir o. Yoktur onu savacak. Yükselme boyutlarının / derecelerinin sahibi Allah’tandır
o.
Melekler ve Ruh, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselirler O’na”
İşte bu ayette ise yükselme boyutları / dereceleri olan farklılık süreçlerinin Kuran’ın da ortaya koyduğu tekamül mekanizmaları olduğunu anlayabiliriz. Bir sonraki ayette “Melekler ve Ruh, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselirler O’na” denirken burada belirli ve sınırlı bir süreçten değil, bir tekamül ve derece / boyut /aşama kaydetme mekanizmasından bahsediliyor. Benzer şekilde Kaf suresi 38. ayette: “Yemin olsun, biz gökleri yeri ve bunlar arasındakileri altı günde yarattık. Ve bize hiçbir yorgunluk dokunmadı.” ayetinde bahsedilen altı gün sınırlılığı anlatır. Yani bir önceki “miktarı elli bin yıl olan bir gün” sözü o seviyede, o derecede bir tekamül sürecinin, Allah’ın katına veya sadece Allah’ı düşünme ölçeğine yükselirken bir aşama kaydetme süreci olarak geçirildiğini anlatıyordu. Bu ayete ise altı gün, matematikteki sonsuz ve dx kavramları arasındaki fark kadar olan bir yaratım sürecini kullara anlatmaktadır. Burada matematiksel olarak dx, sıfıra(0) en yakın sayı olarak kullanılır. İşte en kaba manada bu olay anlatırken, adeta,
303
evreninizin yaratım süreci işte bizim için bu kadar basit bir olaydı. Ancak siz bunu güç ve ihtişamlı sanıyorsunuz denmektedir. Zaten ayetin son cümlesi olan “Ve bize hiçbir yorgunluk dokunmadı” cümlesi de bu düşüncemizi destekler.  Ve Mearic suresi 36-41  ayetlere bakalım:
“O nankörlere ne oluyor ki, sana doğru o yandan, bu yandan, boyunlarını uzatarak geliyorlar. Sağdan ve soldan parçalar halinde. Onlardan her biri nimet bahçesine konulacağını mı umuyor? Hayır, ummasınlar. Gerçek şu ki, biz onları, o bildikleri şeyden yarattık. İş onların sandığı gibi değil! Doğuların ve batıların Rabbine yemin olsun ki, biz, gerçekten gücü yetenleriz. Onları kendilerinden daha üstün olanlarla değiştirmeye. Ve biz, önüne geçilebilecekler değiliz.”
İşte bu ayette O’nun katındakilerin evrenimizdeki ve diğer evrenlerdeki yaratılmışlarla bir ilgilerinin olmadığı, tabiri caizse yaratım işinin fiziksel izdüşümünü bu kudretliler topluluğunun gerçekleştirdiğini görebiliriz. Bunu bir başka şekilde
“O gönderdi rahmetinin önünden rüzgarları, biz indirdik gökten tertemiz bir su.”
ayetindeki “O” ve “biz” kavramlarının görevsel kullanımı açısından farkları ortaya kullanıldığında anlayabiliriz. Yani bu anlamda genel manada ele alırsak O’nun katındakiler, O’nun kulu ve yine O’nun emri altında olmakla birlikte gökler ve evrenler arasındaki emir-komuta zincirine kudretleriyle hakim olanlardır, göklere ve yerlere egemen olanlardır. O’nun
304
katındakiler dendiği zaman aslında, kendilerinden başka bir üst boyut tanımlanmamış olanlardan bahsediyor. Ta ki Alemlerin Rabbinin hakimiyeti ve kudreti onlar için de tanımlanmış olsun. Demek ki bu anlamda Allah’ın katındakiler olan kudretliler topluluğu açısından da:
“Onlar mı daha hayırlı yoksa bizim yarattığımız şuurlular mı?”
Ayetinde şuurlular adı altında, O’nun katındakilere sürekli alt mekanizmalara ek yaratım süreçlerinin işletildiği açıktır. Ve daha doğrusu bu ayet şuursuz, bilinçsiz kafirlerle, şuurlu, bilinçli takva sahibi inananlar arasında ahrette fark noktası olacağını bildirmektedir. Yine cümleyi baştan alırsak, Allah’ın katındaki şuurlular topluluğu açısından da, dünyada sınav edilen ve şuurunu, bilincini kaybettiği için cehennemlik olarak kodlanan yaratılmışlar açısından da bir yaratılanlar hiyerarşisi olduğunu bildirmektedir.  Ve şimdi Kuran’sal görelilik konusuna gelelim. Kuran’sal görelilik konusunda daha iyi örnek vermek açısından insanı örnek göstereceğiz.   Kuran’sal görelilik, bir konunun çok farklı bakış açılarından çok farklı biçimlerde anlaşılabilmesine rağmen, Kuran’sal açıdan mutlak bir manası ve ölçütü olduğu gerçeğini anlatır. Şimdi buna daha iyi anlamak açısından bir iki örnek verelim.  Namaz kılan iki ayrı insan düşünelim. İkisinin de sağlıkları yerinde ve seccadelerini sermişler, sabah namazı kılıyorlar. Yaratılanlar hiyerarşisine göre bu insanların boyları, kiloları, zeka seviyeleri, maddi, manevi durumları açısından bir fark olacağı gibi, kıldıkları namazın seviyeleri açısından da
305
bir fark vardır. Yani bu konuda hangisinin ne kadar Kuran’la ilgilendiği, dine ve Allah’a bakış açıları, aldıkları ibadet terbiyeleri, hatta seccadelerinin renk tonlarının kendi psikolojileri üzerine yaptıkları etkiler de dahil olmak üzere milyonlarca çeşit konu hiyerarşik karşılaştırma yapma açısından ortaya konulabilir. Ancak biz insanlık alemi için, ne böyle bir geniş bilgi sürecine sahip olma imkanı vardır ne de bunu değerlendirmeye. Biz Kuran’sal görelilik kavramının dayandığı saike bakarak, kılınan bir namazın, ibadette samimiyet, ihlas ve takva ölçütlerinde değerlendirileceğini bilebiliriz Kuran’sal açıdan ve bütün sebep sonuç ilişkilerimizi bu ölçütlerin ana başlığı altında değerlendirebiliriz. İşte bu anlamda yaratılanlar hiyerarşisi ve Kuran’sal görelilik kavramına bir örnek budur.  Başka bir örnek olması açısından, iki adam düşünelim. Birisi sabahtan akşama kadar çalışıyor. Hatta karısı ve çocukları da çalışıyor. Evde bakıma muhtaç bir engelli akraba da var. Beş aile üyesi asgari ücretle beş koldan çalışıp sonunda bir şekilde her akşam bir kap çorba kaynatmayı başarabiliyorlar. Başka bir örnek ise babasından kalma mirasla paraya konan şımarık bir adamın hikayesi. Adam ve karısı çalışmayı kendilerine zulüm görüyorlar. Her gece başka bir toplantıda, partideler, paralar bankada faizde olduğundan aldıkları aylık faiz geliri onlara bol bol yetiyor. Yani bedavaya yaşıyorlar.   Bu konuda Kuran’ın:   “İnsan için çalışıp, ürettiğinden başkası yoktur. Ve onun çalışıp üretmesi yakında görülecektir”    Ayetini ele aldığımız zaman birinci adam ve ailesinin, çalışıp kazandıkları parayı, içtikleri çorbayı sonuna kadar helalinden kazanarak elde ettiğini, ikinci adam ve karısının ise
306
bedavadan bir yaşam üzerine hayatlarını kurduklarını görebiliriz. Bu anlamda Kuran’sal görelilik helal kazanç, çalışma, emek ve paylaşım gerçeklikleri üzerine işler. Yani bir anlamda insanların ikinci adama bakıp ah ne zengin adam, mirasa kondu demesinin o adama bir hayrı da yoktur. Bu, insanlara göre olan bir bakış açısının değişken olması ve durumun Kuran’sal kıstaslara göre ele alındığında sabit olduğu gerçeğinin bir başka türlü açıklamasıdır.  Peki işte tam da bu noktada sormamız gereken nedir? Yaratan Kudret, neden yaratılanların her biri ve her birinin her farklı bir tür özelliği için belirli bir hiyerarşik sıra ortaya koymuştur. Belki de bu sorunun cevabı sınav edilen en yüce varlık olan insanın, bu hiyerarşik yapıyı, yani her farklı tür karşılaştırmada farklı bir tür güçlü, kuvvetli-zayıf, edilgen, hızlı-yavaş, güzel-çirkin karşılaştırmasını kendi açısından yaparak, Yaratıcı’sının varlığına ve birliğine erişecektir. Çünkü insan, varlık mekanizmasını, o ondan, o ondan, o ondan şeklinde, O’nun katındakiler de dahil olmak üzere tüm varlık mekanizması açısından incelediğinde, Yaratıcı’sının birliğine ulaşır. Çünkü yaratılmış olan belirli ve sınırlı, Yaratan ise tüm sıfatları itibarıyla sonsuzluk kavramları bağlamında temsil edilendir.  İşte Kuran’sal görelilik kavramı tam da burada devreye giriyor. Yaratılmışlar, kendi görece kavramları açısından belirli ve birçok konu hakkında değerlendirmelerde, karşılaştırmalarda, tanımlamalarda bulunabilirler. Ve bunlar esas olarak onların yaratılanlar hiyerarşisi açısından olaya bakış açılarını, bir yandan da Yaratıcı Kudret hakkındaki yücelik ve sonsuzluk sezgilerini belirtir. İşte yaratılmış alemindeki kulların ve özel olarak insanın bu yaratılmışlar hiyerarşisi ve yaratılmışları Yaratanın yücelik ve sonsuzluk sıfatları açısından özellikleri hakkında içlerinde bulundukları değerlendirmeler, ahrette hesap günü zamanında dünyevi
307
göreliliğin, Kuran’sal göreliliğe dönüştüğü mutlak gerçeklik anında, dünyadaki bütün bu değerlendirme süreçlerinin, ahrette hesap gününde, Kuran’sal göreliliğe uygunluğuna bakılarak değerlendirme ve karşılıkların verilmesi olayı söz konusu olacaktır. Yani kim ne kadar aklını ve gönlünü işletir, gerçekleri ve gerçeklik dünyasını ne kadar iyi algılarsa, ahrette o, o gerçeklikleri daha iyi algıladığı için ve algıladığı boyutta cennete daha iyi ve olumlu bir şekilde yaklaşmış olacaktır. Mutlak gerçekliğe bağlı algı dünyası, hiçbir şey anlamaz duruma gelmiş insanlar ise, henüz cennete girecek tekamül seviyesine gelmediklerinden cehenneme gireceklerdir. İşte asıl Kuran konularından biri de budur. Bu tekamül süreci dünyada geçirilebilmelidir ki, insan cennet arenasına girebilecek takva, olgunluk, samimiyet, içtenlik, dürüstük, iman sıfatlarına sahip olabilsin. Yoksa bu iş VİP kartı olmadan uluslararası uçuş yapmaya kalkan otobüs yolcusunun haline benzer teknik olarak ve tabii ki bu yolculuğa izin verilmez.  Hayatın ve Kuran’ın esas amacı anlamaktır, yaşamanın ve okumanın da. Eğer bu dünyada, bu dünyadan sonra gideceğimiz uhrevi alemdeki gerçekliklerin ve sınav konularının anlaşılması söz konusu değilse –ki sınavın zaten ana konusu hayatın ve Kuran’ın ta kendisidir- hakkında hiç çalışmadığın bir dersin sınavında ortada kalan öğrencinin durumuna dönülebilir. Ancak tam tersi olarak hayat ve Kuran sınavının gerekleri yapılırsa, bu emek ve çabanın karşılığının verilmemesi gibi bir olasılık yoktur. Sonsuza kadar…
RÜYA VE RİYA Kuran’a inanarak  dünyadaki yaşamdan ve ahretten umut etmek ve onlar uğruna çalışıp üretmek rüya, Kuran dışılara, hurafelere, söylentilere, rivayetlere, efsanelere, efendilere, mezarlara, türbelere, birilerine inanarak kendini cennette sanmak riyadır.
308
Kuran’ı araştırarak onun muhkem ayetlerinden imana yönelik kesin ve bilinç sağlayıcı öğüt ve ibret çıkarma, müteşabih ayetlerden ibadetlerin ve hükümlerin teknik inceliklerini bulmak rüya, bizim bilmem kimimiz şöyle dedi diyerek, put edindiği insanların, dini hüküm ve felsefe bakımından dokunulmaz kıldığı insanların peşinden gitmek riyadır. Eğer gerçekten Allah’a yönelik kulluk, ibadet etme arzusu, sevgi, saygı ve takvaya yönelik bir yönelim gerçekleştirme isteği varsa, bu yolda maddi manevi bütün olanaklarını seferber ederek anı yaşama ve değerlendirme felsefesini hayatında uygulamak rüya, insanlara gösteriş ve ikiyüzlülükten ibaret kıldığı dininde, insanlarla birlikteyken ikiyüzlü fakat muhteşem bir takva gösterisi sergilediği ortamda, insanlar çevresinden dağılınca, kendi kendine, acaba ben kime ibadet ediyorum ki, sorusunu sorup, sonra küfredip nimetlendiğim birine diye cevaplamak riyadır. Namaz kılarken secdeye gitme anında acaba bu sefer O’na layık bir secde, bir O’ndan başkasını düşünmeme anı veya ani bir bağlantı kurabilir miyim arzusu duymak, her namazın, kıraatın, rükunun ve secdenin ayrı bir macera haline geldiği bireysel tekamül yolu olan haline geldiği namazda hiçbir namazın birbirini tekrarlamaması anlamsal açıdan; rüya, ulan gene secdeye gitmek zorundayız deyip, kafayı, alnı yere vurup sürterek, Allah’tan başka ne varsa o düşündüğü şeylere secde etmiş olmak riyadır. İslam’ın içki ve sigara konusundaki yasaklarına uyup, ferahlatıcı içecek olarak çay, bitki çayı, kahve, meyve suyu, süt, su tercih etmek rüya, kime ibadet ettiğini bile anlamadan kıldığı yatsı namazından sonra soluğu meyhanede alıp, acaba bütün bunlar neden oluyor diye kara kara düşünmek riyadır.
309
Kuran’ın oku emri gereğince Kuran’ın haricinde, edebiyatla, bilimle, felsefeyle, matematikle, şiirle uğraşmak ve boş vakitlerinde günde birer veya ikişer saatini bunlarla kendini eğiterek geçirmek, yetiştirmek rüya, aylık olarak elde ettiği bütün kazancı, milli piyango, at yarışı, süper loto, toto ve benzerleri şeylere yatırıp, onları takiple vakit yitirmek, kalan kısmını da ancak yeme, içme, ev kirası gibi ihtiyaçlara harcadıktan sonra, meyhane arkadaşlarını, yalancı dostları, bugün yanında olan fakat yarın olmayacak kişileri içki masalarında ağırlamak, bilip bilmediğin insanlarla samimi olmak, sonra da onlardan medet beklemek riyadır.  Karınla eve geldiğinde yemekten sonra gerçekten onu karşına alıp gerçekçi ve anlayışlı bir biçimde yarım saat sohbet edip onun gönlünü almak, onun gönlünü hoş etmek, ilişkinizde yeni ve ortak paylaşım noktaları bulmak, onu sevdiğini direkt olarak ona belli etmek hiçbir sınır tanımadan; rüya, eve geldiğinde onun varlığının ya da yokluğunun farkına bile varmadan yemek yiyip, sonra televizyon karşısına geçip, angut gibi gece yarısına kadar televizyon seyretmek, sonra içkili olduğu için sırtını dönüp, yatağa sızıp, sabaha kadar horlarken onun farkına bile varmamak riyadır. Oysaki o senin kahrına, seviyesizliğine ve tüm belalarına katlanırken. Karınla sevişirken, mümkün olduğu kadar uzun süren bir ortamda, gerçekten onu sevdiğini belli ederek, onu gerçekten severek, karşılıklı tatmini bulmak rüya, yatağa girdiği anın kırk beşinci saniyesinde boşalarak her şeyi berbat etmek riyadır.
BAŞKA EVRENİN ÇOCUKLARI

310
Onlar daha dünyaya gelirken farklıydılar. Daha henüz bebekten ağlamaları herkesten farklıydı. Şikayet değildi onların ağlamaları, bir şeyler anlatma isteğiydi, kimse bir şeyler anlamasa da.  Çocukluk çağlarında evin içini değil, dışını merak ederlerdi. Oturup pencereden dışarısını seyrederlerdi. Dönüp evin içine tekrar baktıklarında ise ev pek bir karanlık, loş görünürdü onlara. Gerçek aydınlık ve ışığın dışarıda olduğunu bilirlerdi.  Okuldayken öğretmenin sorduğu sorular, sadece bildikleri ve öğretmenlerini sevdikleri için ilk önce yanıtlarlardı, ya da yanıtlamaya çalışırlardı. Diğer öğrenciler her bir soru için ayrı bir kopya çekerek, sınavlardan asgari bir geçer not almaya çalışırlarken, onlar ders, sınav ve bilim konusunda çalışacak şeyin akıl olduğunu bildikleri için, akıllarını çalıştırır, dolayısıyla kolaylıkla alırlardı kendilerine verileni.  Flört dönemlerinde ve hatta üniversite birinci sınıfın ilk haftasında sınıfın yarısını oluşturan erkeklerin tamamı, diğer yarısını oluşturan kızlara çıkma teklif etmişken ve kızlar da ihtimal ve olasılık hesapları yaparken kendi çıkarlarına göre, onlar hep ve hala bir beyaz atlı bir prens veya prensesin kendilerini bulacağı hayalini kurarlardı. Her ne kadar henüz hiçbir kız ya da erkekle yatmamak bahsettiğimiz kız ve erkeklerin çoğu için alay konusu olsa da.  Hayatlarının belirli bir bölümünde bir çiçek gibi açılıp saçılmaya başladılar. Bu açılıp saçılma belki bir piyano konusunda resital verme düzeyine giden bir yaratıcılık, belki paraşütle atlama hobisi, belki çocuklarına kimsenin
311
yapmayacağı annelik ya da babalığı yapma, belki yüz metreyi on saniyede koşma hobisiydi… Belki de her bir insan için yarısına hatta dörtte bire kadar bile dolmayan öz benlik bilinci kavramının ve bu kavramı simgeleyen bardağın, bir şelalenin altına konulmasıydı, adeta söz konusu olan bir peygamberin gözlerindeki sonsuzluk ateşinin etrafındakilerin gözlerini kör edecek derecede yanması ve gözlerinden çıkan kıvılcımların yardıma muhtaç olanları da ısıtması gibi.  Daha sonra hepsi aynı anda birden fazla konuda uzmanlaştılar. Kimi hem doktor hem müzisyen oldu, kimi hem gitarist hem bilim adamı, kimi hatta aynı anda bilim adamı, sanatçı ve ekonomist oldu, hatta futbol taraftarı. Fakat içlerinde var olan ışık ve ateş sürekli kendilerini ve çevrelerini aydınlatmaya devam etti.  Oysa bir de başka tarafları vardı onların kimsenin bilmediği ve kendilerinin de kimseye göstermediği. Allah dendiği zaman, kalpler kan, gözler yaş, odunlar ateş oluyordu. Hem de kimseye tek kelime etmeden. Kalplerdeki kan kendilerinin kanı olsundu, yaş kendi gözyaşları, ateş kendi aşklarının ateşiydi. Ve şu bir gerçekti ki onlar bir şekilde insanlıklarını insan olarak yaşarken, ibadetlerini yerine getirmeleri ya da getirmemeleri değişkenine bakmadan, bir fakir yetim oğlan bulduklarında, ne o, ne başkaları farkında bile olmadan, onların geçim, yeme içme, barınma, eğitim ve bütün masraflarını üstleniyorlardı. Ne o çocuk ne başka insanlar bilmeden. Çünkü kimsenin bilmesine gerek yoktu. Hatta bu iş sevap almak ve hasıl olan sevabı ona buna dağıtmak gibi bir şarlatanlık gösterisi de değildi. Yalnızca bu gerekliydi. Bu olmalıydı. O çocuk bilmese ve kendisi istemese bile yardım edilmeliydi. Ve Allah’tan sevap veya cennette
312
köşk değil, yalnızca O’nun hoşnutluğunu diliyorlardı. Ve eğer bu yaptıkları hayırlı bir iş ise daha fazlasını nasip etmesini.  Ve onlar İslam, müslüman ve inanan olduklarını iddia etmeden, o inancın kendisini temsil ediyorlardı. Allah söz konusu olduğu zaman, kalpler kan, gözler yaş ve odunlar ateş idi, aynı sırat köprüsünün ölçütünü Kuran’ın ve yalnızca Kuran’ın belirlediği gibi. Ve son nefeste, o son nefes verilirken, Kalpler kan, gözler yaş ve odunlar ateş idi iken, Ve son cümle La İlahe İlallah iken  Başka evrenin çocukları, o evrene gider iken, Onlar da bilerek veya bilmeyerek Kuran’ın imansal tanımları içinde idiydiler, Farkında olmadan, Veya olarak. Bu dünya da güzeldi onlar için, Ahiret de, Çünkü onlar Kuran’ın bize dünyada da güzellik ve ahrette de güzellik ver duasının temsilcisiydiler. Çünkü onlar başka evrenin çocuklarıydılar. Çünkü kalpler kani gözler yaş, odunlar ateş iken, Gözlerde la ilahe illallah vardı. KISA FİL SURESİ ANALİZİ
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla…
313
Görmedin mi ne yaptı Rabbin fil yaranına!  Tuzaklarını boşa çıkarmadı mı onların?  Gönderdi üzerlerine sürüler halinde kuş.  Atıyorlardı onlara kurumuş çamurdan damgalı taş.  Nihayet, onları yenik ekin yaprağına çevirdi.”
Bu sure tamamı yanlış anlaşılmış, İslam dünyasındaki eskilerden gelen, aktarılan bilgilerin tamamen, hiç araştırılmadan, düşünülmeden, eleştirilmeden doğru kabul edilmesi sapıklığının, bizzat İslam dünyasına nelere mal olduğunun bir kanıtı ve vesikası olan bir suredir. Bu sure öyle bir suredir ki üzerindeki imgesel kodları, onlardan çıkacak anlamlar ve o anlamlardan alınacak dersleri çözmeden, bu sure hakkında hiçbir şey söyleyemez, hiçbir yorum yapamazsınız. Hatta yapmaya kalksanız bile peygamberimizin ölümünden sonra, hemen tekrar eski cahil dünyasına dönen İslam dünyasının, Kuran’ı anlamsal olarak düşünme öğretisinden vazgeçip, sureleri de bu sureyi yok efendim, Kabe’yi fillerle yıkacaklarmış da, sonra tam yıkacaklarken filler hareket etmez olmuş da, hatta bir tane fil Kabe’nin ters yönüne döndüğünde kıpırdıyor da, Kabe’ye doğru itince kıpırdamıyormuş da, sonra ebabil kuşları pençelerinde taşlar bulunduğu halde gelmişmiş de, o taşları atmışlar da, o taşlar fillere zırh delici etki yapmışlar da da, en sonunda surenin sonunda olduğu gibi yenik ekin yaprağı gibi olmuşlar da, falan, filan, falan, filan…  İşte Kuran’ı anlamsal olarak okuyup, yani anadili Arapça olup, Arapça okuyup yazanların Kuran’ı anadilleri olan orijinali Arapçasından, anadili başka dil olan (yani İngilizce, Türkçe, Rusça, Japonca, Çince, Almanca, vb.) insanların ise Kuran’ı o dile yapılmış güzel bir çevirisinden okuyup, anlam boyutlarını imgesel olarak düşünmediği için oluşan bir geri zekalı dünya ortamında, size gönderilen Allah’ın vahyi bile olsa, o inatçı kafalarınıza Kuran vahyini anlatabilecek,
314
peşinden gidebileceğiniz bir veli de bulamazsınız. Bulsanız bile o veli, ne yapalım Kuran’ın peşinden gelseydiniz, der, cehennem birçokları için apaçık hale geldiği zaman.  Çünkü sure tamamen bir imgesel oluşum ve anlatım dünyasından ibaret olarak kurulmuştur. Ve siz bu anlam boyutlarını çözmedikçe, kendini Kuran’a hakim veya din adamı diye satan birçok densizler, size sure hakkında, o tarafa dönünce giden, bu tarafa dönünce duran fil hikayeleri anlatacaklardır. Ve sizin hala anlamadığınız gerçek, sizin dini başkalarından değil, Kuran’ı bizzat anlamsal olarak, çevirisinden okuyarak öğüt ve ibret almanız, bu sayede bu öğüdü kendiniz için yararlı hale getirmenizdir. Eğer başkasının aldığı öğütten yararlanmak istiyorsanız, aynı zamanda onun aldığı öğütteki zarardan da, o bir din adamı olsa da (yani onun Kuran’ı yanlış yorumlayış biçiminden de) kendinize daha çok bir zarar payı çıkacağını unutmayın. Kaldı ki peygamberlerin bile %100 yorumlama şansının olmadığı ilahi vahiyler bütününden bahsediyoruz bütün kitaplar ve vahiyler bütünü ortaya konduğu zaman. Kendini Kuran’a hakim sanan, her konuda konuşmayı, yanlış olsa bile yanlış olduğunu bile bile kendini din adamı veya o konularda bilgili bir insan olarak tanıtmayı, self-reklam yapmayı kendine görev biçmiş dangalaklardan kime ne! Ve hepsinin canı cehenneme! Fakat asıl incitici olan İslam dünyası açısından, Kuran’ın indirildiği devirden beri hiç kimsenin surenin ayetlerinin gerçek anlam, imge boyutlarından söz edemiyor olmasıdır. Bu aynı zamanda peygamber hakkında ben 3000 hadis uydurdum diyerek ölen insanların bulunduğu ve günümüz de peygamberimize ihanet, iftira ve yalan olarak sürülmüş, sıcak su kaynaması gibi, etrafta dolaşan on binlerce hadisin bulunduğu İslam dünyasında şunu da gösterir. Eğer peygamberimiz hakkında bilgilerin ve onun Kuran yorumunun günümüze gelme ihtimalinin bulunduğu bir İslam dünyası
315
olsaydı, bugüne hakkındaki bilgilerin ilk önce ve en sağlam geleceği surelerden biri hem kısa ve kolay açıklanabilir bir sure olması açısından, hem de imgesel, iç anlam boyutlarının açıklanma ihtiyacının duyulduğu bir sure olarak, fil suresi tam biçilmiş kaftandı. Demek ki gelmemiş. Yani kendi öz benliklerinde, kendilerinin, dini kavramlarla alay edip durduklarına şahitlik ederken, değil fil suresi veya bir başka sure hakkındaki derinlikli açıklamaları peygamberin görüşlerine başvurarak açıklamak, üç km. uzaktaki bir kuşun gözünün rengi hakkında ne gibi detaylı görüşler söylediği ve hemen arkasından, yanındakilerin, ne kadar çok ağladığı hakkında, milyon çeşit hadis ve rivayet uydurulan peygamber, aslında size anlatılan hiçbir rivayetle ilişiği bulunmayan, Alemlerin Rabbinin peygamberidir, ilahi koruma ve ilahi kollanma altındadır dünyada ve ahrette. Zaten kendisi hakkında yapılan bütün zulümler, ona kendisinin ölümünden sonra yapılabilmiştir. Ve kendisi hakkında yapılan zulümlerin o dünyada idi iken ve o öldükten sonra, affı yoktur. Hatta bu zulümlerin adı hadis, sünnet ve rivayet nakilleri ve nakilcileri olsa bile. İslam dünyasının içinde bulunduğu içler acısı durumu bırakıp, Fil suresindeki haramzadelerin içler acısı durumu hakkında sesli düşünmeye başlayalım.   “Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla… Görmedin mi ne yaptı Rabbin fil yaranına!”
Bu başlangıç ayetinde ilkönce göze batan kelime “fil yaranı”dır. Benzer bir kullanım Müddessir suresindeki
“Biz cehennem yaranını hep melekler yaptık”
kullanımında da görülmektedir. Burada yaran kelimesi ilgili ve benzer anlamlarına gelmektedir. Yani fil yaranı
316
kelimesi esasında fil benzeri insanlar ve anlayış anlamına gelmektedir. Ve ayetteki en önemli örnek: fil. Şimdi burada filin örnek olarak seçilmesinin sebebi yaratılış özellikleri bakımından, o özellikler imge dünyasına vurulduğunda tamamen hakkı olmadığı, çalışıp üretmeden kazandığı, iman ve ibadet etmediği halde dünyada her türlü nimeti, parayı, kadınları, sarayları, varlığı, bolluğu isteyip ve hatta ahirette de cenneti isteyip, önlerine sanki bir saliselik bir anda bütün bu hayallerin ve istenen şeylerin arasına bir set çekildiği insanlardan ve bu insanların temsil ettiği anlayıştan söz ediyoruz. File ait bir özellik olan hortumun bir başka kullanımı ise Kalem suresinde,
“Yakında biz onun hortumu üzerine damgayı basacağız / burnunu sürteceğiz”
ayetinde geçmektedir.
Fil psikolojisinde olan bir günahkar: Hakkı olmadığı halde hak etmediği yani hakkında çalışıp, emek vermediği şeyi ister. O istediği şeye ulaşır da ayetin gidişatı itibarıyla, aynen bir filin eğilemeyip suya hortumuyla ulaşması gibi. Ama işte azap o ulaştığı anda hak olur. Kendisi çok büyük ve cüsseli bir hayvan olduğundan, yani bunun anlamı, dünya hayatında çoğu zaman çok büyük bir gücü, nimeti ve parayı elinde tuttuğundan, çoğu zaman herkes onun ne mal olduğunu bile bile, hatta bilmeseler de hortumunu kullanır ve hakkı olmayan nimetleri elde etmeye, halkı güç ve korkutma yoluyla ezmeye devam eder.
317
Fil, bir kere öfkelenip, öfkelendiği şeye doğru koşmaya başladığı zaman çok büyük bir korku vesilesidir. Bu dünyada da öyledir. Fil psikolojisindeki haramzadelerin çıkarlarına, haram yoldan nimetlenme yollarına bir engel koyduğunuz anda, psikolojik olarak müthiş bir sinir krizi geçirirler ve bütün güçleri, kudretleri, paraları, imkanlarıyla sizi ezmeye, bitirmeye, yok etmeye çalışırlar.  Esas olarak fil yaranı / file benzeyen örneğini veren bu  surenin bir diğer adı da haramzade suresi de olabilirdi. Çünkü sure tamamen hak etmediği halde, güçleri ve hortumları / yani haram yollar kullanarak, suya, nimete ulaşan yani istedikleri nimet, imkan, para gibi şeylere ulaşan haramzadelerin, nasıl yerle bir edilip terslerinin döneceğinden bahsetmektedir.
“Tuzaklarını boşa çıkarmadı mı onların?”
Bu ayet esas olarak iki türlü yorumlanabilir. Fil yaranı / benzeri kimselerin, bir kere dünyevi yollarla ve o hortumları kullanarak mal, para, gelir, imkan ve nimet olarak haramzade bir şekilde elde ettikleri bütün nimetlere ulaşma yolları ve o nimetlerin elde edilişi adeta salisesi salisesine kaydedilmiş bir kamera kaydı gibi öldükleri anda onların önüne konacak ve bir açıklama istenecektir. İmkan ve nimetin helal yolla kazanıldığına dair, mantıksal bir açıklama da gelmeyince olacak olan, önce önlerinde cehennemin kapısının açılması ve hemen arkından bir kakılışla kakılmak ve bir daha da hatırlanmamaktır. Dikkat ederseniz, surenin en dikkati çekmesi gereken nokta insanın dünyevi veya ahiretsel olarak amaçladığı şeye ulaşmak için kullandığı hortum yani yoldur. Yani bu yol helal, temiz, rızaya dayalı ve güzel olmalıdır. Aslında surenin en önemli vurgularından biri insanın ne olursa dünyevi ve ahiretsel amaçlarına ulaşmak için kullandığı bu yoldur. Hatta
318
Kuran zekat ölçütünü bile helal kazanç üzerinden vermiştir. Bu ölçütü belirtirklen:
“Helal kazancınızın size ve bakmakla yükümlü olduklarınıza yeterli olanından artanını verin”
deyimini kullanmıştır. Bu anlamda zekat kurumu bile İslam dinine inananlar için helal ve temiz kazanç üzerinden olmalıdır. Haram karışmış bir kazanç üzerinden verilen zekattan herhangi bir fayda beklenmesi yanlış ve aldatıcı bir tutumdur. Ayetin ikinci boyutu bu istek ve amaç boyutunun ahiretsel bağlamda yaşanıyor olanıdır. Eğer amaç cennete girmekse… Bakın bakalım ne kıyametler kopuyor? Bu anlamda Hz. İbrahim’in kelimesinden:
“Yalnız temiz kalple varan kurtulur”
ayetiyle,
“Size öyle bir kitap indirdik ki, öğüt ve uyarınız / zikriniz / şerefiniz yalnız ondadır”
ayetlerini mantıksal olarak birleştirdiğimiz zaman temiz kalp, iyi niyet ve mantıksal Kuran’ın birleşmesi sonucu oluşacak her türlü fikri, davranışsal, ibadetsel, yorumsal ve sezgisel oluşumun cennete doğru bir yol olacağı açıktır. Ancak bu kuralı bir şekilde ihlal eden yani temiz kalp, iyi niyet, mantıksal Kuran üçgenini bir veya birden fazla yönden bozan her türlü eylem, düşünce, davranış, ibadet, yorum filin hortumunun harama uzanmasına / insanın cennete gireceğim diye kendini zorlarken, şartlarken Kuran ölçütlerini
319
çiğnemenin bir bedeli olarak ve o şartlanma psikolojisinin bir bedeli olarak cennet arenasından dışlanmasına sebep olur. Bunun aslında birçok madde altında yazılabilecek tek sebebi uydurulmuş dindir. İnsanlar kendi ego ve hırslarının içinde Kuran, mantık ve temiz kalbin buluştuğu dinin dışında her türlü uydurulmuş dini mutlak ve tüm insanların uyması gereken dinler olarak ortaya sürünce işte bu din yolları veya dinlerin yolları da bizzat filin, fillerin hortumu / insanların hanyaya derken Konya’ya değil, cehenneme gitmesini anlatır. Bu dinin bazı belirtileri (çok az örnek vereceğim): İslam dini 4 hak mezhepten ve 73 fırkadan ibarettir. Kuran’ın yapılabilecek bütün yorumları yapılmıştır. Bize düşen müziğine uygun bir şekilde anlamadan okumaktır. Herkes Kuran’ı okursa sonra ayrılık çıkar. Namaz günde 40 rekattır. Cuma günü buna 12 rekat eklenir. Hem Cuma hem ramazan ise 20 rekat daha eklenir. Kuran’ı okuyup düşünmeye gerek yoktur. Peygamberimiz ve ehli beyt hakkındaki rivayetlerden Kuran’ın bütün konulardaki yorumu çıkarılabilir. Bizden önceki din büyüklerimiz, kesinlikle bizden çok üstün ve takva sahibi olarak dini yaşamışlardır, bize düşen onların eserleri ardınca gitmek ve onların eserlerine isyan etmemektir. Çünkü onlar bizden önceki din büyükleridir. Hadisler mutlak gerçektir. Hadislere inanmayan kafirdir, peygambere de inanmamaktadır. Hadisler ve rivayetler Kuran ve din hakkındaki bütün gerçekleri açıklar. Günde şu tespihi 3500 kere çekersen bütün günahların affolur. Artı bu tespihi 4500 kere çekersen her günün için bir cennet sarayı bağışlanır. Bunun üzerine besmele çeken bardaktan günde 2,5 litre su içersen, kan dolaşımın dengeye girer. Deve Arabistan’da yaşadığı için kutsal bir hayvandır. O yüzden idrarını içmek caizdir ve faydalıdır.
320
Şimdi iş Kuran’ın denetiminden ve inanç olarak da Allah’ın birliğinden çıkınca artık hangi uzak diyarın uçurumunun kenarına fırlayacağı belli olmuyor. Esas olarak bir inanç sistemi olarak, tam bir teslimiyetle Allah’a ve yol olarak da Kuran’a, Kuran’ı araştırmaya ve Kuran’ı düşünmeye kodlanmamış, hangi şeytanın peşinden olursa, onun yolunu daha hortuma benzer bulan insan, artık eğer hayalinde bir cennet varsa, oraya trenle mi gider, yoksa 5 arabasıyla mı belli değildir.
İşte bu noktada üzerinde durduğumuz:
“Tuzaklarını boşa çıkarmadı mı onların?”
Ayeti hem dünyevi manada fil yaranlarının hem dini manada fil yaranlarının herhangi bir tartışma, konuşma, empati şu bu olmadan, öldükleri anda ayaklarının altında herhangi bir sert yüzey bulamayacaklarını belirtir. Direkt olarak girecekleri ateşten başka…
“Tuzaklarını boşa çıkarmadı mı onların?” ayeti Allah katında onlar için daha önceden hazırlanmış bir tuzağın, yani cehennemin, çok önceden onların ölüm anı için hazırlanmış olduğunu belirtmektedir. Çünkü Allah, bizzat dünya ve kendi dini, Kuran’ı karşısında hazırlanacak tuzakların daha oyun başlamadan farkındadır.
“Gönderdi üzerlerine sürüler halinde kuş.”
Bu ayette kuş maksadından melekler bahsedilmektedir. Kuran melekler hakkında “Onları ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan O’dur” derken dolaylı olarak Fil suresine atıf
321
yapmıştır ve Kuran bu yöntemi birçok yerde, birçok konuda kullanır. Örnek olarak vahyin imgesinin gök gürültüsü, aklın imgesinin Bakara yani inek ve hatta daha derinlerde Bakara suresinde ayrı ayrı kavramlar olarak ele alınan “İsrailoğulları tarafından ilah edinilen buzağı ile daha sonra Hz. Musa’nın Allah size bir inek boğazlamanızı emrediyor ayetindeki, bahsi geçen ineğin, birbirleri açısından sebeb sonuç ilişkisi temsil etmesi. Yani burada Bakara suresinin İsrailoğullarını anlatan kısmında ilk önce, onların günahları ve buzağıya Tanrı gözüyle bakmalarının ardından Hz. Musa’nın onlara Allah size bir inek kesmenizi emrediyor diye buyurup daha sonra ineğin özellikleri hakkında ortaya çıkan diyaloglarda ineğin, yani buzağıyı/ günahı doğuran sebebin özelliklerinin bir bir Hz. Musa tarafından, oradaki topluma anlatılması ve bu anlamda İsrailoğullarının günah kavramının işlenmesinde var olan sebepler, yani buzağıyı doğuran ineğin vasıfları ve nasıl anlaşılacağı hakkındaki bilgiler hakkında,  bilgi sahibi yapılması. Tabii burada bir dip not olarak o ayetlerde sözü geçen buzağı ve inek kavramlarının birbiriyle direkt anne- yavru ilişkisi taşıma zorunluluğu olmadığını da söyleyebilirim. Yani Hz. Musa toplumuna “O inek sarı, rengi parlak, seyredenlere mutluluk veren bir inektir” derken ineğin yani günaha götüren sebebin, genel manada günah kavramının, göze hoş gelen, insanı şekil ve o günahın insanı beleşe erdirebileceği yollar hakkında, kandırabilen kavramlar olup sadece şekilde olarak göze hoş geldiğini yoksa gerçek manada bir güzelliği ve yararı bulunmadığını bildirmektedir. Kuran’daki günah, günahı oluşturan sebep yani bir anlamda buzağı-inek denklemlerinin daha yakından incelenmesini isteyen hemen şu anda bir Kuran meali açıp okumaya karar verebilir.
322
Nerede kalmıştık? Diyorduk ki Kuran zaman zaman kavramları imgeleştirir, zaman zaman da bazen bazı yerde imgeleştirir, sonra da başka bir ayete pas atar. İşte bu ayette:
“Gönderdi üzerlerine sürüler halinde kuş.”
Derken, hortumlu fil kavramıyla dünyevi ve dini değerleri, onlar gerçekte kendilerinin olmadığı halde, kendilerininmiş gibi sahiplenmeye, elde etmeye kalkan inkarcı haramzade takımına Kuran, en kısa manada “Sürüler halinde melekler gönderilmesi ve herhangi bir savunma yapabilmeleri, hatta ağızlarını bile açma ve hatta parmaklarını bile kıpırdatma imkanı bulamamaları için “ahretteki” vaziyeti anlatıyor. Yani bu haramzade takımı dini, dünyevi fark etmeden bir şekilde bu dünyada şu veya bu şekilde nimetlenseler de ahrette adeta dört bir yandan anırttırıla anırttırıla kuşatılmış olacaklardır, çaresiz kalma hallerini anlatmak açısından. Burada anırttırılmak kavramını ele almamın sebebi, onlar daha dünyadayken, ahrete biriktirecek kadar bu kadar bile bir saygınlığı ve itibarı hak etmemişlerdir. Bu olay işte “Tuzaklarını boşa çıkarmadı mı onların?” ayetiyle, onlar için ahrette zaten bir tuzak olması gerçeğinin, devamı olarak vuku bulan azabın hak olması hadisesinin, gerçek bir olgu olması sonucundandır. Ancak burada dikkatinizi çekmemiz gereken bir başka durum var. Kuran hem kendi içeriğinde, hem de bu surede, yalnızca hak etmedikleri halde, hak etmedikleri şeylere sahip olanların değil, kişinin yalnızca hak ettiği, hakkında mücadele, emek verdiği, gayret gösterdiği şeyi sahiplenmesinin daha doğru olacağını söylüyor. Çünkü Bakara suresi 286. ayetin başlangıcı şöyledir:
“Allah, hiçbir benliğe, gücünün yeteceğinin daha azını yüklemenin dışında bir teklifte bulunmaz. Her benliğin yaptığı
323
iyilik kendi lehine, işlediği kötülük kendi aleyhinedir / kişinin hem kendisi, hem başkaları kazandığı onun lehine, yalnız kendi nefsi için kazandığı onun aleyhinedir / kişinin kendi emeği ile kazandığı lehine, başkalarının sırtından kazandığı aleyhinedir.”
Ve Fil suresinin bahsettiği obje gerçeklerden biri olarak Kuran Necm suresinde, ahrette aynı esas sorgu gününde kişinin yalnız kendi emeği ile çalışıp kazandıklarından sorumlu tutulacağını da bildirmektedir. Necm suresi 36-41:
“Yoksa haber verilmedi mi ona, Musa’nın sayfalarındakiler. Ve o çok vefalı İbrahim’in sayfalarındakiler. Gerçek şu ki hiçbir günahkar bir başka günahkarın yükünü sırtlamaz. Gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başkası yoktur.  Ve onun çalışıp didinmesi yakında görülecektir. Sonra, karşılığı kendisine hiç eksiksiz verilecektir.”
Ve bütün bu olayların, yani kulların kendi aralarında bir haram, helal eğlencesi yapmalarının, dünyanın nüfusunun %10’unun, dünya gelirinin %90’ına sahip olmasının, kalbinde iman olmayanın 7 kere hacca gidip, 15 kere gelmiş olmasının ve komşusu aç iken tok yatmanın doğal hale gelmesinin Allah tarafından da bilindiği ve ahrette bu konularda otomatik mekanizmaların kurulduğu gerçeği Kuran’da İnşikak suresinin şu ayetleriyle anlatılmaktadır.
“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla..
Gök yarılıp parçalandığı.
324
Ve Rabbini dinleyip de hakkın belirişine araç kılındığı zaman. Ve yer uzatıldığı. Ve içindekileri atıp boşaldığı. Ve Rabbini dinleyip de hakkın belirişine araç kılındığı zaman.  Ey insan! Sen Rabbine varmak için çok didinecek, sonunda O’na kavuşacaksın.  O zaman kitabı sağdan verilen. Kolay bir hesapla hesaba çekilecek. Ve sevinçli olarak ailesine dönecektir. Kitabı arka tarafından verilen. Bir ölüm çağıracak. Ve korkunç ateşe girecektir. O, ailesi içinde sevinçli idi. Daha düşkün bir konuma, asla geçmeyeceğini sanmıştı Hayır! Rabbi onu iyice görmekteydi.”
Bu anlamda Fil suresinin ve genel manada Kuran’ın bahsettiği gerçeklerden biri olarak haram olana hortum uzatmamak bir yana kendi emeğinle olmayana el uzatmamak bile bir Kuran’sal etik ve hesap konusudur.
“Atıyorlardı onlara kurumuş çamurdan damgalı taş.”
Burada çok büyük bir anlamın çok kısa bir şekilde anlatılmasını görüyoruz. Ben burada kurumuş çamurdan damgalı taş, imgesiyle çekirge kavramının anlatıldığına inanıyorum. Çekirge Kuran’da, Musa’nın Firavun’a gösterdiği alamet mucizelerden biri olduğu gibi, Kamer suresi 7. ayette:
“Kaymış olarak gözleri, çıkarlar kabirlerinden. Sanki çekirgelerdir çıvgın mı çıvgın!”
325
Bu ayette çekirge kavramı kıyamet günü kabirlerinden çıkarak, hesaba çekilecekleri doğru giden insanların durumunu benzetmek için kullanılmıştır. Peki neden “Atıyorlardı onlara kurumuş çamurdan damgalı taş” ayetinde atmak kavramının kullanıldığını soracaksınız. Burada atmak kavramı, toprak halinden çıkarıp bir anda canlı ve hesap verebilir hale getirmek kavramını simgeler. Zaten atmak kavramı aniden yapılan bir hareket olduğu gibi, kıyamet günü kabirlerden çıkarılmak da aniden olacak bir kavramdır. O halde atmak yani kabirlerden çıkarılmak, görevli meleklerin sorumluluğunda, bir başka deyişle “Yüce Konsey” adı verilen kudretliler toplumunun sorumluluğunda, onların yetkisiyle gerçekleştirilen bir kavramdır. Burada dünyevi ve dini haramzadelerin sadece öldükleri anda değil, kıyametin kopma anında da, Yüce Konsey ve emrindekiler tarafından, kurumuş çamurdan damgalı taş yani bir tür çekirge gibi artık son bir ümit daha kalmamacasına, hesap yerine doğru, saniyede üç yüz bin kilometre hızla (tabiri caizse) koşarak kabirlerden çıkarılmasını görüyoruz. Demek ki bu dünyada da ahrette de kendi emeğin ve kazancın, helalin olan bir damla lokma, mal, mülk, para, nimet, gerçekte hesap konusuymuş. Ve o hesap verilemeyecekse, işin sonu da acıklıymış.
“Nihayet, onları yenik ekin yaprağına çevirdi.”
Burada Kuran’ın bir kelam mucizesine daha şahit oluyoruz. Bildiğiniz gibi çekirgeler genelde ekinlerin yapraklarını yer. Ekinin yaprağı demek, geleceğe yapılan yatırım demektir. Ekin yatırım, yaprak o yatırımın sonucu ve meyvesidir. İşte Kuran diyor ki, ne kadar yatırımını yapmış olursan ol, paranı, nimetini biriktir, kendi dindarlığını herkese
326
sat, adamına göre bukelamun gibi renk değiştir, ekinin yani yatırımın ne olursa olsun, “Bizzat çekirge gibi kıyametlik bir varlık haline dönerek, kendi ekininin yaprağını, kendi amellerinin sonucunu kendin mahvettin. Yatırımı yapan da / belirli amelleri işleyen de, onun yaprağını / sonucunu hazırlayan da, daha sonra bizzat kendin insan konumundan çıkıp kıyametteki çıvgın bir çekirge konumuna dönerek, kendi ekininin yaprağını yiyen / mahveden yine sensin.” Kuran burada ekin, ekinin yaprağı ve çekirge üçlüsünü kullanarak muhteşem bir söz sanatı yapıyor. Yani ekini diken, o ekinin yaprağına meyvesine erişen fakat çekirge gibi o yaprağı, meyveyi mahveden de sensin.  Bu şu demektir yukarıdaki kodlara göre. Dünyada kendin için bazı nimetlenme imkanı hazırlayan, bunların karşılığını dünyada alan fakat bu dünyevi ve dini düzeneğin haramzade yöntemlerle elde edildiği için, bu düzenekten ahrette hiçbir karşılık alamayacak olan yine sensin. Çünkü sen kendi kendini mahvettin dini veya dünyevi haramzade olarak. Sonuç olarak Fil suresinin ne Kabe’yi yıkmak için geldiği söylenen fil efsaneleriyle, ne o efsaneler içinde anlatılan, oraya dönünce yürüyen, buraya dönünce duran fil masallarıyla alakası vardır. Sure tamamen haramzadeliğin dini, dünyevi her anlamda kesinlikle kabul edilmediği ve Allah katında tek geçerli nimetlenme yolunun helal rızık, kazanç olduğunu, bu konuda ahrette yapılacak ayrımın çok kesin olduğunu bildirmektedir. Ayrıca bu sure bir çok insanın bu surede Kuran’ın ne demek istediği hakkında hiçbir fikri olmamakla birlikte, olanların da bir takım efsanelerle kendini avuttukları anlamına gelir ve bunu ispat etmektedir. Bakın bakalım surede oraya buraya dönen filler var mı? Peki bu surenin Allah katındaki karşılığı ne olacaktır anlam olarak? Farkında mısınız olacak şeylerin? Peki yüzyıllardır fil suresi açıklaması olarak, yok fillere taş atıp Kabe’yi koruyan kuşların, yok dönen
327
fillerin yok Ebrehe’nin anlatılmasının hesabını kim verecek? Yalnızca Kuran yeterli değildir, mutlaka geçmişteki ve gelenekteki mirastan beslenmemiz gerektiğini savunanlar bunu açıklayabilecekler mi ve bu sorumluluğu alabilecekler mi?
EVRENİN DENKLEMLERİ         YOĞUNLUK POTANSİYEL ENERJİSİ        VE KURAMSAL İSPATI EVRENİN BAŞINDAKİ VE SONUNDAKİ ENERJİLERİN EŞLİĞİ MOMENTUMA UYARLAMALARI (KORUNUMSUZ ÇARPIŞMALAR KONUSUNDA DA)
328
EVRENİN HIZI VE HACMİ ARASINDAKİ BAĞINTI YOĞUNLUK-DALGA BOYU BAĞINTISI
Burak Taracar
EVRENİN DENKLEMLERİ Bu kitabın yazılış amacı aslında garip bir integral sonucu oldu. Ve hemen belirtmeliyim ki bu çalışma şu anda yalnızca ortaya atılan bir tezdir. Doğrulanabilir, yanlışlanabilir. Ve bu tez, şu an için yalnızca bir tartışma konusu olmak üzere ortaya atılmıştır. Kitabın yazarı, kesinlikle tezinin kesin doğru olduğunu iddia etmemekte, ulaşabildiği bilimsel ortamlarda tartışma ortamı bulamadığından, kitabın içeriğine bu tezini almıştır. Eğer bu tez, ilgilenen fizikçiler tarafından yanlışlanırsa, zaten tartışılacak bir şey yoktur, ancak eğer doğrulanabiliyorsa ve bilim dünyasında genel kabul görürse, bu dalga ve yoğunluk kavramları arasında yeni bir bakış açısı ve madde-dalga ilişkisi açısından da yeni bir birlikteliktir. Yani yazar bu konudaki ehil kişilerin en azından bu konu üzerinde düşünmesini istemektedir. Çünkü anlatılması ve anlaşılması çok kolay bir konudur. Üniversite 1. Sınıf fizikçiler bile kolaylıkla inceleyebilir.
329
Evrenin nasıl yaratıldığını düşünürken, ilk çıkış noktam yoğunluğun (d) sabit madde (m) ve küçülen hacim (V) arasında sonsuza ıraksamasıydı, yani zaman t=0 a yaklaşır iken. Ve  aslında yaratılışın ilk anında evrenin başka hiçbir enerjiye dönüşmemiş tek bir toplam enerjisi olduğunu ve bunun t=zaman sıfıra (0) yaklaşırken sonsuza yaklaşan yoğunluk türü bir enerji olduğunu düşündüm. Evrenin ilk anında yani zaman (t) sıfır (0) iken yoğunluk sonsuz () ve hacim sıfırdır (0). Ve zaman ilerledikçe yoğunluk azalıyor, hacimse artıyor. Zaman sonsuza giderken ise yoğunluk sıfıra, hacim sonsuza yaklaşıyor idi. Ben zamanın sıfır olduğu ilk anda bu evrenin sahip olduğu toplam enerjinin yoğunlukla ilgili olduğunu düşündüm. Bu konuda elimde olan tek formül ise
m
d
V    formülü idi. Bu temel formülün fiziğin en temel formüllerinden biri olmasına karşın üzerinde fazla çalışma yapılmamıştı. Evrenin zamanla orantılı olarak, zaman 0’dan sonsuza () giderken veya sonsuzdan () sıfıra (0) gelirken yoğunluk (d) ve hacim (V) değişiyor, evrenin kütlesi (m) ise sabit kalıyordu. Bu arada bir dip not olarak evrenin, zaman sonsuza giderken sahip olduğu enerjinin tümünün Kinetik enerjiye (Ek) dönüştüğünü söylemeliyim. Çünkü bu ileride oluşturacağımız ispata lazım olacak.  Bilindiği gibi evren bundan 13,7 milyar yıl önce Big- Bang olayıyla yaratıldı ve o gün sonsuz olan yoğunluk ve sıfır olan hacim bugün tam tersi yönlerde azalarak ve artarak
330
devam ediyor. Peki neydi bu evrenin t=0 anında sahip olduğu toplam enerji?
A)YOĞUNLUK POTANSİYEL ENERJİSİNİN ÜÇ FARKLI GÖSTERİMİ VE KURAMSAL İSPATI
A-1)
m
d
V   formülünde d, V ve m’yi evrenin değişken yoğunluk, hacim ve sabit kütlesi olarak kabul edersek.
m
d
V   formülünden m’i çekip V’ye göre integralini alırsak,
. m dV     . . . mdV dV dV      2 1 2 mV dV 
21 2 mV dV 
Burada eşitliğin sağ tarafına baktığım zaman 2 1 2 dV nin beni ilgilendirdiğini düşündüm. Ve sezgilerim bu formülün beni “Yoğunluk potansiyel enerjisi (Ed)” ye götürebileceğini söyledi ve Yoğunluk Potansiyel Enerjisi (Ed) yi
Ed= 2 1 2 dV  olarak tanımladım. Bu aslında ilk bakışta altyapısı olmayan ve temelsiz bir formül olarak görülebilir. Fakat Ed’yi evrenin başlangıçta sahip olduğu (t=0) toplam enerji olarak tanımlayıp ve Ek kinetik enerjisini de evrenin zaman sonsuza
331
giderken t=’da dönüştüğü toplam enerji olarak tanımlarsak, biraz sonra bu ikisini eşitlediğimizde sonuç 1=1 olacak ve denklemin doğrulandığını göreceğiz. Yani evrenin t=0 anındaki toplam enerjisi olan yoğunluğa bağlı enerjisinden ibaret yoğunluk potansiyel enerjisinin, evrenin zaman sonsuza giderken sahip olduğu toplam enerjiye, yani toplam kinetik enerjiye eşit olduğunu gösterebilirsek, eşitliğimiz ve denklemlerimiz, formüllerimiz doğrulanır.
Bu 2 1 2d E dV  formülünde zaman sıfıra giderken, yoğunluk sonsuza ve hacim sıfıra yaklaşır ve böylece .0 belirsizliği oluşur ve bu belirsizliği çözmek olanaksızdır. Fakat gerekli dönüşümler yapıldığında bu belirsizlik ortadan kalkabilir. Bunu A-2 ve A-3 te göreceğiz. A-4 ise kuramsal ispattır.
A-2) 2 1 2d E dV  olarak tanımlamıştık.
m
d
V  olmak üzere
d’nin yerine
m V yazalım.    211 22 dd m E V E mV V     eşitliği ortaya çıkar yani Ed’nin bir başka ifadesi
1 2d E mV   dir.  Burada m evrenin zamana bağlı olmaksızın değişmeyen toplam kütlesi ve V zaman 0’ dan ’a doğru genişleyen hacmidir.
332
O halde burada m bir sabit olarak ele alınabilir. Ve t=0 anında ve V=0 ve dolayısıyla Ed=0 olan toplam enerjisi zaman ve hacim arttıkça V hacim ile doğru orantılı olarak artmaktadır. Fizikçiler enerji yoktan var olmaz ve vardan yok olmaz derler. Oysa burada     Ed=1 2 mV enerjisi t=0 dan itibaren artmaya başlamakta yani evren dışarıdan enerji almaktadır. Bu da bizim t=0 da patlayan Big-Bang imizin başka bir zaman mekan ortamının içinde yaratıldığını gösterir. A-3)  Ve şimdi zaman t=0 anında ileriye doğru akışıyla Ed’nin arttığını yani evrenin dışarıdan enerji aldığını bir başka yolla ispatlayalım. Bu arada Ed’yi üçüncü bir denklemle daha tanımlayacağız.
21 2d E dV          m d V  
m
V
d 
2V yerine
2
2 m d  yazalım
2
2
1 2d
m Ed d 
21 2d m E d     olarak üçüncü bir formülle tanımlanır. Yani=
21 2d m E d  Bu formülde evren genişledikçe yoğunluğunun azaldığını hatırlarsak, yoğunlukla ters orantılı olarak Ed artmaktadır. Bu arada m yine evrenin toplam kütle sabitidir. t=0 da yoğunluk sonsuz olduğundan Ed yine sıfıra gider. Fakat evren
333
genişledikçe yoğunluk azaldığından Ed artar. Bu da t=0 anından itibaren evrenin dışarıdan enerji aldığının bir başka göstergesidir. KURAMSAL İSPAT: A-4) Şu ana kadar ortaya belirli bazı öngörüler koyduk fakat bunları ispatlamadık. Eğer
21 2d E dV 
1 2d E mV 

21 2d m E d  şeklinde üç farklı biçimde ortaya koyduğumuz formüllerin doğru olduğunu ispatlayabilirsek bu bizim açımızdan rahatlatıcı olacaktır.  Hatırladığınız üzere evrenin t=0 anında sahip olduğu toplam enerjiyi Ed (yoğunluk potansiyel enerjisi) olarak tanımlamıştık. Bilim insanlarının yaptığı bir kabule göre ise t zamanı sonsuza giderken evrenin bütün enerjisi “Kinetik enerjiye (Ek)” dönüşür. Şimdi eğer biz evrenin başlangıcında t=0 anında ve t= anında sahip olduğu iki enerjinin birbirine eşit olduğunu ispatlayabilirsek, denklemlerimizin de doğru olduğunu söyleyebiliriz. Yani
dbaşlangıç kson EE  olursa denklemlerimiz doğrulanır.
Burada d=yoğunluk; m=kütle; V=hacim ve v=hız olmak üzere
2 11 22 dk E mV mv E   
2 Vv    Buradan hacmin hızın karesiyle doğru orantılı olarak arttığı sonucu ortaya çıkar. Veya hızın karesinin de hacmin
334
artmasıyla doğru orantılı olarak arttığı sonucu. Yani evren genişledikçe hızı artmakta, hızı arttıkça genişlemektedir. Bunu hatırda tutalım. Şimdi Ed’nin bir taraftan

21 2d E dV 
olduğunu hatırlarsak
22 11 22 dk E dV mv E            2 Vv   idi. 21 2 dV  formülünde V=v2    ve V2=v4     yazalım
42 11 22 dv mv        2 m dv 
d yerine
m V   yazarsak, işte ispat noktası bu anda geliyor. İşte
bu anda
1 2d E mV   deki değişkenleri 2 1 2 dV cinsinden ifade
ettikten sonra doğal bağlantı olan
m V ile denklemi sınadığımızda sonuç 1=1 yani tamam çıkmaktadır.
2m mv V         2 2 . m mv v   O halde m’ler ve v2’ler sadeleşir Ve    1=1   sonucu ortaya çıkar.  Bu sonuç ise evrene t=0 anında verilen toplam enerjinin, Ed zaman (t) sonsuza giderken, tamamen Ek yani kinetik enerjiye dönüştüğünün bir ispatıdır.
335
Fakat bu anlamda ilginç olan şudur ki evrenin, t=0 anında sahip olduğu toplam enerji olan Yoğunluk Potansiyel Enerjisi; evrenin t=zaman, sonsuzda iken sahip olduğu toplam kinetik enerjiye yani zaman sonsuzda iken enerjisine eşit iken, denklemler kavramsal olarak bunu sağlar iken, aynı denklemlerin ifade ettiği başlangıçtaki Yoğunluk Potansiyel Enerjisi t=0 anında sıfır (0) miktarı bir enerji ifade ediyor iken, t=sonsuzda Ek, toplam kinetik enerji sonsuzu ifade eder miktar olarak. Ve buna rağmen bizim denklerimiz bunu sağlar.
1 2d E mV     tanımında m sabit ve V =0’dan sonsuza ıraksayan dönüşümde, t=0 olduğu zaman t=0 daki Yoğunluk Potansiyel Enerjisi sıfırdır (0), ve bu olay bizim denklemlerimizde t=sonsuzda kinetik enerjinin de sonsuz olması kavramını kapsamaktadır. Yani bu anlamda kavramsal ve denklemsel eşitlik, niceliksel eşitsizliği kapsamaktadır. Şöyle de ifade edilebilir elimdeki torbada başlangıçta hiç elma bulunmamasına rağmen, 10 gün yürüyerek camiye gittiğimde torbada 5 kilo elma almış bulundum. Nereden geldi bu 5 kilo elma? Şimdi anlatmaya çalıştığımız şey, elimizdeki içinde hiçbir şey olmayan torba ile 10 gün yürünerek içinde 5 kilo elma olan torbanın aynı şey olduğu, torba değişmedi yani. Sadece zaman içinde dışarıdan birileri ona elma (enerji) koydu.  “Hiç kuşkusuz biz genişleticileriz”  Hacmin zamanın sıfır olduğu an itibarıyla sıfır olması ve bu nedenle 1/2mV formülünde Ed yoğunluk potansiyel enerjisinin de sıfır olması, dolayısıyla zamanın sıfır olduğu
336
anda evrenin enerjisi sıfır iken, zamanın ilerlemeye başladığı andan itibaren evrenin enerjisi sürekli artıyor ve zaman sonsuz olduğu zaman tüm enerji kinetik enerjiye ve sonsuza dönüşüyor. Peki bu enerji artırımını yapan kim? Bir anlamda nasıl oluyor da yolda hiç alışveriş olmamasına rağmen belirli bir hızla torbaya elma giriyor, yani evren enerji alıyor. Evreni genişletme ve bu sırada evrene enerji verme işini kotaran kim?
“Yemin olsun, biz gökleri, yeri ve bunlar arasındakileri altı günde yarattık. Ve bize hiçbir yorgunluk dokunmadı.”
Burada altı gün kavramı, evrenin yaratılması ve genişletilmesi işinin onlar için sınırlı ve dx kadar kısa ve basit işlem olduğunu bildirmektedir. Yani 6 gün kavramı sınırlılığı, kolaylığı anlatmaktadır. Nitekim “Ve bize hiçbir yorgunluk dokunmadı” cümlesi de bunu ifade eder. Farklı bir sayı imgesi türünü Kuran Mearic suresi 4. ayette kullanır:  “Melekler ve Ruh, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselirler O’na” Bu ayette ise elli bin yıl, melekler ve Ruh açısından kendilerinin Rahman’ın huzuruna çıkabilmeleri için geçirmeleri gereken bir tekamül boyutları süreci olarak verilmektedir. Yani bu anlamda evrensel tekamül süreci tüm evrenler bazında devam ettiği için her kul da O’na yöneliminde dünya hayatında da ahrette aşamalar kaydetmek
337
zorundadır. Hele bu, melekler ve Ruh gibi en üst boyut varlıklar için söz konusu olduğunda, elli bin yıllık bir yükseliş, aşama sadece simgesel bir kavram ve rakamdır. Bir önceki ayette altı gün sınırlılığı, basitliği, bu ayette elli bin yıl artan ivmeli bir gelişim sürecini ifade etmektedir.
A-5) İspat sırasında Ed yi
1 2
mV türünden tanımlayıp kinetik
enerjiye eşitlemiştik. Yani
2 11 22 dk E mV mv E      demiştik. İspatımız doğru olduğuna göre ispat sırasında kullandığımız bu yol da doğrudur ve sonuç olarak Ed=Ek
2 11 22 mV mv 
2 Vv    eşitliği de doğrudur. Ve buradan evrenin hacminin arttığını bildiğimize göre; evrenin hacmi arttıkça hızı da artar ve hızının karesiyle doğru orantılı olarak hacmi de artar. Bu ikisi birbirine doğru orantılı olarak bağlıdır.
B)  YOĞUNLUK POTANSİYEL ENERJİSİNİN MOMENTUMA, KORUNUMSUZ ÇARPIŞMALARA UYARLANMASI B-1) Yoğunluk potansiyel enerjisinin sabit yoğunluktaki cisimlere uyarlanması. (Enerji korunumu olmayan çarpışmalar açısından)
338
Enerji korunumu olmayan çarpışmalar ve patlamalar, fiziği oldukça zorlayan konulardır. Ancak işin içine yoğunluk potansiyel enerjisinin bakış açısı girdiğinde, olayı bir de bu yönden inceleyeceğiz.  Bu bölümde sabit yoğunlukta bir cisim ele alıp bunun enerji korunumu olmayan bir iç patlamayla parçalanmasını inceleyeceğiz
m;V Küre şeklinde bir cisim ele alıp bunun bir iç patlamayla dört eşit hacim ve kütleye ayrıldığını düşünelim.
Başlangıçta kütlesi m ve hacmi V olan bu cismin Ed si
1 2
mV
dir.
Dört eşit parçaya ayrıldığında her bir parçanın Ed si
1 2 4 4 mV
olur. Ve parçaların toplam Ed  si
1 2 4 4 mV
+
1 2 4 4 mV
+
1 2 4 4 mV
+
1 2 4 4 mV
=4.
1 2 4 4 mV
=
1 8
mV olur
Bu durumda başlangıçtaki toplam Ed=
1 2
mV
339
Son durumdaki toplam Ed=
1 8
mV
Ve kayıp enerji=
1 2
mV –
1 8
mV =
3 8
mV  olur.
Ben bu konumda Ke (kinetik enerji, korunumsuz) çarpışmalarda diğer enerjiler= kinetik, potansiyel, ısı, kütle çekim enerjileri vs göstermek üzere Ed başlangıç+Diğer enerjilerbaşlangıç= Ed son+ Diğer Enerjilerson   olduğuna inanıyorum ve MOMENTUM KONUSUNDAKİ ÇARPIŞMALARDAKİ KAYIP ENERJİ konusunun böyle çözülebileceğine inanıyorum.. Şimdi  aynı şekilde üç hacim ve kütleye dönüşecek bir küre ele alalım. Kütle=m ve hacim=V
Edbaşlangıç=
1 2
mV
Her bir parçanın son enerjisi=
1 2 3 3 mV
Son toplam Ed=
1 2 3 3 mV
+
1 2 3 3 mV
+
1 2 3 3 mV
=3.
1 2 3 3 mV
=
1 6
mV
Ed kayıp=
1 2
mV –
1 6
mV =
1 3
mV
340
Bu durumda başlangıçta kürenin sahip olduğu Ed=
1 2
mV
ve ayrı ayrı üç parçanın sahip olduğu toplam Ed=
1 6
mV dir.
Bu durumda sonuçta oluşan Ed başlangıçtakinin 1 3
üdür. Şu halde herhangi bir d sabit yoğunlukta cisim ayrı ayrı n eşit
parçaya ayrıldığında sonuçta oluşan Ed, başlangıçtakinin
1 n
katıdır şeklinde bir genel formül çıkarabiliriz.  Şimdi başlangıçta ele aldığımız 4’e bölünen kütleyi ele alalım.
(diğer enerjiler)1 +
1 2
mV =
1 8
mV + (diğer enerjiler)2
Burada diğer enerjiler 1 ve diğer enerjiler 2 farkı
1 2
mV –
1 8
mV =
3 8
mV kadardır ve ısı, kinetik enerji, potansiyel enerji, sürtünme enerjisi vs gibi her türlü enerjiye gitmiş olabilir.  Şimdi yeni bir çıkarım yapalım. m kütleli ve V hacimli bir cisim n eşit parçaya ayrıldığında sonuçta oluşan parçaların yoğunluk potansiyel enerjileri toplamı
Ed son=
1 n Ed başlangıç     olur.  Ve parçalar eşit kütle ve hacme bölünüyorsa her bir parçanın Ed  si
341
Ed= 2 1 n Edbaşlangıç   olur. Hatırlarlarsanız dört eşit parçaya ayrılan kütlede
1111 2 4 4 2 4 4 2 4 4 2 4 4dparçalar mV mV mV mV E    
1 2dba ş E mV 
Hem m in hem de V’nin n’e bölünmesiyle her bir parçanın
Ed si= 2 1 n Ed başlangıç olur.
Bu sebeple bir iç patlama veya herhangi bir sebeple ortaya çıkan diğer enerjiler toplamı
11 dbaşlangıç dbaşlangıç dbaşlangıç n E E E nn   Bu arada
1
dbaşlangıçE
n
parçalar toplamının Ed siydi.
Bu denklemlere göre bir cisim patlama veya başka bir sebeple eşit kütle ve hacimde n eşit parçaya ayrıldığında
ortaya çıkan her bir parçanın Ed si 2 1 n ve çıkan parçaların
342
toplam Ed si
1 n oranıyla azalır. Bununla birlikte açığa çıkan
ısı, kinetik enerji ve diğer enerjiler toplamı da
1n n 
oranıyla
çoğalır.
C)  YOĞUNLUK-DALGA İLİŞKİSİ
C-1) Bu konuda çeşitli dönüşümler yaparak 
dalgaboyu ile d yoğunluk arasında bir ilişki bulmaya çalışacağız.  Einstein bir madde tamamen enerjiye dönüştüğünde oluşacak enerjinin  2 E mc  olduğunu iddia etmişti.  Diğer taraftan belirli bir dalga boyu olan bir fotonun toplam enerjisi
ise
hc
E 
 idi.
Biz bu tezimizde maddenin hem dalga hem parçacık olduğunu iddia ettiğimizden bu ikisini de birbirine eşitleyeceğiz.
2 mc =
hc 
ise
h
m
c  
Diğer taraftan evrenin bütün enerjisinin t=0 anında yoğunluk potansiyel enerjisi olduğunu, bu enerjinin t= da ise kinetik enerjiye döndüğünü öngörmüştük. Buradan:  Ed=Ek
2 11 22 mV mv 
343
2 Vv      vc   ise   2 Vc 
Bu durumda ilk bulduğumuz
21 2 dV denklemi
24 11 22 dV dc     haline dönüşür. Buradan tekrar  2 mc ye geçiş yapıp onu Ed ye eşitleyelim
2mc = 4 1 2 dc    buradan 2m=dc2 olur
m’i yukarıda
h c 
olarak bulmuştuk. Yerine yazalım.
22 h dc c        Buradan   3 2h d c    olur. Bu en önemli eşitliklerimizden biridir. Şimdi sabitleri hesaplarsak= h=6.626*10-34 J.s         c=3*108 m/s Buradan işlemler yapıldığında
3 2h
d
c   = ise
114.9*10
d  

Bu da bize χ dalga boyuyla giden bir fotonun bir yoğunluğu olduğu hatta belki madde sürekli titreşen alt parçacıklardan oluştuğuna göre bu parçacıkların da bir dalga boyu olduğu sonucunu verir. Bu aynı zamanda maddenin bir tür dalga ve dalganın bir tür madde olduğuna ait bir ispattır.
344
C-2) Şimdi
h
m
c    ve  3 2h d c   sonuçlarını daha önce bulduğumuza göre en basit formülümüz olan
m
d
V
 
m
V
d  formülünü kullanırsak
32
.
22 h c c V ch     sonucu ortaya çıkar. Fakat bunun bilimsel olarak ne demek olduğunu bilmiyorum.
Belki de ben burada konuyu fotonla sınırlı tutmakla yanlış yapıyorum. Çünkü inandığım şey maddenin aynı zamanda bir dalga ve dalga aynı zamanda bir madde olduğudur. Çünkü artık işin içine yoğunluk girmiştir. Sonuçta dalga ve yoğunluk arasında direkt bir bağıntı ortaya çıkmıştır. Bu konunun tartışılıp açıklanması bilim insanları için de bir görev ve gerekliliktir.           Burak Taracar
ÖZGÜRLÜK VE İRADE
Düşünüyorum da, insana irade denilen yapıp etme, seçip seçmeme kudreti, insana, onun özgürlük tutkusundan dolayı mı verilmiş? İnsan cennet denilen en mükemmel yaşam arenasına konuluyor ve deniyor ki, “İstediğin gibi ye, iç. Burada senin için ne bir tasa, ne bir kötülük, ne bir korku var ama şu ağaca yaklaşma.” Fakat insan en zoru seçiyor. Yani gerçekte mümkün olmayan sonsuzlaşma arzusu, onu Allah’a rağmen bir yol deneyerek sonuca gitme eğilimine götürüyor.
345
Şeytan insana vesvese veriyor ve diyor ki, “Sana eskimez, çökmez sonsuzlaşma yolunu, melekler gibi olma yolunu göstereyim mi?” Oysaki insan biliyor cennette en mükemmel yaşantı tarzını gösterse de kendisini bir kıyamet gününün bir hesap gününün beklediğini. Buna rağmen diyor insan, “Belki…” Belki onun bu söylemi kıyamet gününe dair korkusundan yahut Rahman’ı şüphesiz bilmenin getirdiği kalp titreşiminden, hesap gününden. O hesap gününde hiçbir nimetin, hiçbir lütfun karşılığını veremeyeceğini bilmesinden… Belki onun bu “Belki” si bilinmeyene atılmanın cazipliğinden ve bu cesareti göstermesinden. İnsan “Belki” diyor. Belki güvenli bir şekilde hesap gününe ulaşabilirdim ama ben bilinmezi seçerek, adeta olmayacak imkansızın rüyasını görmeye dalarak bu hesap gününü erteleyebilir veya onu biraz olsun düşünmekten kurtulabilirim. Ama olmuyor. Yasak meyveden yediği anda kötülük ve zulmün genleri bulaşıyor insanın kanına ve bu zulüm daha ilk nesilde kendini gösteriyor ve daha sonraları daha artarak, çeşitli şekillerde kendini gösteriyor. Dünyaya geldiğine pişman oluyor insan. Yalnız buluyor kendini. Rabbine dair inançtan öte bir kesinlik yok. Ne yöne baksa, nereye adım atsa, düşüncesi, yaptıkları sütten çıkmış ak kaşık olsa o zulüm genlerinden birkaç tohumun izleri duruyor. Silinmeyecek bir şekilde… Şeytan zaten pusuda. Her an onun kötü niyetini bekliyor. Zalimlik kanına işlemiş az ya da çok insanın. Bu yüzden hep af dilemek, hep tövbe etmek zorunda. Oysa doğru yolda olmak da yetmiyor. Hep daha doğru yolu bulmak gerekiyor. Bir yandan da zalimliğe bulaşmak, günah tehlikesi hep var. Bütün olasılıklar hep bir sonuca çıkıyor. Ölüm, arkasından ya affedilmek ya da… Söylemek bile anlamsız. Hz. İbrahim şöyle diyor: “Yalnız temiz kalple varan kurtulur.” Peki temiz kalbin açıklaması ne? Neye göre temiz kalp? Firavun’a göre mi yoksa Musa’ya göre mi? Ay dünya
346
etrafında dönüyor. Dünya ise güneşin etrafında. Peki güneş neyin etrafında dönüyor? Ya Samanyolu neye göre nerede? Temiz kalp neye göre? Allah’a göre temiz kalbin tarifi, yeterliliği ne? Uzun uzun düşünüyor insan… Ve sonunda buluyor. Tam teslim olmak ve samimi olmak… Ötesi mi? Fazla önemli değil…

Bir önceki yazımız olan FARKINDA MISIN? sufi başlıklı makalemizde farkındamısın sufi ve sufi hakkında bilgiler verilmektedir.

cennetin-bahcesi

Share
Published by
cennetin-bahcesi
Tags: ahlakfelsefe

Recent Posts

Creative Ways To Use Lighting In A Hallway Without Windows

Appendix J regulates the repair, renovation, alteration, and reconstruction of legally existing buildings and is…

2 sene ago

How to open the Windows 11 Snipping Tool with a keyboard shortcut to capture, edit, and save screenshots

Once you have taken a screenshot and used the native marking tools, if you want…

2 sene ago

Why won’t my Fitbit device sync?

Once the update is complete, your phone will restart. After the phone restarts, try to…

2 sene ago

How to Screenshot on Windows Take a Screen Shot on PC

Select one of the available restore points to do system restore in Safe Mode. It…

2 sene ago

Free Document Signing DocuSign Electronic Signature App

Stella has been working in MiniTool Software as an English Editor for more than 4…

2 sene ago

Best dating sites

Many local newspapers had online personals in the mid 1990s but were bought out by…

2 sene ago