Dinimiz ve bâtıl dinleR>Dinimiz – Cennetin Bahçesi https://www.cennetinbahcesi.com Dini Paylaşım Sitesi Mon, 08 Jul 2019 16:31:53 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.0.7 110917297 Dinimizle ilgili çeşitli sorular https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/08/dinimizle-ilgili-cesitli-sorular/ https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/08/dinimizle-ilgili-cesitli-sorular/#respond Mon, 08 Jul 2019 16:31:53 +0000 Dinimiz]]> http://www.cennetinbahcesi.com/?p=5661

Sual: İslam’ın beş şartı, ne vakit farz oldu?
CEVAP
Şu zamanlarda oldu:
1- Kelime-i şehadet: Müslümanlığın başlangıcında farz oldu. Beş şarttan ilk farz olan budur.
2- Beş zaman namaz: Hicretten bir yıl ilkin mirac gecesinde farz oldu.
3- Ramazan-ı şerif orucu: Hicretin ikinci senesinde, Şaban ayında farz oldu.
4- Zekât vermek: Orucun farz olduğu yıl, Ramazan ayında farz oldu.
5- Hac: Hicretin dokuzuncu senesinde farz oldu.

Dört temel hadis-i şerif
Sual:
İslamiyet’in temelini bildiren dört hadis-i şerif hangisidir?
CEVAP
İslamiyet’in dört temeli, şu dört hadis-i şerifle bildirilmiştir:
1- (Ameller niyetlere göredir.) [Buhari]

2- (Helal ve haram meydandadır.) [Ebu Davud]

3- (Davacının tanık göstermesi ve davalının yemin etmesi lazımdır.) [Tirmizi]

4- (Kendi için istediğini, din kardeşi için de istemeyen, imanı kâmil olmaz.) [Ebu Davud]

Bu hadis-i şeriften birincisi yakarma bilgilerinin, ikincisi muamelat bilgilerinin, üçüncüsü hakkaniyet bilgilerinin, dördüncüsü de terbiye bilgilerinin temelidir. (H.L.O. İman)

Sual: Müslümanlık ulaşmadan önce, o zamanki insanoğlu, bakamayız diyerek yoksulluk sebebiyle çocuklarını öldürüyorlarmış. Kız çocuklarını da diri diri gömüyorlarmış. İslamiyet ulaşınca bu durumu yasaklamış mıdır? Yasaklamışsa bu konudaki âyet ve hadisler nedir?
CEVAP
Bu konudaki bir âyet-i kerime meali:
(Çocuklarınızı yoksulluk korkusuyla, geçim endişesiyle öldürmeyin. Onların da, sizin de rızkınızı biz veririz. Onları öldürmek normal olarak oldukca büyük bir günahtır.) [İsra 31]

Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Allahü teâlâ, ana babayı üzmeyi, kız çocuklarını diri diri gömmeyi, dilenmeyi haram kıldı. Dedikoduyu, oldukca sual sormayı ve malı israf etmeyi çirkin buldu.) [Buhari, Müslim, Ebu Davud]

Sual: Yabancılar, müslümanlıkta sevginin olmadığını, sevgi hakkında Kur’anda hiçbir âyet bulunmadığını söylüyorlar. Bu hususta data verir misiniz?
CEVAP
Müslümanlık, sevgi, kardeşlik, af, mağfiret ve güzel terbiye dinidir. Kur’an-ı kerim, hadis-i şerifler ve İslam zamanı bunun sayısız örnekleriyle doludur.

Sevgi ile alakalı sayısız âyet-i kerimelerden birkaçı mealen şöyleki:
Allahü teâlâ şunları sever:
(İyilik edenleri sever.) [Bekara 195]

(Sabredenleri sever.) [A.İmran 146]

(İhsan edenleri sever.) [A.İmran 134]

(Hakkaniyet edenleri sever.) [Maide 42]

Allahü teâlâ şunları sevmez:
(Zalimleri sevmez.) [A. İmran 57]

(Fesatçıları sevmez.) [Maide 64]

(İsraf edenleri sevmez.) [Enam 141]

(Kibirlenenleri sevmez.) [Nahl 23]

(Çirkin sözün açıklanmasını sevmez.) [Nisa 148]

Hadis-i şeriflerde sevgi

(Kendi için sevdiğini arkadaşı için sevmeyen, mümin olması imkansız.) [Buhari]

(Tanrı indinde en sevgili kimseler, ahlakça en güzel olanlardır. Bunlar, başkaları ile ülfet ederler, kendileri ile de kolayca ülfet olunur. Allahü teâlânın sevmediği kimseler ise, söz taşıyanlar, kusur araştıranlar, iki kişinin arasını açanlardır.) [Hatib]

(İyiliği, iyilik edeni sevin! ) [Ebuşşeyh]

(Tanrı tektir, teke riayet edeni sever.) [Beyheki]

(Allahü teâlâ, komşusuna ve zimmilere zulmedeni sevmez.) [Deylemi]

(Allahü teâlâyı seven haya sahibi olur.) [Ramuz]

(Mümin olmadıkça Cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de mümin olamazsınız.) [Müslim]

(Aşık olup, sevgisini gizleyen ve iffetini muhafaza eden, şehit olarak ölür.) [Hatib]

(Seven sevilmiş olduğu ile beraberdir.) [Buhari]

Hazret-i Âdem’e secde
Sual:
Tanrı’tan başkasına secde edilmediğine nazaran, Allahü teâlâ, Hazret-i Âdem’e secde edilmesini niçin emretmiştir?
CEVAP
Allahü teâlânın Âdem’e secde edin emri, Âdem’e doğru secde edin anlamına gelir. Iyi mi biz, Kâbe için değil de, Kâbe istikametine secde ediyorsak, melekler de Âdem aleyhisselama doğru secde ettiler. Fakat İblis secde etmedi. Oysa İblis, daha ilkin hep secde ederdi. Kendini Hazret-i Âdem’den üstün görmüş olduğu için ona doğru secde etmedi. (Mektubat-ı Rabbani)

Âdem aleyhisselamdan, İbrahim aleyhisselama kadar, selamlaşma, birbirine secde etmekle olurdu. Sonrasında, bunun yerine boynuna sarılmakla oldu. Muhammed aleyhisselam zamanında, el ile müsafeha sünnet oldu.

Araplar ve bedeviler
Sual:
Tevbe suresinin 97. âyetinde, (A’rabiler [bedeviler] sövgü ve nifakta daha beter) deniyor. Bunun açıklaması nasıldır?
CEVAP
Tefsirlerde, A’rab kelimesi, bedevi olarak geçmektedir. Kâdı Beydavi tefsirinde, bu âyetin açıklamasında buyuruluyor ki:
Şehirden uzak, çölde yaşayan bedeviler, sövgü ve nifak yönünden kent halkından daha ileridedir. Bedevilerin kent medeniyetinden uzak kalışları, kalblerinin kasvetli oluşu, ilim ehli ile azca görüşmeleri, kitap ve sünneti azca bilmeleri sebebiyle onlar bu duruma düşmüşlerdir.

Bu tefsirin Şeyhzâde haşiyesinde de şöyleki buyuruluyor:
Buradaki A’rab kelimesi Arap milleti değildir. A’rab kent haricinde, çölde yaşayan bâdiye halkıdır. (Arabı sevmek imandandır) hadis-i şerifi, A’rabi ile Arabın değişik olduğuna delildir. Zira Arap övülüyor, A’rab ise kötüleniyor. A’rabiler, kısaca bedeviler, terbiye altına girmek istemeyen, isyankâr ve kalbleri kararmış yırtıcı kimselerdir. İlim ehli ile görüşmezler, Tanrı’ın kitabını, Resulullahın kalblere şifa veren sözlerini dinlemezler. Bunlar, normal olarak sabah akşam ilim ve hikmet ehlinin ve Resulullahın sohbetini dinleyenlerle aynı olması imkansız. Şehirde yaşayanla bâdiyede yaşayan arasındaki fark, dağda yetişen meyve ile bahçede [tekniğe uygun olarak] yetiştirilen meyveye benzer. (2/448)

Bedevilerin Müslümanları da normal olarak vardır. Fakat yargı ekseriyete nazaran verilir. (Bu âyet-i kerimedeki A’rabilerden maksat, Müslümanların içinde yetişen mürtedler ve münafıklardır. Bunların kâfirlik ve nifakları, öteki kâfirlerden daha şiddetlidir) diyen âlimler de olmuştur.

Sual: İslam rahat olmaya kafi mi?
CEVAP
Normal olarak.
Yetmez diyen, hâşâ, noksan göndermiş diye Allahü teâlâya kusur isnat etmiş olur. İslam’a tam uyan tam rahat olur. İslamiyet, insanların dünya ve ahiret saadetine kavuşmaları için kayra edilmiştir. Fakat insanoğlunun itikadda ve amelde noksanı olursa huzursuz olabilir.

Sual: Hristiyanın mürtedi ile müslümanın mürtedi aynı mıdır?
CEVAP
Hayır, kâfirlerin hepsi bir dinden sayılır.

Sual: Müslümanlığın gayesi nedir?
CEVAP
İslam dininin gayesi, (Dini, aklı, nesli, bedeni ve malı korumak) olarak bildirilmiştir.

Bu beş esasın gayesi de, imanı muhafaza ederek Müslüman olarak ölmektir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Müslüman olarak can veriniz!) [Âl-i İmran 102]

Sual: Bilmeden İslamiyet’e uygun yaşayan, dünyada yararını görür mü?
CEVAP
Evet. Allahü teâlâ, kullarına oldukca acıdığı için, rahat ve mutluluk menbaı olan dinlerini gönderdi. Dinlerin sonuncusu İslam dinidir. Öteki dinler, fena insanoğlu tarafınca değiştirildi. Müslüman olsun, kâfir olsun, herhangi bir insan, bilerek yada bilmeyerek İslamiyet’e uygun yaşarsa, dünyada asla sorun çekmez. Rahat ve sevinç içinde yaşar. Avrupa’da ve ABD’da İslamiyet’e uygun çalışan kâfirler böyledir. Fakat, kâfirlere ahirette asla sevap ve mükafat verilmez. Bu şekilde çalışan, eğer müslüman ise, ahirette de sonsuz saadete kavuşacaktır.

Sual: Şemsi ve Kameri yıl başlangıcı neye nazaran oldu?
CEVAP
Peygamber efendimiz 622 senesinde Mekke’den Medine şehrine hicret eyledi. Eylül ayının yirminci pazartesi günü, Medine’nin Kuba köyüne geldi. Bu tarih müslümanlar için Şemsi yılbaşı oldu. O senenin Muharrem ayının birinci günü de, Kameri yılbaşı oldu.

Kiliseye gitmek
Sual:
Dolaşmak için, kiliseye gitmekte, sakınca var mıdır?
CEVAP
İbni Abidin hazretleri, (Kilisede şeytanlar toplanır) buyuruyor. (Redd-ül-muhtar)

Bir gereksinim olmadan, şeytanların toplandığı yere gidilmez. Hele, oradaki âyinlere katılmak ve papazdan yakarış etmesini istemek, asla caiz olmaz. Onların âyinlerini beğenmek ise sövgü olur.

Sual: Mısır’daki firavunların mezarlarını, merak edildiğinde, müze gezer şeklinde gidip gezmekte bir sakınca var mıdır?
CEVAP
Caizdir.

“Muhakkak kurtuldu” ne demek?
Sual:
Âyet ve hadislerde (Şunu meydana getiren kurtuldu) şeklinde mazi fiili, kısaca geçmiş vakit ifadeleri kullanılıyor. Kurtulma işi, gelecekte kısaca âhirette olmayacak mı?
CEVAP
Tanrı indinde vakit yoktur. Bir de bir şey muhakkak olacaksa, onu olmuş bilmek gerekir. Allahü teâlâ (Kurtuldu) diyorsa, o iş kesindir, ne olursa olsun olacak anlamına gelir. Kur’an-ı kerimde (Kad eflaha=Muhakkak kurtuldu) ifadesi geçen iki âyet-i kerime meali:
(Müminler, muhakkak kurtuldu.) [Müminun 1]

(Nefsini tezkiye eden kurtuldu.) [Şems 9]

Tezkiye, günahtan, küfürden temizlenmek anlamına gelir. Demek ki günahtan, küfürden temizlenen kimse muhakkak kurtulmuştur. Üç hadis-i şerif:
(Susan kurtuldu.) [İ. Ahmed]

(Kıyamette ilk sual, namazdan olacaktır. Namazı doğru kılan kurtuldu.) [Tirmizî]

(Men terekes-salâte müteammiden fekad kefere=Namazı kasten terk eden kâfir oldu.) [Taberânî]

Hanefî mezhebinde, namaz kılmayana kâfir denmez. Hanefî âlimleri, bu hadis-i şerifi, (Namaz kılmayan kimse, zaman içinde namaza ehemmiyet vermez, ehemmiyet vermeyince de, imanını kaybedip kâfir olur) diye açıklamışlardır.

Tanrı isteyene verir
Sual:
(Tanrı, bilimsel isteyene, malı istediğine verir) deniyor. Malı da, ilim şeklinde isteyene vermez mi? İstemediği hâlde verdiği de olmaz mı?
CEVAP
Evet, ilim şeklinde, malı da isteyene verir. İstemediği hâlde verdiği de olur. İki âyet-i kerime meali:
(İsteyene âhiret nimetlerini, isteyene de dünya nimetlerini veririz.) [Şura 20]

(Yalnız dünya için yaşamak, eğlenmek isteyenlerin çalışmalarının karşılığını, hiçbir şey esirgemeden [sağlık, mal, para, makam, şöhret gibi] kucak kucak veririz. Bunlara âhirette yalnız Cehennem ateşi vardır. Emekleri boşa gider.) [Hud 15, 16]

İstemek, sebebe yapışmak, kısaca çalışmak gerekir. Allahü teâlâ, dünya nimetlerine ve âhiret nimetlerine kavuşmak için çalışanlara, dilediklerini vereceğini vâdediyor. (Müslüman olmasa da, dünya nimetlerini çalışan her insana veririm) buyuruyor. O hâlde, ilim olsun, mal olsun, çalışan karşılığına kavuşur. Fetih sûresinin son âyet-i kerimesinde, Allahü teâlâ, inanıp iyi işler yapanlara büyük mükâfat vereceğini bildiriyor. Bir kimse, bilerek istemediği hâlde, ona hidayet verebilir, mal verebilir, makam verebilir. Allahü teâlânın (Her isteyene veririm) buyurması adalettir. (İstediğime veririm) buyurması da ihsandır.

Günü değerlendirmek
Sual: Bir günü değerlendirmek için ne yapmalı?
CEVAP
İmam-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: Ecel ulaşınca, bigün izin istense de, ele geçmez. Bugün, bu nimet elimizdedir. Bugün, ecelin geldiğini, şimdi, o günde bulunduğunu, sana bigün izin verildiğini farz et! O hâlde, bugünü elden kaçırmaktan, bununla, ebedî saadete kavuşmamaktan daha büyük ziyan olur mu?

Adevîye Hatun, sabah uyanınca (Bugün öleceğim gündür) der, akşama kadar günahlardan kaçar, ibadetlerini yapardı. Akşam olunca da, (Bu gece, öleceğim gecedir) der geceyi de değerlendirirdi.

Farzları öğrenmek farzdır
Sual: Ailesi dönme olan bir hoca, (32 Farz, 54 Farz diye bir şey yoktur. Bu farzlar bid’attir, dine düşmanlık için çıkarılmıştır) diyor. Farzları öğrenmenin dine düşmanlıkla ne ilgisi var?
CEVAP
Dönmelerin içinde samimi dönenler azdır. 360 aşama dönenlerine crypto [kripto] da deniyor. Bunlar, takıyye yapmış olup, kısaca inançlarını gizleyip, İslam âlimlerini, dolayısıyla İslamiyet’i kötülemek için bu şekilde saldırılarda bulunuyorlar. Bid’at, dinde olmayan bir şeyi din diye ortaya çıkarmaktır. Farzlar, sonradan çıkarılmış bir şey değil ki bid’at olsun. Kolay öğrenilmesi için tasnif edilmiş. Dinde değişim yok. Hele, (Dine düşmanlık) demek, bunu meydana çıkaran Ehl-i sünnet âlimlerine yapılmış oldukca çirkin bir hakarettir.

Tâbiîn’in en büyüklerinden, Eshab-ı kiramı görmekle şereflenen Ehl-i sünnet âlimi, fakîh, zâhid ve mücahid bir zat olan Hasan-i Basrî hazretlerinin, (Risale-i Erbaa ve Hamsin Fariza) isminde eseri, 54 farzın önemini özetleyen bir risaledir.

Hanefî âlimleri, namazın 12, abdestin 4, guslün 3, teyemmümün 2 yada 3 farzı bulunduğunu, İmanın şartının 6, İslam’ın şartının da 5 bulunduğunu bildirmişlerdir. Bunların hepsi 32 farz etmektedir. 32 farzın önemi hakkında birçok kitap yazılmıştır. Örneğin Mızraklı İlmihâl’de, bu husus güzel açıklanmaktadır.

Bunlara orucun ve haccın farzları da ilave edilse, bid’at yada dine düşmanlık mı olur? Kriptoların bu şekilde iddialarına saygınlık etmemelidir.
[Kripto; dînî ve siyâsî inancını gizleyen, Müslüman, hattâ dindar görünüp, takıyye meydana getiren hain kimse kısaca münafık anlamına gelir.]

Midyeyi kabuğu ile yiyecek
Sual:
İçkici biri, namaz kılan Müslümanları kastederek, (Bunlar midyeyi kabuğuyla bölgeler. Kul hakkından korkmazlar, hep yolsuzluk yaparlar) diyor. Bu sarhoş adam, namaz kılan Müslümanları kendi şeklinde Tanrı’tan korkmaz mı sanıyor?
CEVAP
Namaz kılmayan ve içki içen kimse, Tanrı’tan korkmaz. Günahtan korkmayınca kul hakkına girmekten, yolsuzluk yapmaktan asla çekinmez. Çekinmesi için bir sebep de yoktur. Eğer çekinse, kısaca Tanrı’tan korksa, namaz kılar ve içki içmez. Onun günah işlemesine mâni olacak hiçbir sebep yoktur. Fakat namaz kılan sâlih Müslüman, Tanrı’tan korkmuş olduğu için namaz kılar, namaz kılmamanın oldukca büyük günah bulunduğunu bilir. Tanrı’tan korkmuş olduğu için içki içmez. İçkinin günah bulunduğunu da bilir. Bu şekilde bir Müslüman kul hakkını ve yolsuzluğun günah bulunduğunu asla bilmez mi?

Genel anlamda namaz kılmayıp içki içen, Tanrı’tan korkmadığı için, hiçbir günahtan çekinmez. Herkesi de kendisi şeklinde zanneder. Deveyi havuduyla yutar, paraları da, soruları da çalar, Müslümana da balçık atar. Bunun istisnası olsa da azdır.

Hem dini bilmez, hem ahkâm keser. Yenmesi caiz olmayan midye örneğini vermesi bunu göstermektedir. Başka biri de, (Ben daima evimden sağ ayakla çıkarım) demişti. Heladan, meyhane şeklinde yerlerden sağ ayakla çıkılır, Müslümanın evinden çıkarken sol ayakla çıkılır. Ya evi Müslüman evi değil ki sağ ayakla çıkıyor yada sol ayakla çıkılacağını bilmiyor. Her ikisi de kötüdür.

İslamiyet sevgi dinidir
Sual: Hristiyan bir tanıdık, Kur’anda geçen azap âyetlerini ve Cehennem kelimelerini teker teker saymış. Bunlar oldukca olduğundan Müslümanlığın sevgiden uzak bulunduğunu söylemiş oldu. Cehennem kelimesi ve azap âyetleri niye çoktur?
CEVAP
Azap âyetleri ile, (Şu günahları işlerseniz Cehenneme gidersiniz) şeklinde ifadelerin oldukca olması, Allahü teâlânın merhametinin oldukca olmasından dolayıdır. İnsanları sevmesi ve merhameti o denli oldukca ki, (Aman Cehenneme düşmeyin, Cehennemin azabı oldukca şiddetlidir) diye hep yine ediyor. Oldukca yine etmesi merhametinin çokluğundandır. Yoksa bir kere denirdi. Aynı şeylerin hep yine edilmesi, (Akıllı olun, kendinize zulmetmeyin, yoksa Cehenneme gidersiniz) anlamında bir ikazdır.

Bir anne, oldukca sevilmiş olduğu çocuğuna da bu şekilde ikazlarda bulunur. (Aman evladım şunu yapma, şuraya gitme. Çukura düşersin. Elindeki bıçakla oynama, bir yerini kesersin. Fena insanlarla gezme, uyuşturucuya alışırsın. Denizde fazla açılma, boğulursun. Köpekle oynama, hastalık bulaşır) der. Ufak çocuğuna da, (Şunu yapma döverim ha, o pistir, ona dokunma) şeklinde sözler söylemesi, çocuğuna olan merhametinden, şefkatinden dolayıdır. Çocuğuna zarar gelecek diye korkmaktadır. Evladı uyarma etmemek, başıboş bırakmak ona fenalık olur. Allahü teâlâ da, yanlış işlere düşmememiz için sık sık bizi uyarma ediyor. Bu ikazların çokluğu, İslamiyet’in sevgi dini bulunduğunu gösterir. Bir de Müslümanlıkta işlenen günahların iyi mi affolacağının yolu da gösteriliyor. (Nefsinize, şeytana uyup günah işlemişseniz, namaz kılar, oruç meblağ ve dinin öteki emirlerini yerine getirirseniz günahlarınız affolur, Cennete girersiniz) deniyor. Bundan daha iyisi olmaz. Özgür, başıboş bırakmak, iyilik değil, fenalık olur.

Oylamaya katılmak gerekir mi?
Sual: Dünya tarihinin en mühim 100 lideri diye oylama yapılıyor. Peygamber efendimizin kazanması için oy vermek gerekir mi?
CEVAP
Hayır, oy vermek gerekmez. Aksine Müslümanlar asla oy kullanmamalı. Oy kullanmamakla, bu şekilde bir şeyin yanlış bulunduğunu göstermeli. Oylamada başkası kazanırsa, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber efendimizden hâşâ üstün mü olacak? Peygamber efendimizi, başka insanlarla kıyaslamak, bunun için oylama yapmak asla caiz olmaz.

Başka bigün de, (Tanrı var mı?) diye oylama yapsalar, çoğunluk yok dese, hâşâ doğrusu o mu olacak? İyi fena, doğru yanlış, oy çokluğu ile iyi mi tespit edilir? Kötülerin başat olduğu çoğunluğa uymak yanlış olur. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Yeryüzündeki insanların çoğuna uyarsan, seni Tanrı yolundan saptırırlar.) [Enam 116]

Her insana Lâzım Olan İman kitabında, (ABD’da, en büyük insan yarışmasında, en oldukca oy alan Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem” olmuştur) deniyor. Burada, kâfirlerin bile Peygamber efendimizi, takdir ettikleri anlatılıyor. Yoksa (Müslümanlar bu şekilde bir oylamaya katılmalı) denmiyor. Onlar ne yaparsa yapsın, Müslümanlar, bu şekilde anketlere katılmamalı ve oy vermesi için asla kimseyi teşvik de etmemelidir.

Dine uymak din istismarı mı?
Sual: Batı hayranı biri diyor ki:
(Biz tesettüre karşı değiliz, fakat kapalı gezen bayanlar, dînî siyasete alet ediyorlar. Dînî ve dînî değerleri prim toplamak için kullanıyorlar. Namaza da karşı değiliz, fakat namaz kılanlar, din istismarı yapmış olup, dinden prim toplamaya çalışıyorlar. Hacca da karşı değiliz. Fakat hacca gidip kendilerine hacı baba, hacı amca dedirtiyorlar, böylece dini istismar edip prim kazanmaya çalışıyorlar. Biz Abdülkadir-i Geylânî ve öteki zatlara karşı değiliz, fakat onları istismar edenlere, ölülerinden yardım bekleyenlere karşıyız. Onlardan himmet geliyor diye, onları putlaştırıyorlar. Böylece istismardan prim topluyorlar. Ölü yardım edemez, Tanrı’tan istemeli.)
Bu kimse, dinin emrine uymayı din istismarı olarak mı görüyor?
CEVAP
Dinin emrine uymayı bir tek din istismarı olarak görmekle kalmıyor, din istismarcılığı olarak da suçluyor. Hangi mevzuda olursa olsun, dine uyanların dini istismar ettiklerini, prim topladıklarını söylemek art niyetli olmaktır. Meydana getirilen şey, maddî bir çıkar için yapılıyorsa, sadece o vakit din istismarından bahsedilebilir. Namaz kılan, oruç tutan kimselerin bir çıkar için art niyetle yapmış olduğu iyi mi söylenir? Her tesettürlüye, namaz kılana yada hacca giden her insana dini istismar ediyor denir mi? Gayrimüslimlerde olduğu şeklinde, içimizdeki batı hayranlarında da bir İslamofobi var. Müslümanın yapmış olduğu her ibadette bir art niyet aranır mı?

Vefat etmiş evliya zatları araç kılarak Allahü teâlâdan yardım istemenin dine aykırı bir yönü yoktur. Bu kimse, Vehhâbîlerden etkilenmiş olabilir. Onlar tasavvufa, kısaca evliyalığa düşman oldukları için keramete inanmazlar. Evliya zatları put kabul ederler. Bir de, (Senin ölmüş evliyadan istediğin oldu mu? Falanca arkadaşını hapisten çıkarabildin mi? Ölü olduğundan yardım edemedi) diyorlar. Allahü teâlâya yakarış edince de, gene dost hapisten çıkmıyor. Hâşâ Tanrı diri değil mi? Demek ki duamızın kabul edilmemesinin bir sebebi vardır. Büyük zatları vesile kılıp yakarış edince, duamız kabul olmamışsa, bunun da bir sebebi vardır. Vefat etmiş evliya zata yardım ettiren de, gene Allahü teâlâdır. Allahü teâlânın izni olmadan kimse, hiç kimseye yardım ve şefaat edemez.

Kâfire de farz var mı?
Sual: Kitaplarda, (Şunları yapmak her insana farzdır) deniyor. Hepimiz denince bir fark yapılmamış oluyor. Buna, hanım adam, varlıklı fukara, mümin kâfir hepimiz dâhil mi?
CEVAP
Bunlar mevzusuna göre farklılık gösterir, dâhil olduğu yer olur, dâhil olmadığı yer olur. Örneğin, (Günahlarına tevbe etmek, her insana farzdır) denince, hanım adam, varlıklı fukara her Müslüman anlaşılır, kâfir anlaşılmaz. Hanefî’de, kâfire inanç etmekten başka farz yoktur. Hiçbir yakarma ona farz değildir. Hiçbir günahtan görevli olmaz. Âhirette niye namaz kılmadın, niye oruç tutmadın denmez. Bir tek (Niye inanmadın?) diye sorulur. Müslümana ise, hayata geçirmeye zorunlu olduğu her yakarma sorulur. Fukara Müslümana, (Niye zekât vermedin?) diye sorulmaz.

(Kâinattaki hesaplı nizama bakmak ve bunlardaki incelikleri düşünmek, her insana farzdır) denince, hepimiz kelimesinin içine aklı olmayanlar girmez. Fakat kâfirler girer. Şundan dolayı kâfirden inanç etmesi isteniyor. Örneğin gökler direksiz duruyor, Güneş asırlardır ısı ve ışık veriyor, Ay ve gezegenler dönüyor. Bunların kendiliğinden olmadığını düşünmek gerekir. Bunu düşünmek de bir yaratıcıya inanmaya götürür. Bu bakımdan buradaki (Her insana farzdır) ifadesinin içine kâfirler de girer.

İmanlıya değişik hitap
Sual: Allahü teâlânın, mümine ve kâfire hitabı ve farz etmiş olduğu şeyler değişik mıdır?
CEVAP
Evet, hitabı da değişik, farz etmiş olduğu şeyler de farklıdır. Mümine, amel ve ibadeti, kâfire de inanç etmesini emrediyor. Münafıklara da ikiyüzlü olmaktan vazgeçmelerini, inanç edip ihlâslı olmalarını emrediyor. Kısaca mümine ibadeti, kâfire imanı, münafığa da imanı ve ihlâsı farz etmiştir.

Müminlere ameli emreden iki âyet-i kerime meali:
(Ey inanç edenler, Kıyamet ulaşmadan önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yolunda harcayın!) [Bekara 254]

(Ey inanç edenler, yaptığınız hayırlarınızı başa kakmak ve incitmek sûretiyle boşa çıkarmayın!) [Bekara 264]

Kâfirlere inanç etmeyi, Tanrı’ın varlığına inanmayı bildiren iki âyet-i kerime meali:
(Ey kâfirler, Tanrı’ı bırakıp da taptığınız putlar sizin şeklinde yaratıktır. [Putların ilahlığı hakkındaki davanızda] doğru iseniz [putlara ve kendinize güveniyorsanız], onları çağırın da, size yanıt versinler [ihtiyaçlarınızı görsünler, size yardım etsinler!]) [Araf 194]

(Ey kâfirler, ölü iken sizi diriltti, sonrasında öldürecek sonrasında yine diriltecek ve sonunda O’na döneceksiniz. [Orada hesaba çekileceksiniz.] Öyleyken Tanrı’ı iyi mi inkâr edersiniz?) [Bekara 28]

İkinci dirilme kabirde olacaktır. İmam-ı Nesefî de bu âyetin mezar azabı ve nimetine işaret ettiğini bildirmiştir. (Tefsir-i Şeyhzade)

Münafıkların ikiyüzlü oldukları hakkında iki âyet-i kerime:
(Bu münafıklar, müminlerle karşılaşınca, “Ikimiz de inanç ettik” derler. Hâlbuki şeytanlarıyla [Kendilerini aldatan liderleriyle, elebaşlarıyla] birlikte iken, “Biz sizdeniz, biz inananlarla alay ediyoruz” derler.) [Bekara 14]

(Münafıklar, [Kalblerindeki küfrü gizleyip imanlı görünerek] Tanrı’a hile hayata geçirmeye, oyun oynamaya kalkışıyorlar; hâlbuki Tanrı, onların oyunlarını başlarına geçirir.) [Nisa142]

Gâvura kızıp oruç yiyecek
Sual: Emekli bir asker, (Beni dinci diye bir üst rütbeye terfi ettirmeden emekli ettiler. Evet dinciliğim vardı, fakat namaz kılmayı öğrettiğim bir dostum, Mustafa Kemal’e meydana getirilen hakarete inandığını söyleyince, ona kızıp namazı bıraktım) diyor. Birine meydana getirilen hakaretle, namazı terk etmek yanlış değil mi?
CEVAP
Emeklinin yapmış olduğu çocukça bir şeydir. Ben çocukken, anneme, (Bana şeker vermezsen namaz kılmam ha!) derdim. Sanki namazı annem için kılıyormuşum şeklinde. Biri, sevdiğimiz birine hakaret etse, namazı mı terk edeceğiz? Biz namazı Tanrı için mi kılıyoruz, yoksa bizlere hakaret eden insanoğlu için mi? (Gâvura kızıp oruç yiyecek) diye bir atasözü var. Başkalarına kızıp, namazı bırakmak yada orucu bozmak, başkasına kızıp intihar etmek şeklinde bir şeydir.

Türkçede -ci, -cü, -cı, -cu ekleri isim ve ödat üreten bir ektir. İsim olarak, sütçü, balıkçı, müzisyen şeklinde o işin ticaretini meydana getiren hiç kimseye denir. Ödat olarak pilavcı, esrarcı, yakıcı, yıkıcı, bölücü şeklinde kelimeler, o şeyi yiyene ve o işten zevk alana denir. Dinci ve İslamcı şeklinde kelimeler de bu tarz şeyleri çağrıştırıyor. Bunlar da sanki dini yiyip bitirmekten zevk alan yada onun ticaretini meydana getiren kimseler gibidir. Acaba emeklinin dinciliği de bu tarz bir olay mi ki?

Sual: Bir kimsenin, din, inanç bilgilerini öğrenmeden, mal, mülk, makam sahibi olmak için emek harcaması, dinimizce uygun mudur?
Yanıt: İmam-ı Gazâlî hazretleri, bir talebesine hitaben buyuruyor ki:
“İman edilecek şeyleri akla uydurmaya, beğendirmeye uğraşmak, cahillerle münakaşa edip, onların bozuk düşünceleri ile uğraşmak ve Kur’ân-ı kerimi öğrenmeden, namazı, abdesti, orucu, farzları, haramları bilmeden para kazanmaya kalkışmak, herkesten fazla varlıklı olmak için doktorluk, mühendislik, edebiyat, hukuk ilimleriyle uğraşmak, ömrü boş yere harcamak olur. Allahü teâlâya vallahi billahi ki, İsa aleyhisselamın hİncilinde okudum; bir kimseyi tabuta koyduktan mezara bırakıncaya kadar; Allahü teâlâ ona kırk sual soracaktır. Birincisi, (Ey kulum! Yaşadığın kadar hep dünya için süslendin, her insanın beğenmesi, saygı etmesi için birçok şeyler öğrendin. Benim emrettiğim şeyleri de öğrendin mi, istediklerimi yapmış olup, haram ettiklerimden kaçındın mı?)dır.”

İmanın sureti ve hakikati vardır
Sual: Din kitaplarında, imanın da, ibadetlerin de hem sureti hem de hakikati var deniyor. Bu ne anlamına gelir ve imanın, ibadetlerin suretine kavuşanlar da ahirette kurtulacak, Cennete girecek midir?

Yanıt: Mevzu ile ilgili olarak İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât kitabında buyuruyor ki:
“İslam dininin bir sureti, bir de hakikati, aslı vardır. Sureti, ilkin inanç etmek, sonrasında, Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymaktır. İslam dininin suretine kavuşanların nefisleri inkâr ve isyan etmektedir. Bunların imanı, imanın suretidir. Kıldıkları namaz, namazın suretidir. Oruç ve başka ibadetleri de böyledir. Şundan dolayı nefis, insan varlığının temelidir. Hepimiz, ‘ben’ diyince, nefsini göstermektedir. İşte, bunların nefisleri inanç etmemiş, inanmamıştır. Bu şekilde kimselerin imanları ve ibadetleri hakiki, doğru olabilir mi? Allahü teâlâ, oldukca merhametli olduğundan, yalnız surete kavuşmayı kabul buyurmuştur. Bu tarz şeyleri, razı olduğu Cennetine sokacağını müjdelemiştir. Yalnız kalbin inanmasını kabul buyurması, nefsin inanmasını da koşul koşmaması, Onun büyük ihsanıdır. Evet, Aden nimetlerinin de, hem suretleri, hem hakikatleri vardır. İslam dininin suretine kavuşanlar, Cennetin suretinden hisse alacaklardır. Dünyada, İslâm dininin hakikatine kavuşanlar, Cennetin hakikatine kavuşacaklardır. Surete kavuşmuş olanlarla hakikate kavuşmuş olanlar, Cennetin aynı bir meyvesini yiyecek fakat, her biri başka tat alacaktır. İslam dininin suretine kavuşanlar, buna uydukları vakit, ahirette kurtulabileceklerdir. Buna uyanlar, umumi evliyalığa, kısaca Allahü teâlânın rızasına, sevgisine ermiş anlamına gelir. Bununla şereflenen, tasavvuf yoluna girebilecek, Vilâyet-i hâssa denilen özel evliyalığa kavuşabilecek kimse anlamına gelir. Bunlar, nefislerini itminana ulaştırabilirler. Şunu iyi bilmelidir ki, bu vilayette, kısaca İslâm dininin hakikatinde ilerleyebilmek için, İslâm dininin suretini elden bırakmamak lazımdır.”

Sual: Rabbimiz oldukca nimetler vermiş deniyor ve diyoruz da. Nimet diyince ne kastedilmekte, nimetten neyi anlamalıyız?
Yanıt: İnsanların, sağlıklı, sağlam, rahat yaşamalarına ve ahirette sonsuz saadete kavuşmalarına sebep olan yararlı şeylere Nimet denir. Allahü teâlâ, kullarına lâzım olan tüm nimetleri yaratmıştır. Bunlardan iyi mi istifade edileceğini, iyi mi kullanılacağını, Peygamberleri ile gönderilmiş olduğu kitaplarında bildirmiştir ki buna Din denir. Herhangi bir insan, bu kitaplara uygun yaşarsa, dünyada rahat ve refah içinde olur. Eczanelerde yüzlerce ilaç vardır. Her ilacın kutusunda, iyi mi kullanılacağının tarifi vardır. İlacı, tanım edilen şekle uygun kullanan, yararını görür. Tarifeye uymayan kimse, ilaçtan zarar görür. Kur’ân-ı kerime uygun yaşayan da, nimetlerden yarar görür.

İnsan, bir topluluk numunesidir
Sual: İnsan, birbirine zıt olan çeşitli maddelerden meydana gelmiş olan bir varlıktır deniyor, bu doğru mudur?

Yanıt: İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bu mevzu hakkında Mektûbât kitabında buyuruyor ki:
“İnsan, on parçadan meydana gelmiş bir topluluk numunesidir. Bu on parça, Anâsır-ı erbea dedikleri, düzgüsel fizik şartları altında, sulb, mayi ve gaz hâlinde bulunan maddeler, enerji ve insanoğlunun nefsi, kalbi, ruhu, sır, hafi ve ahfa denilen latifeleridir. Abdullah bin Ömer hazretlerinin (Allahü teâlâ, mahlukları, su, hava, nur ve zulmetten yarattı) söylediği, Taberânîde yazılıdır. Buradaki nur, felsefecilerin ateş dedikleri ısı enerjisidir ki, başka enerjilere dönebilir. Zulmet söylediği de, toprak maddeleridir. Bundan anlaşılıyor ki, tüm cisimler, katı, sıvı ve gaz hâlindeki maddelerle enerjiden yapılmıştır. İnsanda bulunan tüm organlar, hep bu on şeyden hasıl olmaktadır. Bu on parça birbirine benzemez, birbirlerini kendi şekline sokmak isterler. Baştan beş parçası, Âlem-i halktan kısaca maddedirler. Bunlar, birbirlerine zıt oldukları şeklinde, Âlem-i emirden olan öteki beş parça da birbirlerine zıt olup her birinin başka vazifesi vardır. Bu on parçadan önde gelen nefis, hep kendi isteklerinin yapılmasını ister, başka hiçbir şeye boyun bükmez.

Allahü teâlâ, birbirine zıt olan bu on parçayı bir araya toplamış, yeni bir özellik sahibi, bir birlik meydana getirmiştir. Buna insan şeklini vermiştir. İnsan bu on parçadan hasıl olmuş bir birlik olduğundan, Allahü teâlânın yeryüzünde halifesi olmak şerefine malik olmuştur. Âlem-i kebîr denilen, insandan başka tüm varlıklar, oldukca büyük oldukları hâlde, hiçbirinde bu on parça bir araya toplanmış değildir. Âlem-i kebîrdeki mahlukların en şereflisi Arş’tır. Ona olan tecelli, başka mahluklara olan tecellilerden üstündür. Arş’a olan tecelli, sürekli, kesiksiz tecellidir. Arifin kalbine olan tecelli ise, bundan bir parçadır. Fakat, kalpte, Arş’ta olmayan bir üstünlük vardır. Bu üstünlük, tecelli edeni tanımaktır. Kalp, tecelli edene tutulur, onu sever. Arş’ta bu şekilde sevgi yoktur. Kalpte bu tanıma ve bu sevgi bulunmuş olduğu için, kalp ilerleyebilir, yükselebilir. Hem de yükselmektedir. (İnsan, sevilmiş olduğu ile birlikte olur) hadis-i şerifi bunu bildirmektedir.”

Allahü teâlâ kullarına üç vazife verdi
Sual: Bir Müslüman, bir tek kendini mi düşünmelidir, ailesine, topluma, içinde yaşamış olduğu devletine karşı da sorumluluğu yok mudur?

Yanıt: Müslümanın birinci vazifesi, nefsine, şeytana uymayıp ve fena arkadaşlara, azgın, asi kimselere, anarşistlere aldanmayıp, kanuna karşı suçlu olmaktan, Allahü teâlâya karşı da günah işlemekten sakınmaktır. Allahü teâlâ kullarına üç vazife verdi:
Birincisi, kişisel vazifesidir. Her Müslüman, kendini iyi yetiştirecek, sağlıklı, edepli, iyi huylu olacak, ibadetlerini meydana getirecek, ilim ve güzel terbiye öğrenecek, helal lokma kazanmak için çalışacaktır.

İkinci vazifesi, aile içindeki vazifesidir. Hanımına, ana, babasına, çocuklarına, kardeşlerine olan haklarını yapmış olacaktır.

Üçüncü vazifesi, cemaat, cemiyet içindeki vazifeleridir. Komşularına, hocalarına, talebesine, ailesine, emrinde olanlara, devlete, tüm vatandaşlara, dini ve milleti başka olanlara karşı vazifeleridir. Her insana iyilik etmesi, eli ile, dili ile kimseyi incitmemesi, hiç kimseye zarar vermemesi, hıyanet, hainlik etmemesi, her insana yararlı olması, devlete, kanunlara karşı, asla isyan etmemesi, her insanın hakkını ödemesi lazımdır. Allahü teâlâ, devlet işlerine karışmayı değil, devlete yardım etmeyi, fitne çıkarmamayı emretti.

Geçmişte de ihanet oldukca olmuştur
Sual: Önceki asırlarda da, Müslüman görünerek, Müslümanlık adı altında, dinine, vatanına ve devletine ihanet edenler olmuş mudur?

Yanıt: Her asırda, iyiler iyi, kötüler de fena işlere sebep olmuşlardır. Moğolların, İslâm memleketlerine yayılmaları hakkında Kısas-ı enbiyâ kitabında, özetle şu bilgiler verilmektedir:
“Abbasi devletinin son halifesi Müstasım, dinine oldukca bağlı ve itikadı muntazam bir kimse idi. Veziri olan ibni Alkami ise, itikadı bozuk, mezhepsiz olup, halifeye sadık değildi. Devlet idaresi ise, bunun elinde idi. Abbasileri devirip, başka devlet oluşturmak istiyordu. Moğol hükümdarı Hülagu’nun Bağdad’ı almasını, kendisinin de ona vezir olmasını istiyordu. Onun Irak’a gelmesini teşvik etmeye başladı. Hatta Hülagu’dan gelen mektuba sert yanıt yazarak onu kızdırdı. Şii olan Nasîr-üd-dîn-i Tûsî de, Hülagu’nun danışmanı idi. Bu da, onu Bağdad’ı almaya teşvik ederdi. İşler, iki sapık elinde dönüyordu. Hülagu, Bağdad’a yürütüldü. Yirmi bine yakın halife ordusu, ikiyüz bin Moğol oklarına karşı duramadı. Hülagu, Bağdad’a, naft ateşleri ve mancınık taşları ile hücum etti. Elli gün muhasaradan sonrasında, Abbasi halifesi Müstasım’ın veziri olan İbni Alkami, sulh için diyerek, Hülagu’nun yanına gitti ve onunla anlaştı. Halifeye gelip, teslim olursak, özgür bırakılacağız dedi. Halife de buna aldandı. Miladi 1258 senesinin, muharrem ayında Hülagu’ya gidip teslim oldu ve yanındakilerle birlikte idam edildi. 800 binden fazla Müslüman kılıçtan geçirildi. Milyonlarca İslâm kitabı Dicle’ye atıldı. Güzel kent, harabeye döndü. Hırka-i mutluluk ve Asâ-yı nebevî yakılıp külleri Dicle’ye atıldı. Böylece 524 senelik Abbâsî devleti yok oldu.”

Sual: İslâmiyetin buyruk ve yasaklarına kıymet, kıymet vermeyenlere karşı iyi mi hareket etmelidir?
Yanıt: Her Müslüman, hem imanını korumaya, kaptırmamaya çalışmalı, hem de, Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine inanmayanları sevmemelidir. Fakat, sevmediklerine de, fenalık, zulüm yapmamalı, kâfirlere ve bidat sahiplerine tatlı dil ve güler yüzle tembih etmelidir. Onların felaketten kurtulmalarına, saadete kavuşmalarına çalışmalıdır. Mazher-i Cân-ı Cânân hazretleri buyuruyor ki:
“Kafirleri, bidat sahiplerini ve açıkça günah işlemeye devam edenleri sevmememiz emrolundu. Bunlarla konuşmamalı, toplantılarına gitmemeli, arkadaşlık yapmamalıdır. Yoksulluk ve gereksinim olduğu vakit, yoksulluk miktarı kadar, bu yasaklara izin verilmiştir.”

Tüm iyilikler, İslâmiyetin içindedir
Sual: Tüm güzellikler, iyilikler, insanlara yararlı olan şeylerin hepsi, İslâm dininin içinde var mıdır?
Yanıt:
Bu mevzuda seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri Râbıta-i şerîfe kitabında buyuruyor ki:
“İslâm dini, Allahü teâlânın, Cebrail ismindeki melek vasıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselama gönderilmiş olduğu, insanların, dünyada ve ahirette rahat ve mesut olmalarını elde eden, usül ve kaidelerdir. Tüm üstünlükler, yararlı şeyler, İslâmiyetin içindedir. Eski dinlerin, görünür, görünmez tüm iyiliklerini, İslâmiyet, kendinde toplamıştır. Tüm saadetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlaktan ibarettir.”

Sual: Din diye, bir tek Allahü teâlâ tarafınca gönderilenlere mi denir, insanların uydurduklarına da din denir mi?
Yanıt:
Din, insanları saadet-i ebediyyeye götürmek için Allahü teâlâ tarafınca gösterilen yol anlamına gelir. Din adı altında insanların uydurmuş olduğu eğri yollara din denmez, dinsizlik ve kâfirlik denir. Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamdan beri, her bin senede, bir Peygamber vasıtası ile, insanlara bir din göndermiştir. Bu Peygamberlere Resül denir. Her asırda, en temiz bir insanı Peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmiştir. Resüllere doğal olarak olan bu Peygamberlere de, Nebi denir.

Sual: Bir kimse, kendisine bir tek hadis-i şerifi rehber edinip ona nazaran amel edebilir mi?
Yanıt:
Bu mevzuda İmâm-ı Şiblî hazretleri buyuruyor ki:
“Dörtyüz hocadan ders okudum. Bunlardan dört bin hadis-i şerif öğrendim. Tüm bu hadislerden bir tanesini seçip kendimi ona uydurdum, bu sebeple kurtuluşu ve saadet-i ebediyyeye kavuşmayı bunda buldum ve tüm tembihleri hep bunun içinde gördüm. Seçtiğim hadis-i şerifte, Peygamber efendimiz bir Sahabiye buyuruyor ki:
(Dünya için, dünyada kalacağın kadar çalış! Ahiret için, orada sonsuz kalacağına nazaran çalış! Allahü teâlâya, muhtaç olmanla birlikte itaat et! Cehenneme dayanabileceğin kadar günah işle!)

Sual: Müslüman, ülkesine, kanunlara isyan edip kabahat işler mi?
Yanıt:
Müslüman, iyi, akıllı kimse anlamına gelir. Hakiki Müslüman, Allahü teâlânın emirlerine itaat eder, zira itaat etmemek günah olur. Kul haklarını, devlete olan borçlarını öder, kanunlara karşı gelmez. Kanuna karşı gelmek de kabahat olur. Müslüman günah yapmaz ve kabahat işlemez. Vatanını, milletini sever. Her insana iyilik eder. Bu şekilde olan Müslümanı Tanrı da, kullar da sever. Rahat ve refah içinde yaşar.

İslâmiyete uyan hepimiz rahat eder
Sual: Müslüman olmayan bir kimse, İslâmiyet’in bildirdiği hükmü yerine getirse, bunun karşılığını dünyada görür mü?
Yanıt:
Allahü teâlânın merhameti, ihsanı, nimetleri, sonsuzdur. Kullarına oldukca acıdığı için, onların dünyada rahat, refah içinde yaşamaları, ahirette de, sonsuz saadete, tükenmez nimetlere kavuşmaları için, yapılması lazım olan iyilikleri ve sakınılması lazım olan kötülükleri, Peygamberlerine, melek vasıtası ile bildirmiş, bu tarz şeyleri bildiren bir oldukca kitap da göndermiştir. Bu kitaplardan, yalnız Kur’ân-ı kerim bozulmamış, diğerlerinin hepsi değiştirilmiştir. İnansın inanmasın, herhangi bir kimse, bilerek yada bilmeyerek, Kur’ân-ı kerimdeki buyruk ve yasaklara uyduğu kadar, dünyada rahat ve refah içinde yaşar. Bu, yararlı bir ilacı kullanan her insanın, dertten, sıkıntıdan kurtulması gibidir. Zamanımızda dinsiz, imansız oldukca kimsenin, hatta İslâm düşmanı olan bazı milletlerin birçok işlerinde, muvaffak olmaları, rahat yaşamaları, inanmadıkları hâlde, Kur’ân-ı kerimin hükümlerine uygun olarak çalışmış oldukları içindir. Müslüman olduklarını söyleyen, âdet olarak ibadetleri meydana getiren, oldukca kimselerin ise, sefalet, sıkıntılar içinde yaşamalarının sebebi de, Kur’ân-ı kerimin gösterdiği hükümlere ve güzel ahlaka uymadıkları içindir. Kur’ân-ı kerime uyarak ahirette sonsuz saadete kavuşabilmek için ise, ilkin buna inanç etmek, inanmak ve bilerek, niyet ederek uymak lazımdır.

Sual: Bir Müslümanın hayırlı olup olmadığı anlaşılabilir mi, anlaşılabilirse bu iyi mi olur?
Yanıt:
Müminin hayırlısı, kendisinde altı haslet bulunandır: 1- İbadet eder. 2- İlim öğrenir. 3- Fenalık, fenalık yapmaz. 4- Haramlardan sakınır. 5- Kimsenin malına göz dikmez. 6- Ölümü asla unutmaz.

Sual: Ahirette utangaç ve rezil olmamak için ne yapmalı, iyi mi hareket etmelidir?
Yanıt:
Peygamber efendimiz, bunun yanıtını vermişler. Nitekim Resûl-i ekrem efendimiz Eshâb-ı kiramdan Mu’azca bin Cebel hazretlerine hitaben buyururlar ki:
(Yâ Mu’âz! Ayıpları gizle, kimsenin ayıbını yüzüne vurma! Farzlardan başka kıldığın namazları ve ibadetleri hiç kimseye söyleme! Dünya işini ahiret işinden büyük görüp, evvel yapma! Asla hiç kimseye hor bakma! Kimsenin gönlünü kırma, beraberce hoş geçin. Eğer bu şekilde hareket etmezseniz elem verici azaba uğrarsınız.)

İyi, hakiki bir Müslüman olmak
Sual: İyi bir Müslüman olabilmek için ne yapmalı, iyi mi bir yol takip etmelidir?
Yanıt:
İslâm dininin temeli üçtür. Bunlar; ilim, amel ve ihlastır. İlim, inanç, fıkıh ve terbiye bilgileridir. Bunlar, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenilir. Amel, bu bilgilere uygun işlerdir. İhlas ise, ilmin ve amelin, Tanrı rızası için, kısaca Allahü teâlânın sevgisini kazanmak için elde edilmesidir. Bu üç temel şeye malik olan Müslümana İslâm âlimi ve Hakiki Müslüman denir. Bu üç temel şeyden biri noksan olup da, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına uymayan yazılar ve konuşmalar yayınlayarak, kendisini İslâm âlimi tanıtan kimse fena din adamı ve Zındıktır. Örneğin, din bilgisi çoktur ve her ibadeti yapar, fakat ihlası yok ise, kısaca bu tarz şeyleri mal, mevki ve şöhret kazanmak şeklinde, dünyalık elde etmek için meydana getiren kimse, hakiki Müslüman değildir.

İyi, hakiki bir Müslüman olmanın ilk şartı, Ehl-i sünnet âlimlerinin, kitaplarında bildirdiklerine nazaran, itikadı düzeltmektir. Şundan dolayı, Cehennemden kurtulan yalnız bu fırkadır. Dört mezhebin ictihâd derecesine yükselmiş âlimlerine ve bunların yetiştirdikleri büyük âlimlere Ehl-i sünnet âlimi denir. İtikadı, imanı düzelttikten sonrasında, fıkıh ilminin bildirdiği ibadetleri yapmak, kısaca dinin emirlerini yapmak, yasak ettiklerinden kaçınmak lazımdır. Ahlakı düzeltmek ve birbirimizi sevmek için, beş zaman namazı, üşenmeden, gevşeklik yapmadan, şartlarına dikkat ederek kılmalıdır. Nisab miktarı malı ve parası olan, zekat vermelidir.

Hakiki Müslümanlık söz ile olmaz. Hakiki Müslüman olmak için, kıymetli ömrü, gereksiz mubahlara bile harcamamalıdır. Haram ile geçirmemek, normal olarak lazımdır. Haramların nefse verecekleri lezzete aldanmamalıdır. Bunlar bal karıştırılmış, şekerle kaplanmış zehir gibidir.

Gıybet etmemelidir, haramdır. Gıybet, bir Müslümanın gizli saklı bir kusurunu, arkasından söylemektir.

Nemime yapmamalı, kısaca Müslümanlar içinde söz taşımamalıdır. Bu iki günahı işleyenlere çeşitli azaplar yapılacağı bildirilmiştir.

Yalan söylemek ve karacılık etmek de haramdır, sakınmak lazımdır. Bu iki fenalık her dinde de haram idi. Cezaları oldukca ağırdır.

Asla kimsenin dinine, malına, canına, şerefine, namusuna saldırmamalı, her insanın hakkına riayet etmeli ve korumalıdır.

Sual: Günah işleyen herhangi bir kimse, bir Müslümana, sen ibadetten vazgeçersen, ben de bu günahtan vazgeçerim dese, o Müslümanın o ibadeti terk etmesi uygun olur mu?
Yanıt:
Başkalarının günaha girmemeleri için, bir kimsenin mubahları terk etmesi iyi olur. Fakat sünnetleri, hatta müstehabları terk etmesi caiz olmaz. Farz ve vacip olan ibadetleri terk etmesi ise asla caiz olmaz.

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/08/dinimizle-ilgili-cesitli-sorular/feed/ 0 5661
Dindarlık azalırsa ne olur? https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/08/dindarlik-azalirsa-ne-olur/ https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/08/dindarlik-azalirsa-ne-olur/#respond Mon, 08 Jul 2019 11:30:44 +0000 Dinimiz]]> http://www.cennetinbahcesi.com/?p=5660

Sual: Rengini belli etmeyen çağdaş bir yazar, (Bakıyoruz, camiler ve tesettürlü bayanlar çoğalıyor. Bir ülkede, dindarlık bu şekilde artarken, insanlara yardım, ahlâk ve hakkaniyet azalıyorsa, oradaki din Tanrı’ın dini olması imkansız. Onların namazları, oruçları boşunadır) diyor. Bu yazar, Müslümanları kötülediğini sanarak Müslümanlığı suçlamaktadır. Ona gore Tanrı’ın dini, Müslümanlıktan farklıdır. Dindarlığı da bilmiyor. Dindarlık, dinin emrettiği şeyleri yapmak, yasak etmiş olduğu şeylerden uzaklaşmaktır. İnsanlara yardım etmeyen, ahlâksız ve adaletten uzak olan hiç kimseye dindar denebilir mi? Acaba bu yazar, dindarlığı bir tek namaz ve tesettür mü zannediyor? İnsanlara yardım, ahlâk ve hakkaniyet dinin haricinde mı? Bir ülkede terbiye ve hakkaniyet yoksa o ülkede dindarlık değil, aksine dinsizlik artmış olmuyor mu?
CEVAP
Evet, çağdaş görünen bu yazarın, din câhili yada din düşmanı olduğu anlaşılıyor.

Dinsiz bir cemiyet düşünelim, orada hırsızlık asla olmasa, hepimiz birbirine yardım etse, kimse kimseyi kandırmasa, hepimiz kurallara uysa, asla düzensizlik falan olmasa, bu yazara gore, o cemiyet Tanrı’ın dinindedir. Bu yazarın Batı kafasında olduğu anlaşılıyor.

Bir ülkede dindarlık azalırsa, aşağıdaki vakalar zuhur eder:
Hırsızlık, rüşvet, adam kayırma artar.
Kargaşa çoğalır ve faili meçhuller artar.
Zenginler rağbet görür, yoksullar horlanır.
Müslümanlara yobaz; deyyuslara aydın denir.
Zina serbesttir, fakat dînî nikâhla yaşamak kabahat olur.
Loto, toto ve her çeşit kumar özgür olur.
Faiz, tefecilik başını alıp gider.
Kapitalistler, sosyalistler, faşistler ve solcular saygınlık görür.

Geçen biri, (Solcu demek, yoksulları düşünen, zenginlere diş bileyen şahıs anlamına gelir) dedi. Biz, solculuğun parlak olduğu, Rusya’nın herkesi solculuğa çağırdığı periyodu de biliyoruz. Solcu, sosyalisttir, toplumsal hakkaniyet düşmanıdır. Bunlar yoksula düşman olduğu hâlde, onu istismar ederler. Zenginin kazancı haramdan değilse, niye ona imrenmeyip de düşmanlık edilir ki? Yoksul, çalışmayıp, tembelliğinden fakirleşmişse, onu desteklemek de kabahat olur. Varlıklı, aklını kullanıp gece gündüz çalışmışsa, namusuyla varlıklı olmuşsa, onu da desteklemek gerekir. İnsan ne fakirin, ne de zenginin düşmanı olmalı. Çalışıp varlıklı olmak kabahat mu? Niye (Varlıklı de, yoksul de olsa ben insanoğlunun yanındayım) demiyor da, bir tek (Fakirin yanındayım) diyor? Toplumcu zihniyetli Seyyid Kutup şeklinde, zenginlerin malını alıp fakirlere vermek istemekle hakkaniyet sağlanmış olmaz. Her yoksul, tembelliğinden dolayı yoksul olmadığı şeklinde, her varlıklı de çalarak varlıklı olmamıştır. Solcu, kısaca yoksul istismarcısı, varlıklı hakkıyla kazansa da, o ana para düşmanıdır. Kısacası Müslüman toplumsal adaletçi, toplumcu ise toplumsal hakkaniyet düşmanıdır. Toplumsal kelimesiyle toplumcu kelimesinin birbirine benzemesi insanı aldatmasın! Bu, (Sözünde doğrudur) ile (Sözde doğrudur) ifadelerine benzemektedir. Biri doğru, diğeri yalancı anlamına gelir. Müslüman sözünde doğrudur, toplumcu sözde doğrudur. Faşistlik, kapitalistlik, ırkçılık da İslâm dışı ideolojilerdir. Hattâ İslamcılık bile İslamiyet’e aykırıdır. Fanatik şahıs, (Müslümanım) diyemiyor da (İslamcıyım) diyor. (Pilavcıyım, elmacıyım) demek şeklinde bir şey. Elmacı, elma ticaretini yapana denir. Pilavcı oldukca pilav yiyene denir. Bu İslamcılar İslam’ın ticaretini mi yapıyor yada İslâm’ı yiyip bitirecekler mi? Solcular da, fakirleri istismara devam ediyorlar.

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/08/dindarlik-azalirsa-ne-olur/feed/ 0 5660
Müslümanların birbiriyle savaşması https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/08/muslumanlarin-birbiriyle-savasmasi/ https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/08/muslumanlarin-birbiriyle-savasmasi/#respond Mon, 08 Jul 2019 06:30:25 +0000 Dinimiz]]> http://www.cennetinbahcesi.com/?p=5659

Sual: (Bir mümini kasten öldürenin cezası, içinde temelli kalacağı Cehennemdir) âyeti ile (Bizlere [Müslümana] tabanca çeken bizlerden değildir) hadisine nazaran de, Hazret-i Ali ile savaşan tüm Eshab kâfir değil midir? Bunun benzer biçimde, (Ankara Savaşı’nda, Osmanlı sultanı Yıldırım Bayezid’in askerlerini öldüren Timur ve askerleri kâfirdir) diyenler oluyor. Timur han Müslüman değil miydi? Eshab-ı kiramın tamamı cennetlik olduğuna nazaran, savaşanlara kâfir demek yanlış değil mi?
CEVAP
Bu şekilde söyleyenler İbni Sebecilerdir. Onlara saygınlık edilmez.
Ilkin âyet-i kerimenin, sonrasında hadis-i şerifin İslam âlimleri tarafınca iyi mi açıklandığına bakalım:
Adam öldürmek, zina etmek ve şarap içmek, birer büyük günahtır, fakat günaha kâfirlik denmez. Zira Ehl-i sünnet itikadında, amel imandan bir parça değildir, şu demek oluyor ki günah işleyene kâfir denmez. Bir hadis-i şerif:
(Cebrail aleyhisselam, “Tanrı’a şirk koşmadan ölen Cennete girecektir” dedi. Ben “hırsızlık yapsa, zina etse de mi?” dedim “Evet” dedi. Üç kere sormuş oldum, gene “Evet şarap içse de” dedi.) [Buhârî, Müslim, Tirmizî, İhya]

Ebü-d-derda hazretleri, (Ya Resulallah, zina ve hırsızlık eden de, şefaate kavuşacak mıdır?) diye sual edince, sonucunda, (Evet, zina ve hırsızlık edene de şefaat edeceğim) buyurdu. İmanla ölen hepimiz, er geç Cennete girer. (İhya)

Bir Müslümanı, sırf Müslüman olduğundan öldürmek küfürdür. Yoksa alacak davası yüzünden yada parasını almak benzer biçimde dünyalık başka bir sebeple öldürmek sövgü olmaz. Hiçbir günah sövgü şu demek oluyor ki kâfirlik değildir. Müslüman olduğundan bile öldürülse, pişman olunca, gene Tanrı tüm günahları affeder. En azılı kâfiri bile affeder, hattâ tüm günahlarını sevaba çevirir. Kâfirliği de, şirki de affeder, yeter ki tevbe ederek ölsün. Tevbe edince, anadan doğduğu günkü benzer biçimde temiz Müslüman olur. (Şirki affetmez) demek, (Kâfir olarak müşrik olarak öleni affetmez) anlamına gelir. Kısaca kâfirler âhirette affa uğramayacaktır. (Feraid)

(Bizlere tabanca çeken bizlerden değildir) demek, (Müslümana Müslüman olduğundan tabanca çekip, onu öldürmek sövgü olur. Fakat başka bir sebeple Müslümanla dövüşmek, savaşmak sövgü değildir. Eshab-ı kiram içinde savaşlar ve Timur Han’ın, kendisi benzer biçimde Müslüman sultanlarla savaşması böyledir. İki tarafa da kâfir denmez. Zira Hucurat sûresinin, (Müminlerden iki fırka birbiriyle savaşırsa, aralarını bulun) mealindeki 9. âyet-i kerimede, savaşan iki tarafa da mümin denmekte ve devamındaki, (Müminler, elbet kardeştir. Kardeşlerinizin arasını bulun!) mealindeki onuncu âyeti, her iki tarafın mümin olduklarını açıkça bildirmektedir. Nisa sûresinin, (Tanrı, şirki elbet affetmez, şirkten [imansızlıktan] başka günahlardan dilediklerini affeder) malindeki 48. âyeti hangi günah olursa olsun, sövgü olmadığını, affedilebileceğini göstermektedir Bir başka âyet-i kerime meali:
(De ki, ey oldukca günah işleyerek haddi aşan kullarım, Tanrı’ın rahmetinden [bizi affetmez diye] ümidinizi kesmeyin! Zira Tanrı, tüm günahları asla şüphesiz affeder. Elbet O, sonsuz mağfiret ve nihayetsiz acıma sahibidir.) [Zümer 53]

İki Müslümanın savaşması elbet oldukca fena bir şey ki, Resulullah efendimiz, Müslümanların birbirleriyle savaşmaması için yakarış etmiştir. Bir hadis-i şerif:
(Rabbimden, ümmetimin umumi bir kıtlıkla ve suda boğularak helâk olmamasını diledim, kabul etti. Ümmetimin birbirleriyle savaşmamalarını da talep ettim, fakat bunu kabul etmedi.) [Müslim]

Görüldüğü benzer biçimde Müslümanların birbirleriyle savaşmaları Allahü teâlânın bir takdiri olup, değişik ictihaddan meydana gelen bir husustur. Değişik ictihad günah değildir. (Redd-i Revafıd)

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/08/muslumanlarin-birbiriyle-savasmasi/feed/ 0 5659
Cizye vergisi https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/08/cizye-vergisi/ https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/08/cizye-vergisi/#respond Mon, 08 Jul 2019 01:29:33 +0000 Dinimiz]]> http://www.cennetinbahcesi.com/?p=5658

Sual: Bir gayrimüslim, (İslâmiyet’te Müslümandan zekât alınırken, niye gayrimüslimlerden cizye alınıyor? Bu, eşitliğe aykırı değil mi?) diye sordu. Cizye nedir ve cizye oranı, zekât oranından değişik mıdır?
CEVAP
Cizye, gelir vergisi, varlık vergisi anlamına gelir. Gayrimüslimlerden cizye almayı emreden İslamiyet, Müslümanların da zekât ve uşur vermelerini emretmiştir.
Zekât bir ibadettir, gayrimüslim kâfir olduğundan onlardan yakarma etmesi istenmez. Onlardan vergi alınır.

Müslümanların vermiş olduğu zekât ve uşur, gayrimüslimlerin vermiş olduğu cizyeden kat kat fazladır. Alınacak cizye miktarı, yoksul olandan 40, orta hâlliden 80, zenginden 160 gram gümüş yada bu değerde mal veya tahıldır. Kadınlardan, çocuklardan, hastalardan, yoksullardan, ihtiyarlardan ve din adamlarından cizye alınmaz.

Gelir vergisi olan cizye, karşılık anlamına gelir. Ölümden kurtulma ve mallarını, canlarını, her türlü haklarını koruma karşılığında, kâfirlerin devlete verecekleri paradır. İki türlü cizye vardır:
Birincisi, kâfirlerle barış yaparken, kararlaştırılan miktardır. Bu miktar, sonradan asla değiştirilemez.

İkincisi, her ay sonunda, fakirlerden 0,5 gram altın değerinde 1 dirhem gümüş alınır Orta hâlliden 2 dirhem, zenginden 4 dirhem alınır. Çalışamayandan ve senenin yarısından fazla hasta olandan bir şey alınmaz. Senede on bin dirhemden fazla geliri olana varlıklı denir. 200 dirhemden fazla kazanan orta hâllidir. Çocuktan, hanımdan, oldukça ihtiyardan, din adamından ve Müslümandan cizye alınmaz. Zekât, uşur, cizye ve haraçtan başka asla kimseden zorla vergi alınmaz. Alınırsa zulüm olur. Sahiplerine geri vermek lazım olur.

Cizye verenlerin, malları, namusları ve ibadetlerini yapmak hürriyetleri, Müslümanların mal ve namusları şeklinde olup, her insana eşit olarak, adaletle işlem edilirdi.

Herakliyüs’ün büyük ordularını perişan eden İslam askerlerinin başkomutanı Ebu Ubeyde bin Cerrah hazretleri, zafer kazanılmış olduğu her şehre, halife Hazret-i Ömer’in emrini göndermişti. Rumlara gönderilmiş olduğu buyruk şu şekilde idi:
(Ey Rumlar! Allahü teâlânın yardımı ve halifemiz Ömer’in emrine uyarak, bu şehri de aldık. Hepiniz ticaretinizde, işinizde, ibadetlerinizde serbestsiniz. Malınıza, canınıza ve ırzınıza kimse dokunmayacak, İslamiyet’in adaleti aynen size de uygulama edilecek, her hakkınız gözetilecektir. Dışarıdan gelen düşmana karşı, Müslümanları koruduğumuz şeklinde, sizi de koruyacağız. Bu hizmetimize karşılık olmak suretiyle, Müslümanlardan hayvan zekâtı ve uşur alıyoruz. Sizden de, yılda bir kere cizye alacağız. Size hizmet etmemizi ve cizye almamızı Allahü teâlâ emretmektedir.)

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/08/cizye-vergisi/feed/ 0 5658
Bedel Hristiyanlıkta olur https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/07/bedel-hristiyanlikta-olur/ https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/07/bedel-hristiyanlikta-olur/#respond Sun, 07 Jul 2019 20:29:20 +0000 Dinimiz]]> http://www.cennetinbahcesi.com/?p=5657

Sual: Hristiyan iken Müslüman olan bir hoca, (Yakarma ederken, evliya olmak şeklinde büyük şeyler istenirse bedeli ağır olur. Tanrı, karşılık almadan yüksek şeyleri vermez) diyor. Doğru mudur?
CEVAP
Doğru değildir. Bedel işi Hristiyanlıkta vardır. Bir ihtimal Hristiyan iken Müslüman olan o hoca, eski Hristiyanlık bilgisine gore o şekilde söylemiş olabilir. Bundan dolayı Hristiyanlar diyor ki:
(İlk insanoğlunun günahından dolayı, tüm çocuklar günahkâr hayata merhaba dedi, her insanın cehennemlik olması gerekti ve karşılık olarak oğul kanı dökmedikçe, insanların affı mümkün değildi. Onun için Tanrı, biricik oğlunu kurban etmek mecburiyetinde bırakıldı.)

(Tanrı, bir günahı affedebilmek için, oğlunun kanını dökmekten başka deva bulamadı) demeleri ne kadar çirkindir. Tanrı’ın oğlu olmaz. İlah olan, birinin günahını temizlemek için, başka birini öldürmeye niye zorunlu olacak? Bir şeye zorunlu olan iyi mi ilah olur? Papazlar, günahı affedebiliyorsa, Tanrı’ın günah affetme yetkisi yok mudur? Niye bir oğul öldürecek ki? Bu şekilde bir şeyi zalim bir insanoğlunun yapması bile düzgüsel değildir.

Papazların ifadelerine gore, eski şeriatlarda, her günah için bir kurban kesilmesini Tanrı emretmiş, günahın bedelinin de, kan akıtmak bulunduğunu bildirip, (Şu günah için şu kadar hayvan kurban edeceksin) diye buyruk vermiş. Her günah için karşılık, kan akıtmak imiş. Ahd-i Atik’te de bu şekilde olduğu yazılı imiş. Fakat o ilk günah için hayvan kanı karşılık olması imkansız imiş. İnciller’in beyanına gore, Tanrı, hâşâ başka deva bulamamış da, günahkâr kullarını affetmek için, biricik oğlunu kurban etmiş ve oğul kanı akıtarak, onlara babalarından miras kalan, o ilk günahı affetmiş. (C. Veremedi)

Görüldüğü şeklinde bu karşılık safsatası, Hristiyanlıktan gelmektedir. Rabbimizin bedele ihtiyacı yoktur. İhsan ederek verir. Allahü teâlânın 99 isminden biri Vehhâb’dır. Vehhâb, karşılıksız veren, fazlaca fazla kayra eden anlamına gelir. Bedel istemesini söylemek, bu ismine zıttır. Bir adı de, Kerîm’dir. Kerîm, keremi, lütfu ve ihsanı bolca, karşılıksız veren, fazlaca ikram eden anlamına gelir. Allahü teâlâ, ismine aykırı iş yapmaz. Hazinesi sonsuzdur, vermekle asla bitmez. İstemesi caiz olan şeylerin, en çoğunu istemelidir. Peygamber olmayı istemek caiz değil, fakat evliya olmayı istemek caizdir. (Tanrı karşılık ister) demek fazlaca yanlıştır. O kayra sahibidir. İhsan, eli açık olarak vermek anlamına gelir. Bedel istemek, kayra sahibinin keremine yakışmaz. Üç âyet-i kerime meali:
(İman edip iyi işler yapanlara [Allah] ecirlerini tam olarak verecek ve onlara lütfundan daha fazlasını da kayra edecektir.) [Nisa 173]

(Yâ Rabbî, bizlere rahmetini kayra eyle! İhsan sâhibi sadece sensin.) [Âl-i İmran 8]

(De ki, lütuf ve kayra Tanrı’ın elindedir. Onu dilediğine verir, rahmeti geniştir ve her şeyi hakkıyla bilir. Rahmetini dilediğine tahsis eder. Tanrı, bolca nimet sahibidir.) [Âl-i İmran 73, 74]

İki hadis-i şerif:
(Agâh olun, Tanrı hakkında hüsnü zanda bulunun! Muhakkak ki Allahü teâlâ, her kula hüsnü zannına gore fazlaca şey verir, hattâ daha da fazla kayra eder.) [Ebu-ş-Şeyh]

(Allahü teâlâ kayra sahibidir. Öyleki ise siz de ihsanda bulunun!) [İbni Adiy]

İmam-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, fazlaca büyük kayra sahibidir. Öyleki bir kayra sahibidir ki, kerem ve ihsanlarını dost ve düşman, her insana saçıyor. Behaüddin-i Buhârî hazretleri, (Biz kayra olunmuşlardanız!) buyurdu. Bu, Allahü teâlânın o şekilde bir ihsanıdır ki, dilediğine verir. Bekara sûresinde mealen, (Allahü teâlâ dilediğine kat kat verir) buyuruldu. Bunun içindir ki, birkaç günlük iyi işe karşılık, sonsuz nimetler verecektir. Fazlaca yüksekleri istemeli. Ele geçenle oyalanmamalı, bunların ötesini aramalı. (1/256, 3/17, 1/3, 1/302, 1/214, 1/285)

Allahü teâlâ, (Günahlardan kaçıp, yakarma ederek sâlih olmaya çalışıyorsan, bedeli ağır olur) demez. Bedelsiz olarak sâlih yada evliya yapabilir.

Bu tarz şeyleri duyan bir hoca dedi ki: Peygamber efendimiz, (Seni seviyorum yâ Resulallah) diyen birine, (Beni seven, fakirliğe hazırlansın. Bundan dolayı beni sevene yoksulluk, dağın tepesinden inen selden daha süratli gelir) buyurdu. Demek ki Resulullah’ı sevmenin bedeli varmış. O da fakirlikmiş. Tirmizî’deki bir hadiste de, (Beni seven fakirliğe hazırlansın. Sünnetime uyan, beni sevmiş olur) buyuruluyor. Bunlar karşılık değilse nedir?
CEVAP: Bu tarz şeyleri her insana şâmil etmek Müslümanlıktan nefrete sebebiyet verebilir. (Resulullah’ı seversen fukara olursun) denir mi? Sünnetlere uyan kimse de, Resulullah’ı sevmiş oluyor. Sünnete uyan, Resulullah’ı sevmiş, dolayısıyla fakirliği garantilemiş mi olur? (Resulullah’ı seversen varlıklı olmana imkân yok) şeklinde anlaşılacak tehlikeli bir söz söylemekten sakınmalıdır.

Resulullah’ı seven sahabeden yada evliya zatlardan varlıklı olanlar yok mu? Müslüman varlıklı olması imkansız mı? Hazret-i Osman, Hazret-i Abdurrahman bin Avf fazlaca zengindi. Cennetle müjdelenen on kişiden ikisi idi. Demek ki Resulullah’ı sevmek varlıklı olmaya mâni değildir. Evliyadan Ubeydullah-i Ahrar hazretleri de fazlaca varlıklı idi. Peygamber efendimiz, (Ümmetimin en kötüleri zenginlerdir. Cehennemin bir çok zenginlerdir) buyuruyor. Peygamberlerden İbrahim aleyhisselam ve Süleyman aleyhisselam fazlaca zengindi. Zenginlik fena değildir. Zenginliğini fena yolda kullanmak kötüdür.

Hadis-i şeriflere bakarak derhal yargı vermek fazlaca yanlış olur. Açıklamalarına bakmak gerekir. Zenginlik, iyi işlerde kullanılırsa iyi, fena işlerde kullanılırsa fena olur. Demek ki zenginliği fena yolda kullandıkları için zenginler kötülenmiştir. Her zengine, fena denmemiştir.

Bir de, hadis-i şeriflerin kime, ne süre, ne maksatla söylendiği bilinmedikçe, o hâliyle idrak etmek yanlışlığa sebep olur. Peygamber efendimiz, varlıklı olmak isteyen Salebe’ye, zenginliğin kendisine zarar vereceğini, zenginlik istememesini bildirip, (Ey Salebe şükrünü yapabildiğin azca mal, şükrünü yapamadığın fazlaca maldan iyidir) buyurdu. O da illa varlıklı olmakta ısrar etti. Duayı alınca varlıklı oldu. Malının zekâtını vermeyip helâk oldu.

Peygamber efendimiz, başkalarına, (Varlıklı olmayın) buyurmadı. Her insanın durumuna gore konuşurdu. Buradan genel yargı çıkarmak fazlaca yanlış olur. Yukarıda bildirildiği şeklinde, (Resulullah’ı seven fakirleşir) dememeli. Sünnetlere uymak Resulullah’ı sevmekten ileri gelir. (Sünnete uyan Resulullah’ı sevilmiş olduğu için fukara olur) demek doğru değildir.

(Ben evliya yada sâlih bir zat olmak isterim) diyene, (Bedeline katlanabilecek misin?) diyerek Müslümanlıktan nefret ettirmemelidir. Menkıbelerde geçen vakalarla dînî yargı verilmez. Yüksek bir dereceye kavuşmak için fazlaca sorun çeken olabilir. Bunu genelleştirmek doğru değildir.

Allahü teâlâyı bedelsiz vermez şeklinde göstermek İslâmiyet’e aykırıdır.

Cenab-ı Hak, bizlere göz verdi, el verdi, kol verdi, ayak verdi, kulak verdi. Öteki organları verdi. Bir başparmağımız olmasa ne kadar sorun çekeriz. Bir yada iki gözümüzü isteseler para karşılığı satar mıyız asla? (Tüm dünyayı verseler vermem) diyen fazlaca şahıs vardır. Maddî ve mânevî nimetlere karşı karşılık olarak ne isteniyor? Bir tek inanç isteniyor. Onun da gene Allahü teâlâya asla faydası yok. O da bizim iyiliğimiz için isteniyor.

Vücudumun her zerresi, gelse de dile,
Şükrünün binde birini yapması imkansız bile
.

Hastalık, bela, sorun günahlara kefaret olur. Kulun günahlarını affettirici ibadeti yoksa, uğramış olduğu belalar, onun günahlarını affettirir. Kulun günahları affolunca, istediği derecelere yükselir. Onun için bazı kimseler belaya maruz kalır. Şu iki hadis-i şerif bunu açıkça bildiriyor:
(Kul, Allahü teâlâ katındaki dereceye ameliyle kavuşamazsa, uğramış olduğu belalar o dereceye kavuşmasına sebep olur.) [Ebu Nuaym] (Buna karşılık denmez.)

(Kul, ameliyle kendisine takdir edilen mertebeye ulaşamıyorsa, kendisine, ailesine yada malına gelen belalar, ezelde onun için takdir olunan dereceye nail olmasına sebep olur. Allahü teâlâ o kula belalara sabretmesini nasip eder.) [Buhârî] (Buna karşılık denmez.)

Allahü teâlâ, kayra sahibidir, bedelsiz, karşılıksız verir. Nitekim buyuruluyor ki:
Bizi yoktan var eden, en güzel şekli ve lüzumlu uzuvları kayra eden, her birini bir ahenkle işleten, akıl ve zekâ bahşeden, çeşitli nimetleri karşılıksız kayra eden ve bizlere asla ihtiyacı olmayan, sonsuz kudret sahibi olan Allahü teâlâya şükretmemek fazlaca büyük suçtur. (İslam Ahlakı)

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/07/bedel-hristiyanlikta-olur/feed/ 0 5657
O Müslümansa, ben değilim demek https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/07/o-muslumansa-ben-degilim-demek/ https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/07/o-muslumansa-ben-degilim-demek/#respond Sun, 07 Jul 2019 15:28:03 +0000 Dinimiz]]> http://www.cennetinbahcesi.com/?p=5656

Sual: Bir dost, Müslümanların işlediği yanlış işleri, günahları görünce, (Bu şekilde Müslümanlık olmaz. Onlar Müslümansa ben Müslüman değilim. Ben Müslümanlığı bırakıyorum) dedi. Dostum haklı değil mi?
CEVAP
Dostunuz asla haklı değildir. Kötüden örnek olmaz. Niye evliya zatlar örnek alınmıyor da, fena kimselere bakılıyor? Müslümanların yaptıkları yanlış işlerden dolayı Müslümanlık suçlanamaz. Müslümanlık, Allahü teâlânın dinidir. Hâşâ o yanlış işleri Allahü teâlâ mı bildiriyor ki, (Müslümanlığı bırakıyorum) diyor? Arkadaşınızın, (Onlar eğri Müslüman, fakat ben İmam-ı Gazalî ve Seyyid Abdülkadir-i Geylanî hazretleri benzer biçimde doğru Müslüman olmak isterim) demesi lazımdı. Müslümanlığı en iyi şekilde yaşaması lazımdı. Eğri Müslümanlar da var diye, o Müslümanlıktan iyi mi çıkar? Onlar zemzem içse, ben içmem denir mi? Müslümanların içinde eğri kimseler de var ise, Müslümanlığın suçu ne? Eğer kendisi doğruysa, (Ben en iyi bir Müslüman olacağım) demesi gerekir. Ben Müslümanlığı bırakıyorum denir mi? Müslümanlığı sadece ahmak olan, kâfir olan bırakır. (Gâvura darılıp oruç yenmez) diye bir atasözü var. Müslümana kızıp da, dinden çıkmak, kendine zarar vermek fazlaca yanlış olur.

Arkadaşınızın Müslüman maskeli gizli saklı İngiliz casuslarından etkilendiği anlaşılıyor. Şu sebeple bu şekilde provokatörce konuşmak onların meşhur taktiğidir. Bir kısmına bu fena işleri yaptırırlar, öteki kısmı da yaygarayı basar, (Bunlar Müslümansa biz değiliz, Müslümanlık buysa bırakıyoruz) derler. Aslına bakarsan Müslüman değillerdi. Maksatları dostunuz benzer biçimde bu oyuna gelenleri avlamaktır. Papazları buna (ürün elde etmek) diyorlar. Şu sebeple ikinci aşamada bunlar Hristiyanlaştırılmaya çalışılacaktır.

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/07/o-muslumansa-ben-degilim-demek/feed/ 0 5656
Arap ve zenci https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/07/arap-ve-zenci/ https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/07/arap-ve-zenci/#respond Sun, 07 Jul 2019 10:27:38 +0000 Dinimiz]]> http://www.cennetinbahcesi.com/?p=5655

Sual: Arapların zenci olduğu söyleniyor. Kanıt olarak da, Arap kızı şiiri gösteriliyor. Arap’la zenci ayrı değil midir? Rastgele bir şiir kanıt olur mu?
CEVAP
Arap’la zenci normal olarak ayrıdır.
Zenci, siyah ırklara verilen genel ad olarak biliniyorsa da, doğrusu siyah ırk olan Zengibar [Zanzibar] halkına denir. Zengibar Afrika’nın cenup doğusunda Tanzanya’ya bağlı iki adadan biridir. Habeş halkı da siyahtır, bunlara Habeş denir. Mısır halkı esmerdir. Siyah fellahları da vardır.

Arap, sözlükte güzel anlama gelir. Örneğin, lisan-ı Arap, güzel dil anlama gelir. Coğrafyada Arap demek, Arabistan yarımadasında doğup büyüyen kimse anlama gelir. Resulullah efendimiz, Arabistan yarımadasında doğduğu için Arap ırkına mensuptur. Araplar, beyaz, buğday benizli olur. Bilhassa Peygamber efendimizin sülalesi beyaz ve fazlaca güzeldi. Dedeleri Basralı olan İbrahim aleyhisselam beyazdı.

Anadolu’ya konuk gelen siyah fellahlar, habeşler, zenciler, saygı ve ikram görmek için, kendilerini Arap olarak tanıtmış. Din düşmanları bu durumdan fazlaca memnun olmuşlar, siyahları, aşağı ve iğrenç olarak tanıtmışlardır. Siyah resimlere, kara köpeklere, resmin negatif filmine Arap dediler. Arapsaçı, Arap sabunu, kara Fatma böceği benzer biçimde uydurma isimlerle Arap milletini kötülediler. Arabı siyah olarak tanıtmaya, böylece, Müslümanları Arap olan Peygamber efendimizden soğutmaya çalıştılar.

Bunun bir örneği halk dilinde dolaşan şu Arap kızı şiiridir:
Yağmur yağıyor, seller akıyor,
Bir Arap kızı, camdan bakıyor,
Sokağa çıksa, yağmurda kalsa,
Aksa karası, bembeyaz olsa
.

Bu şiirde de, Arap kızının kara olduğu, yağmurla yıkanarak beyazlaşması isteniyor.

Şuurlu Müslüman, zenciye Arap denmemesi icap ettiğini bilmeli, din düşmanlarının oyununa gelmemeli.

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/07/arap-ve-zenci/feed/ 0 5655
Kutsal aile https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/07/kutsal-aile/ https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/07/kutsal-aile/#respond Sun, 07 Jul 2019 05:27:34 +0000 Dinimiz]]> http://www.cennetinbahcesi.com/?p=5654

Sual: Hep “Ben” diye konuşan biri, (İslam’ın genel tevhid anlayışı doğrultusunda “Kutsal aile”, “Soyluluk”, kısaca asîl olmak diye bir şey kabul etmem. Bir insan doğuştan asîl yada mukaddes olması imkansız. Bence bir insanı doğuştan asîl yada mukaddes görmek apaçık şirktir. Âdem ve Nuh nebinin evlatlarından biri kâfir olmuştur. Bu da gösteriyor ki, peygamber de olsa, her evladı asîl olması imkansız. Şu demek oluyor ki hiçbir şahıs, doğarken asîl olarak doğmaz) diyor. Her çocuğun günahkâr olarak doğması, Hristiyanlık inancı değil midir? Müslümanlıkta bir insan peygamber yada evliya olarak doğmaz mı?
CEVAP
Peygamberlik, mukaddes aile ve soyluluk değil midir? Peygamber mukaddes değilse kim mukaddes olur ki? Peygamber efendimiz, peygamber olarak dünyaya gelmiştir. Hazret-i İsa’nın da peygamber olarak doğduğu âyet-i kerime ile sabittir. (Saf 6)

Seyyid ve şeriflerin hepsi mukaddes ailedir.

Birçok evliya zat da, birer velî olarak dünyaya gelmiştir. Birkaç örnek verelim:
1- Seyyid Abdülkadir Geylanî hazretleri, daha doğmadan, büyük bir zat olacağına dair birçok alamet görülmüştü. Peygamber efendimiz rüyasında babasına, (Ey Ebu Salih! Allahü teâlâ bu gece sana derecesi yüksek bir adam evlat kayra etti. O benim oğlumdur. Evliya içinde derecesi yüksek olacaktır) buyurdu. Doğduktan sonrasında yüksek hâlleriyle dikkatleri çekti. Ramazan-ı şerifte gün süresince süt emmez, iftardan sonrasında emerdi. Bu hâlini özetleyen şiirindeki iki mısra şöyledir:
Nice üstün hâllerim, dillerde söylenirdi,
Beşikte oruç tuttum, bunu hepimiz bilirdi.

Doğduğu senenin Ramazan ayının sonunda havalar bulutluydu. Bunun için Ramazanın çıkıp çıkmadığında tereddüt edildi. Halk, çocuğun süt emip emmediğini sorunca, anası emmediğini söylemiş oldu. Böylece Ramazanın hemen hemen çıkmadığını anlayıp oruca devam ettiler.

Çocukken okula giderken meleklerle birlikte yürüdüğünü görür, meleklerin (Yer açın, evliyadan bir zat geliyor) dediklerini duyardı. Melekler, (Bu asîl bir ailenin çocuğudur. İleride büyük bir zat olacaktır) derlerdi.

2- Silsile-i aliyyeden büyük âlim ve velî bir zat olan ve âriflerin sultanı denilen Bayezid-i Bistamî hazretleri, daha annesinin karnındayken kerametleri görüldü. Anası ona hâmileyken şüpheli bir şeyi ağzına alacak olsa, onu geri atıncaya kadar karnına vururdu.

3- Anası, Hâce Muhammed bin Ebu Ahmed el-Çeştî hazretlerine hâmileyken, karnından Lâ ilâhe illallah söylediğini duyardı. Bigün babası, ana rahmindeki bu oğluna, (Esselâmü aleyke yâ veliyullah) dedi. Çocuk da, (Ve aleykesselâm ey babam) dedi.

Doğar doğmaz, yedi kere Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resulullah dedi. Muharrem ayının ilk on gününde asla süt içmeyip, oruç tuttu.

4- Muhammed Mehdî hazretlerinin doğacağı gece, babası İmam-ı Askeri, evinde bulunan teyzesine, (Teyze, bu gece bizim evde bulun! Oğlumuz dünyaya gelecektir) dedi. Teyzesi, (Hanımın Nergis’te hamilelik alameti yok. Çocuk kimden olacak?) diyince, (Nergis hâmilelik yükünü çekmeden, doğuracaktır) dedi. Teyzesi anlatır:
(Gece teheccüde kalktım. Nergis de kalktı. “Sabah olmak suretiyle hemen hemen çocuk doğmadı” diye düşündüm. Babası, “Teyze Nergis’in odasına git!” dedi. Nergis’in odasına gittim. Kadr sûresi ile Âyet-el-Kürsî’yi okudum. Annesinin karnında çocuk da bu tarz şeyleri okuyor, sesi duyuluyordu. Azca sonrasında çocuk dünyaya geldi. Babası, “Teyze, oğlumu getir!” dedi. Evladı götürdüm. Babası, çocuğa “Konuş!” dedi. Çocuk bir âyet-i kerime okudu. O sırada etrafımızı yeşil renkli kuşlar sardı. Bunların melekler bulunduğunu öğrendim.)

5- Süfyan-ı Sevrî hazretleri Tebe-i Tâbiîn’in büyüklerindendir. Anası ona hâmileyken komşudan habersiz bir turşuyu ağzına koydu. Karnındaki çocuk, başını şiddetle annesinin karnına vurdu. O anda anası, yediği turşuyu izinsiz aldığını hatırlayıp, komşuya koştu. Onunla helalleşti.

6Ebü’l-Vefâ hazretleri, daha bebekken oruç tutmaya başladı. Ramazan ayında, gündüzleri annesinin memesinden süt emmez, sâdece geceleri emerdi.

7- Ahmed Kuddûsî hazretleri anlatır: Ben, ana karnındayken, (Kuddûs, Kuddûs) diye zikrediyormuşum. Bunu duyan babam, anneme, (Hiç kimseye söyleme, bu oğlumuzun kemal sahibi olacağı anlaşılıyor) demiş. Bir şiirinden:
Validem duymuş bunu,
Ana rahminde iken,
Etmişim takdis O’nu,
Derim ben Kuddûsî’yem.

Tüm bu anlatılanlar, asîl aile, mukaddes aile bulunduğunu göstermiyor mu? Büyük zatların evlatları, torunları, yakınları genel anlamda iyi insanlardır. (Armut, branşının altına düşer) atasözü de, evladın sülaleye çekeceğini bildiriyor.

Her şeyin istisnası olur. Birer kural dışı olan Hazret-i Âdem ile Hazret-i Nuh’un o denli iyi evlatları varken, bir tanesini gösterip, bu gerçek vakaları inkâr etmek iyi niyetli kimselere yakışmaz.

Armut, branşının altına düşer
Sual: İyi kimselerin evlatları, torunları, yakınları genel anlamda iyi insanlardır. (Armut, branşının altına düşer) atasözü de, evladın ana babaya çekeceğini bildiriyor. Bunun istisnası yok mu? Örneğin Tevfik Fikret’le Eknel Bey’in oğlunun Hristiyan olması, Molla Sadri’nin oğlunun, Mısırlı bir zındığın dinine girmesi, bir kural dışı mıdır?
CEVAP
Bu işin normal olarak istisnası vardır, sadece bu örnekler bir kural dışı olarak kabul edilmez. Tevfik Fikret’in kendisi aslına bakarsanız dine şaşı bakan biriydi. Hristiyan olan oğlu Haluk’un anası de Hristiyan’dı. Armut gene dalından kopup altına düşmüştür. Merhum Molla ise, oğluna sürekli Kur’anı ölçü almasını söylerdi. (Kur’anı doğru anlayan büyük âlimlere kısaca dört hak mezhepten birine uy!) demediği için, (Yalnız Kur’an) diyenler benzer biçimde, o da, mürted oldu, din değiştirdi. Eknel Bey benzer biçimde, papazları öven, komünist Nazım Hikmet’in şiirlerini, Aziz Nesin’in yazılarını başka dile çeviren birinin oğlunun Hristiyan olması yadırganmamalıdır.

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/07/kutsal-aile/feed/ 0 5654
Sultana itaat gerekir https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/07/sultana-itaat-gerekir/ https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/07/sultana-itaat-gerekir/#respond Sun, 07 Jul 2019 00:27:27 +0000 Dinimiz]]> http://www.cennetinbahcesi.com/?p=5653

Sual: Halifeye, sultana ve devlete isyan etmek fitnedir, cihad değildir deniyor. Hatta halifeye isyan etmemeyi Ehl-i sünnet itikadı arasına bile koymuşlar. Peki Ebu Hanife, halifenin zulümlerine isyan etmiş olduğu için şehit edilmedi mi? İmam-ı Ahmed bin Hanbel, halifeye isyanından dolayı dayak yemedi mi? İmam-ı Rabbani Ekber şah ile savaşmadı mı? Hapse girmek onur olmasaydı, Hazret-i Yusuf, zindanı medrese-i Yusufiyye yapar mıydı?
CEVAP
Hiçbir İslam âlimi halifeye, sultana isyan etmemiştir. Bu tamamen yalan ve iftiradır. Zira âlimlerin hepsi komut [başkan] ile ilgili şu hadis-i şerifleri bilirdi:

(Emirinizin beğenmediğiniz işlerine sabredin! Zira cemaatten bir karış ayrılan [itaatsizlik eden, fitne çıkaran] cahiliyye ölümü ile [imansız] ölmüş olur.) [Buhari]

(Malını zorla alsa da emirin sözünü dinle ve ona itaat et!) [Buhari]

(Müslüman, hoşuna gitmese de, emirin sözünü dinler ve ona itaat eder. Komut, günah olan bir şeyi emrederse, o emri dinlemek gerekmez.) [Buhari]

(Sultan, yeryüzünde Tanrı’ın gölgesidir. [Onun emirlerini tatbik eden kimsedir] Ona ikram eden ikram görür, ona ihanet eden de ihanete maruz kalır.) [Taberani]

(Emirine isyan edenin sevaplarının tamamı gider.) [Beyheki]

(Başı siyah Habeşli bir köle olsa da, emirinize itaat edin!) [Buhari]

(Elleri kesik, sakat bir köle olsa da, emirinize itaat edin!) [Müslim]

Köle, bir tek kâfir düşmandan oluyordu. Bu hadis-i şeriflerin açıklamaları Hadika’da vardır. (Habeşli köle olsa da demek, emiriniz siyah bir kâfir de olsa ona itaat edin) anlamına gelir.

Müslümanın emiri kâfir olabilir. Örnek olarak hadis-i şerifte, (Komut sana “Ya Müslümanlığı bırak yada öldürürüm” dese, Müslümanlığı bırakma, boynunu uzat) buyuruldu. (Hakim) [Müslüman olan emir, Müslümanlığı bırak demez.]

Abbasi halifelerinden Ebu Cafer Mensurun adamları, imam-ı a’zam hazretlerine kâdı-l-kudat, kısaca şimdiki tabirle, Yargıtay başkanlığı teklif ettiler. O da, (Ben kadılık yapamam) buyurdu. (Yalan söylüyorsun) dediler. (Eğer yalan söylüyorsam, yalancıdan kadı olmaz. Doğru söylüyorsam kadılık yapamam diyorum) buyurdu. Oldukca takva ehli olup, dünya makamına kıymet vermediği için kabul etmedi. Zindana atıldı. Kamçı ile dövüldü. Her gün on kamçı arttırıldı. Kamçı sayısı yüz olduğu gün şehit oldu. (Rahmetullahi aleyh)

Bağdat’ta Mutezile fırkası mensupları, Kur’an mahluktur yanlış inançlarına Abbasi halifesi Memun’u da inandırdılar. Bunu kabul etmesi için, Ahmed bin Hanbel hazretlerini de zorlayıp, Memun vasıtasıyla bu hususta baskı ve işkence yaptırıp 28 ay hapsettiler. Tüm işkencelere karşın, (Kur’an-ı kerim, yaratık değildir) dedi. Bunların Halifeye isyan ile hiçbir alakası yoktur.

Bid’at ehli Hintli bazı kişiler, imam-ı Rabbani hazretleri için (O kendini Ebu Bekir’den de üstün biliyor) diye kara çalma ederek sultana yakınma ettiler. Ekber şahın oğlu Selim Cihangir Şah da, onu hapsettirdi. İki yıl sonrasında pişman olup özür diledi. Görüldüğü benzer biçimde bunların zerre kadar isyanla alakası yoktur.

İmam-ı Rabbani hazretlerinin hapsedilişi şöyleki olmuştur:

O dönemin sultanı olan Selim Cihangir hanın devlet adamları, hatta büyük veziri ve baş müftüsü, hatta haremi Ehl-i sünnet değildi. Oysa imamın birçok mektupları ve bilhassa ek olarak yazdığı Redd-i revafıd risalesi, mezhepsizleri reddetmekte, bilgisiz, ahmak ve alçak olduklarını anlatmaktadır.

Hazret-i İmamın bazı talebeleri, kürsülerde yakıcı vaazlar ederek fitneye sebep olmuşlardır. İmam-ı Rabbani hazretleri, Redd-i revafıd risalesini Buhara’da bulunan en büyük Özbek hanı Abdullah-ı Cengizi hana yollamıştı. (Bunu İran’da şah Abbas-ı Safeviye gösterin! Kabul ederse sorun yok, etmezse onunla savaşmak caiz olur) demişti. İran şahı kabul etmedi. Cenk oldu. Abdullah han, Horasandaki şehirleri aldı. Buralarını yüz yıl ilkin Safeviler almıştı.

Bundan sonrasında, Hindistan’daki mezhepsizler el ele verdiler, (O kendini herkesten, hatta Ebu Bekir’den daha yüksek biliyor) dediler. Sultan, oğlu Şah Cihanı gönderip, İmamı ve evladını ve yetiştirdiği büyükleri çağrı etti. Hepsini öldürmeye karar verdi.

Şah Cihan, bir müftü ile İmam-ı Rabbaniye gitti. Sultana secde caiz bulunduğunu gösteren bir fetvayı da götürdü. İmam-ı Rabbani’nin ihlaslı bir zat bulunduğunu biliyordu. (Babama secde edersen, seni kurtarabilirim) dedi.

Hazret-i İmam, bu fetvanın, fakirlik zamanında yapılması caiz olan bir ruhsat bulunduğunu, sadece azimet yönünden secde etmemenin daha iyi bulunduğunu söylemiş oldu.

Evladını ve dostlarını bırakıp yalnız geldi. Sultan, 11. mektubu gösterip manasını sordu. Bir o kadar güzel ve doyurucu yanıt verdi ki, Sultan, yüksek hakikatleri ve esrarı idrak edebilecek kabiliyette biri olmadığı halde, neşelendi ve özür dileyerek İmam-ı Rabbani hazretlerini özgür bıraktı.

Hasetçiler, Sultanın oldukça hoş, tahriklerinin boş bulunduğunu görünce, Sultana, bir talebesinin yapmış olduğu vaazları hatırlatarak, (Bunun adamları çoktur. Sözleri tüm memlekette yürürlüktedir. Bunu özgür bırakırsak bir düzensizlik çıkabilir. Hem ne kadar kendini beğenmiş ki, sizi bile minik görüp, secde ile saygı göstermedi. Hatta, merhaba bile vermedi) dediler.

Hazret-i İmam, içeri girince, Sultanı kızgın, azgın, kısaca saygı ve değerden kendini sıyırmış görerek, merhaba vermemişti. Bunlar bahane edilerek Güvalyar kalesinde hapsini komut etti. İki yıl sonrasında yaptığının yanlış bulunduğunu anlayan Cihangir şah, özür dileyerek hazret-i İmamı hapisten çıkardı. (İsbat-ı nübüvvet, Ümdet-ül-makamat, Berekat)

Yusuf aleyhisselama da kara çalma ediliyor. Hapse girmek onur olsaydı, Hazret-i Yusuf, hapse girmişken daha fazlaca kalmak isterdi. Oysa bir an ilkin çıkmak istedi. Bir âyet meali şöyledir:
([Melikin adamı olan sakiye] Beni efendinin yanında an, bir ihtimal beni zindandan çıkarır dedi. Fakat şeytan ona, efendisine anmayı unutturdu. Yusuf da, birkaç yıl [yedi yıl kadar] daha zindanda kaldı.) [Yusuf 42]

Bu vakaları sultana isyan etmek benzer biçimde gösterip, isyan eden, düzensizlik çıkaran, Müslümanların kanlarının dökülmesine sebep olan fitnecileri meşru saymak ahmaklık değilse, hainliktir.

Sual: “Sultana isyan edilmez” adlı yazınızda, büyük bir karşıtlık var. Bir yerde, (Hiçbir İslâm âlimi, sultana isyan etmemiştir) denirken, bir başka yerde İmam-ı a’zam Ebu Hanife’nin ben kadılık yapmam diyerek sultana isyan etmiş olduğu bildiriliyor. Bu apaçık bir çelişki değil mi?
CEVAP
Yazıda çelişki yok. İmam-ı a’zam hazretleri, Ben kadılık yapmam demedi, (Ben kadılık yapamam) dedi. İkisi içinde fazlaca fark var. Örnek olarak sultan ona, (Gel satranç oynayalım) dese, o da (Ben satranç oynamasını bilmediğim için satranç oynayamam) diye yanıt verse, bu sultana isyan mıdır, yoksa bilmediğini itiraf etmek midir? Kadılık yapamayacağını bildiriyor. Bu bildirmenin isyan neresindedir? Fakat zalim idareciler, (Yalan söylüyorsun) dediler. (Eğer yalan söylüyorsam, yalancıdan kadı olmaz. Doğru söylüyorsam kadılık yapamam diyorum) buyurarak, isyan etmediğini bildirdi. O göreve layık olmadığını bildirmesi isyan mıdır?

Müslüman isyankâr olmaz
Sual:
Piyasada onlarca ilmihal var. Asla birinde, (Devlete isyan edilir yada edilmez) diye yazılmazken, S. Ebediyye’de (Devlete isyan edilmez) diyor. Bunun sebebi nedir?
CEVAP
Öteki ilmihaller bu mevzuda tamamlanmamış yazmışlar. Osmanlı zamanında her Müslüman’ın başucu kitabı olan Aden Yolu İlmihali’nde şöyleki yazıyor: Ehl-i sünnet olmanın on alameti vardır:
1- Cemaate devam etmek,
2- İtikadı bozuk olduğu bilinmeyen her imama uymak,
3- Mest üstüne meshi caiz görmek,
4- Sahabenin asla birine fena söz söylememek,
5- Devlete, sultana isyan etmemek,
6-
Dinde haksız olarak münakaşa etmemek,
7- Dinde, kuşku etmemek,
8- Hayrın ve şerrin, Allahü teâlâdan bulunduğunu bilmek,
9- İtikadı bozuk olduğu bilinmeyen Ehl-i kıbleye kâfir dememek.
10- Dört halifeyi öteki sahabeden üstün bilmek. (Miftah-ül aden)

Demek ki Ehl-i sünnet olmak için bu on vasfa haiz olmak gerekiyor. Onlardan biri de devlete isyan etmemektir. Öteki ilmihallerde olmaması bir eksikliktir.

(Kâfir olan devlete de isyan edilmez mi, kâfir devlete isyan cihad değil mi?) diye soranlar da fazlaca oluyor. Cihad, isyan ve çapulculuk demek değildir. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan cihad, başka ülkelerdeki düşman olan kâfirlerle, devlet olarak savaşmak anlamına gelir. Korsan gösteriler yapmak, cihad diye bağırmak cihad olmaz, fitne ve çapulculuk olur. Dinimize zarar verir. İki hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kıyamet yaklaştıkça, fitneler çoğalır. Gece başlarken karanlığın artması benzer biçimde olur. Sabah evinden mümin olarak çıkan fazlaca kimse, akşam kâfir olarak döner. Akşam müminken, gece imanları gider. Bu şekilde zamanlarda, eve kapanmak fitneye karışmaktan iyidir. Kenarda kalan, ileri atılandan iyidir. O gün oklarınızı kırın, silahlarınızı bırakın! Herkesi tatlı dille, güler yüzle karşılayın!) [Ebu Davud]

(Bozuk bir işi düzeltemediğiniz vakit, sabredin! Allahü teâlâ onu düzeltir.) [Beyheki]

Bu hadis-i şerifler, kanunlara karşı gelmeyi, ihtilal yapmayı değil, meşru yollardan tembih verip sabretmeyi emretmektedir.

Müslümanlar ihtilal yapmaz, fakat zulme, haksızlığa da teslim olmaz. Meşru yollardan hakkını arar. Hükümetin meşru emirlerine uyulur. Asla kimsenin haram olan emirleri yapılmazsa da, isyan da edilmez. Fitne çıkarılmaz. Zâlimlere karşı gelmemeli, onlarla tartışmamalı! Örnek olarak, namaz kılmamak en büyük günahlardandır. Âmir, müdür, kâfir ve zâlim olup, emri altında olana (Namaz kılma) derse, senin yanında kılmam demeyi düşünerek, peki demeli, bu sebeple fitne çıkarmak, kısaca Müslümanların ezilmelerine sebep olmak haramdır. O zâlimin yanından ayrılınca, namazı derhal kılmalıdır.

Kuvvete karşı gelmek, devlete karşı isyan etmek ahmaklıktır. Kendini tehlikeye atmak olur. Bu ise, haramdır. Tarihte o şekilde ahmaklar çıkmış ki, fitneye sebep olan yazı ve sözlerinden dolayı kendi kellelerini kaptırdıkları benzer biçimde, on binlerce Müslümanın kanının dökülmesine sebep olmuşlardır. Kâfirlerin Müslümanlara karşı daha şiddetli hareket etmelerine sebep olmuşlardır.

Düzensizlik çıkarmak, bölücülük yapmak
Sual: Bir Müslüman, anarşist, bozguncu olabilir mi, dinimizde böyle bir durum var mıdır?

Yanıt: İslâm dini, birleşmeyi, sevişmeyi, yardımlaşmayı, kanunlara karşı gelmemeyi, fitne kısaca düzensizlik çıkarmamayı, kâfirlerin haklarını da gözetmeyi, kimseyi incitmemeyi emretmektedir. İslâm âlimleri, istirahatlerini, menfaatlerini feda ederek, dinimizin bu güzel emirlerini bildirmek, torunlarının dinlerini, imanlarını korumak için, fazlaca sayıda, fazlaca kıymetli kitap yazmış ve bizlere yadigâr bırakmıştır. Hadîkada, fitneyi anlatırken deniyor ki:
“Fitne, Müslümanlar içinde bölücülük yapmak, onları sıkıntıya, zarara, günaha sokmak, insanları devlete karşı isyana kışkırtmak anlamına gelir. Zalim olan hükümete de itaat etmek vaciptir.” Berîkada da, deniyor ki:
“Başınızdaki amir, bir Habeş hizmetçi benzer biçimde zelil, adi, aşağı kimse olsa da, İslâmiyete uygun emirlerine itaat vaciptir. İslâmiyete uymayan emirlerine de, fitneye, fesada sebep olmamak için karşı gelmemeli, isyan etmemelidir.”

Müslümanlar, birlik ve beraberliğe fazlaca önem vermeli, memleketlerinin kalkınması için maddi, içsel çalışmalı, din bilgilerini iyi öğrenmeli, haramlardan sakınmalı, Allaha, devlete ve kullara karşı olan vazifelerini yerine getirmelidir. İslamın güzel ahlakı ile bezenmeli, hiç kimseye zarar vermemelidir. Fitne kısaca düzensizlik çıkarmamalıdır. Dinimiz, bu şekilde olmamızı emrediyor.

Müslüman isyan etmez, fitne çıkarmaz
Sual: Seyyid Kutb’un, Cihân Sulhu kitabında “Müslümanlar ihtilalci olur. Zulüm, haksızlık meydana getiren hükûmete karşı ihtilal yapar” deniliyor. Bu söz doğru mudur?
Yanıt:
Bu söz, İslâm âlimlerinin bildirdiklerine uymamaktadır. Müslümanlar ihtilal yapmaz, fitne ve fesat çıkarmaz. Zalim olan hükûmete de isyan etmek günahtır. Kanunlara, emirlere karşı gelmek, cihad olmaz, fitne çıkarmak olur. Seyyid Kutb, Mevdûdî ve bunlara aldananlar, Hac sûresinin 39. âyetine yanlış mana verdikleri için, bu felakete düşmüşlerdir. Bu âyette meâlen;
(Müminlere hücum eden zalimlerle cihad etmeye izin verildi) buyuruldu. Mekke’de kâfirler, Müslümanlara zulmedip, yaralayınca, öldürünce, bunlarla dövüşmek için, yeniden yeniden izin istediler. İzin verilmedi. Medine’ye hicret edilince, bu âyet gelmiş olarak, yeni kurulan İslâm devletinin, Mekke’deki zalimlerle cihad yapmasına izin verildi. Bu âyet-i kerime, Müslümanların, zalim hükûmete isyan etmeleri için değil, insanların İslâm dinini işitmelerine, Müslüman olmalarına mâni olan zalimler ile cihad yapması için, İslâm devletine izin vermektedir. Siyer-i kebîrdeki hadîs-i şeriflerde;
(Emîre isyan eden hiç kimseye Aden haramdır.)

(Adil ve zalim, her emîrin emri altında cihad ediniz!) buyuruldu. Kitaplarda yazılı olan cihad, başka memleketlerdeki kâfirlerle harp etmek anlamına gelir. Beyhekînin bildirdiği hadîs-i şerifte;
(Bozuk bir işi düzeltemediğiniz vakit, sabrediniz! Allahü teâlâ onu düzeltir) buyuruldu. Bu hadîs-i şerif, kanunlara karşı gelmeyi, ihtilal yapmayı değil, meşru yollardan tembih verip sabretmeyi komut buyurmaktadır. Tirmizî ve Taberânîde bildirilen hadîs-i şerifte;
(Cihadın en kıymetlisi, zalim sultan yanında, doğru yolu gösteren bir söz söylemektir) buyuruldu.

Âlimlerin gücü yettiği kadar emr-i ma’rûf yapması lazımdır. Fakat emr-i ma’rûf yaparken, fitne çıkmamasına fazlaca dikkat etmelidir…

Görülüyor ki, Müslümanlar ihtilal yapmaz. Fakat, zulme, haksızlığa da teslim olmaz. Meşru yollardan hakkını arar. Hükûmetin meşru emirlerine uymak, her Müslümana vaciptir. Asla kimsenin haram olan emirleri yapılmaz. Fakat, buna isyan edilmez, fitne çıkarılmaz. Zalimlerle münakaşa etmemelidir. Zira fitne çıkarmak, Müslümanların ezilmelerine sebep olmak haramdır.

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/07/sultana-itaat-gerekir/feed/ 0 5653
Batılı meşhurların İslam hayranlığı https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/06/batili-meshurlarin-islam-hayranligi/ https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/06/batili-meshurlarin-islam-hayranligi/#respond Sat, 06 Jul 2019 19:26:34 +0000 Dinimiz]]> http://www.cennetinbahcesi.com/?p=5652

Gayrimüslim oldukları halde, Müslümanlığa fanatik olan bazı meşhur kimselerin İslamiyet ile alakalı düşüncelerini özetlemek gerekirse naklediyoruz:

1- Tarihe meşhur bir kumandan, bununla beraber bir devlet adamı olarak geçen Fransa imparatoru birinci Napoléon (Napolyon) (1769–1821) Mısır’a girmiş olduğu 1798’de, İslamiyet’in ebatlarına, doğruluğuna fanatik kalmış, hatta bir ara Müslüman olmayı bile düşünmüştü. Kim bilir aforoz edilirim korkusuyla bundan vazgeçmiştir. Aşağıdaki satırlar Cherfils’in, (Bonaparte et İslam) ismindeki kitabından aynen alınmıştır:
(Napolyon şu şekilde diyordu:
Tanrı’ın varlığını ve birliğini, Musa peygamber kendi milletine, İsa peygamber Romalılara; fakat Muhammed peygamber tüm dünyaya bildirdi. Arabistan tamamıyla putperest olmuştu. İsa aleyhisselamdan altı yüzyıl sonrasında Muhammed peygamber kendisinden ilkin gelmiş olan İbrahim, İsmail, Musa ve İsa’nın Tanrı’ını Araplara tanıttı. Arapların yanına sokulan Aryenler, hakiki İsa dinini bozarak onlara Tanrı, Tanrı’ın oğlu, Ruhulkudüs şeklinde, kimsenin anlayamayacağı inançları yaymaya çalışıyor, doğunun sulh ve huzurunu tamamen bozuyorlardı. Muhammed peygamber onlara doğru yolu gösterdi. Araplara yalnız bir tek Tanrı bulunduğunu, Onun ne babası, ne de oğlu bulunmadığını, bu şekilde birkaç Tanrı’a tapmanın puta tapmaktan kalan saçma bir âdet bulunduğunu söyledi.)

Kitabın başka bir yerinde Napolyon’un, (O şekilde zannediyorum ki, yakında tüm dünyanın aklı başlangıcında kültürlü insanlarını bir araya biriktirerek bir hükümet oluşturmak ve bu hükümeti yönetmek imkânını bulacağım. Sadece Kur’anda yazılı olan esasların doğruluğuna inanıyorum. Bunlar, insanları bahtiyarlığa götürecektir) sözleri yazılıdır.

2- En büyük ilim adamlarından önde gelen İskoçyalı Thomas Carlyle (1795-1881), 14 yaşlarında üniversiteye girmiş, hukuk, edebiyat ve tarih okumuş, Almanca ve Doğu dillerini öğrenmiş, meşhur Alman edibi Goethe ile mektuplaşmış ve onu ziyaret ederek, ona İslamiyet ile alakalı düşüncelerini nakletmiştir.
Konferansından:
(Kur’anı okudukça, onun basit bir yazınsal yapıt olmadığını, derhal hissedersiniz. Kur’an-ı kerim, kalbden gelen ve öteki tüm kalblere derhal nüfuz eden bir eserdir. Öteki tüm eserler, bu çok büyük yapıt yanında, fazlaca sönük kalır. Kur’anın göze çarpan ilk karakteri, onun doğru ve muhteşem ve yol gösterici, dürüst bir rehber olmasıdır. Bence, Kur’anın en büyük meziyeti budur. Bu artam öteki birçok meziyetlere de yol açmaktadır.)

Gezi hatırasından:
(Almanya’da, dostum Goethe’ye, İslamiyet hakkında topladığım detayları ve bu husustaki düşüncelerimi anlatmıştım. Goethe beni dikkatle dinledi ve en sonunda bana, “Eğer İslam bu ise, tamamımız Müslüman olmalıyız” dedi.)

3- Mahatma Gandhi (1869–1948), Batı Hindistan’ın tanınmış Hristiyan bir ailesindendir. Babası, Porbtandar şehrinin başpapazı idi. Fazlaca zengindi. Hindistan’ın istiklale ulaşması için babasının ve kendi servetinin hepsini bu uğurda harcadı. Gandhi’nin gayretleri, ülkesinin bağımsızlığa kavuşmasıyla sonuçlandı. Hindistan, İngiliz sömürgesi olmaktan kurtuldu. Hindular ona (Kutsal) manasına gelen Mahatma adını verdiler.

Gandhi, İslam dinini ve Kur’an-ı kerimi dikkatle incelemiş ve Müslümanlığa fanatik olmuştu. Bu hususta şu şekilde demektedir:
(Müslümanlar, en azametli ve muzaffer günlerinde bile, mutaassıp olmamıştır. İslamiyet, dünyayı yaratana ve Onun eserine fanatik olmayı emretmektedir. Batı, korkulu bir karanlık içindeyken, Doğuda parlayan göz kamaştırıcı İslam yıldızı, azap çeken dünyaya ışık, sulh ve rahatlık vermiştir. İslam dini, yalancı bir din değildir. Hindular bu dini dikkatle inceledikleri süre, onlar da, İslamiyet’i benim şeklinde seveceklerdir. Ben, İslam dininin Peygamberinin ve Onun yakınında bulunanların, iyi mi yaşadıklarını bildiren kitapları okudum. Bunlar, beni o denli etkilendirdi ki, kitaplar bittiği süre, bunlardan daha çok olmamasına üzüldüm. Ben şu kanaate vardım ki, İslamiyet’in hızlıca yayılması, kılıç sebebiyle olmamıştır. Aksine, her şeyden ilkin sadeliği, mantıki olması ve Peygamberinin büyük alçak gönüllülüğü, sözünü daima tutması, yakınlarına ve Müslüman olan her insana karşı sonsuz sadakati sebebiyle İslam dini birçok insanoğlu tarafınca seve seve kabul edilmiştir.

Müslümanlık, ruhbanlığı ortadan kaldırmıştır. İslamiyet, başından beri toplumsal adaleti emreden bir dindir. Hristiyanlığın birçok eksikleri olduğundan, türlü reformlar yapılmak zorunda kalındığı halde, Müslümanlığın ise ilk günündeki şeklinden, hiçbir şey değiştirilmemiştir.)

4- Fransa’nın dünyaca tanınmış büyük ediplerinden ve devlet adamlarından önde gelen Lamartine, (1790-1869), vazifeyle tüm Avrupa’yı ve ABD’yı dolaşmış ve ayrıca, Sultan Abdülmecid han zamanında Türkiye’ye de gelmiştir.

Lamartine, (Histoire de Turquie = Türkiye Zamanı) adlı eserinde diyor ki:
(Hazret-i Muhammed bir yalancı peygamber miydi? Onun eserlerini ve tarihini inceledikten sonrasında bunu düşünemeyiz; bundan dolayı yalancı peygamberlik iki yüzlülüktür. İki yüzlülükte inandırma kuvveti yoktur; iyi mi ki, yalanda da doğruluğun kudreti bulunmaz.

Mekanikte bir cisim atılmış olduğu süre onun varabileceği yer, fırlatma gücüyle orantılıdır. Bir tinsel ilhamın gücü de onun meydana getirmiş olduğu eserle orantılıdır. Bu kadar fazlaca şey taşıyan, bu kadar uzaklara kadar yayılan ve bu kadar uzun süre aynı kudrette devam eden İslamiyet yalan olması imkansız. Bunun fazlaca samimi ve fazlaca inandırıcı olması gerekir. Onun yaşamı, uğraşmaları, memleketinin hurafelerine ve putlarına kahramanca saldırıp onları parçalaması, puta tapan çoğunluğun hiddetlerine karşı koymak ataklığı, kendine saldırdıkları halde, 13 yıl Mekke’de buna dayanması, hemşerileri içinde türlü hadiseler çıkartmak ve kendini adeta kurban yerine koymak şeklinde hallere tahammül etmesi, Medine’ye hicreti, durmadan yapmış olduğu teşvikler ve verdiği vaazlar, fazlaca üstün düşman güçleriyle yapmış olduğu savaşlar, kazanacağına olan itimatı, en büyük yıkım zamanında bile duyduğu insanüstü güvence, zaferde bile gösterdiği sabır ve tevekkül, dini bildiri etme azmi, sonsuz ibadeti, Tanrı ile mukaddes konuşmaları, ölümü, ölümünden sonrasında da devam eden şan ve şerefi, zaferleri, Onun hiçbir süre bir yalancı peygamber olmadığını, tam aksine büyük bir imana haiz bulunduğunu gösterir.

İşte bu imanı, Rabbine olan itimadı, Ona, ortaya iki yeni itikad, inanç koymasını sağlamış oldu: Biri, (Tek ve sonsuz varlık olan bir Tanrı’ın bulunmuş olduğu), ikincisi ise (Putların tanrı olmadığı) idi. Birincisiyle Araplara, o zamana kadar bilmedikleri, bir olan Allahı tanıtıyor, ikincisi ile de, o zamana kadar tanrı zan ettikleri putları onların elinden alıyordu. Özetlemek gerekirse, bir kılıç darbesi ile yalancı ilahları, putları kırıyor, bunun yerine onlara (Tek Tanrı) inancını yerleştiriyordu.

Hatip, peygamber, kanun koyucu, cenkçi, insan düşüncelerini etkisinde bırakan, yeni inanç esasları koyan ve yirmi büyük dünya imparatorluğu ile bir büyük İslam devleti kuran şahıs: İşte Muhammed peygamber budur! İnsanların büyüklüğü ölçmek için kullandıkları tüm ölçülerle ölçülsün; acaba Ondan daha büyük bir kişi var mıdır? Olması imkansız!)

5- İslamiyet’ten ilkin Arabistan bir çöl ve orada oturan insanoğlu da yarı yırtıcı bedevilerdi. Putperesttiler. Birçok puta taparlardı. İlkel bir yaşam sürerlerdi. Kız çocuklarını diri diri gömmek şeklinde korkulu âdetleri vardı. İşte bu şekilde aciz, zavallı, yırtıcı olan bir kavim, onlara rehberlik eden Muhammed peygamber yardımıyla aniden değişmiş, tam bir medeniyete kavuşmuş, muhteşem bir gayretle 30 yıl içinde, doğuda Türkistan ve Hindistan, batıda İspanya olmak suretiyle akla şaşkınlık veren fazlaca kudretli bir İslam devleti meydana getirmiştir. İlimde, fende ve medeniyette son aşama ilerlemişler, o zamana kadar bilinmeyen birçok şeyler keşfetmişlerdir. İlim, fen, tıp ve edebiyatta en yüksek mertebeye varmışlardır. İlimde o denli ileri gitmişlerdi ki, Papalar bile Endülüs Üniversitelerinde okuyor, dünyanın her tarafınca koşup gelenler, bu üniversitelerde fen ve tıp öğrenim ediyorlardı.

O dönemin Avrupa’sından bahseden John W. Drapper şeklinde yansız bir tarihçi, (Avrupa’nın tinsel inkişafı) ismindeki eserinde şu şekilde demektedir:
(O zamanki Avrupalılar, tamamen barbardı. Hristiyanlık onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Hristiyan dininin başaramadığını, İslam dini başardı. İspanya’ya gelen Araplar, ilkin onlara yıkanmasını öğrettiler. Sonrasında, onların üstündeki parça parça olmuş, bitlenmiş hayvan postlarını çıkararak, temiz, güzel elbiseler giydirdiler. Evler, konaklar, saraylar yaptılar. Onları okuttular. Üniversiteler kurdular. Hristiyan tarihçiler, İslam’a karşı olan kinlerinden dolayı, bu hakikati gizlemeye çalışmakta, Avrupa’nın medeniyette Müslümanlara ne kadar borçlu bulunduğunu bir türlü itiraf edemezler.)

6- Almanya’da Stuttgart şehrinde 1888’de yayınlanmış olan Kürschner ansiklopedisinin (Muhammed ve İslam dini) ile alakalı yazısından bir kısmı şu şekilde:
(Hazret-i Muhammed, oldukça güzel huylu, güler yüzlü, kibar tavırlı ve fazlaca dürüst bir zattı. Daima öfke ve şiddetten firar etmiş, hiçbir süre zulüm yapmamıştır. Müslümanların daima iyi huylu, güler yüzlü olmasını istemiş, Cennete iyi davranış ve sabırla gidileceğini bildirmiştir. Doğru sözlülüğün, merhametin, fakirlere yardımın, misafirperverliğin, şefkatin, Müslümanlığın esas temelleri bulunduğunu beyan etmişti. Daima kanaat ile yaşamış, debdebe ve gösterişten kaçınmıştır. Müslümanlar içinde hiçbir derslik farkı tanımamış, en yoksul bir Müslümanın bile hatırını gözetmiştir. Büyük bir yoksulluk olmayınca, zora başvurmamış, tüm meseleleri tatlılıkla, anlaşmayla, tembih ve izahla halletmeye uğraşmış ve başarıya ulaşmış olmuştur. 630’da yeniden Mekke’ye dönerek, bu şehri kolayca fethetmiş ve fazlaca kısa süre içinde, yırtıcı Arapları, dünyanın en uygar insanları haline getirmiştir.)

7- 1893–1898 seneleri içinde İstanbul’da İngiltere elçiliği birinci kâtibi olan Sir Charles Eliot 1900’da basılan (Turkey in Europe = Avrupa’da Türkiye) adlı eserinin (Müslümanlık dini) kısmında şu şekilde demektedir:
(İsa peygamberin mülkü, bu dünya değildi. Eğer Hristiyanlık, belli bir hükümet yada teşekküle bağlı olsaydı, bu din arada kaynar giderdi. Müslümanlıkta ise, bunun tamamen aksi olduğu görülür. Muhammed peygamber, yalnız bir din adamı değil, bununla beraber, fazlaca büyük bir liderdi. Kendisini ziyarete gelenler, Ona karşı, Papa’ya ve Sezar’a duyulan saygıların birleşimi halinde bir saygı duyarlardı. Muhammed peygamber, daima dikkatli bir devlet adamı olmuş, yapmış olduğu olağanüstü işlere ve tüm olağanüstü özelliklerine karşın, kendisinin tevazu sahibi bir insan bulunduğunu söylemiştir. Hayatında hiçbir hatası yoktur.)

Sir Eliot devam ederek diyor ki:
(Müslümanlığın en güzel bir tarafı da, vatandaşları ve yabancıları birbirinden ayırmayışıdır. İslamiyet’in insana verdiği ehemmiyet fazlaca büyüktür. Örneğin, İslamiyet’e inananların en güzel örneklerinden olan Türk askeri, son derecede komut dinler. Öteki milletlerde bu şekilde bir asker nerede ise yoktur. Türk askerinin disiplini, amirlerine itaat etmesi, cesareti, onun Müslüman oluşundan ileri gelmektedir. Bu güzel huyları ona Müslümanlık öğretmektedir. Müslümanlık bununla beraber, (Zekât vermek) yardımıyla, insanoğlu içinde (servet birliği)ni de kurmakta, birçok felaketlere sebep olan varlıklı yoksul farkını kaldırmaya çaba etmektedir. Bu haşmetli din, her insanın anlayacağı kadar basittir. Muhammed peygamberin yaşamı üstünde insaflı ve etraflı incelem yapmış olanlar, Ona karşı büyük bir muhabbet ve saygı duyarlar.)

8-
Fransa’nın Touraine şehrinde dünyaya gelecek olan İtalyan asıllı Fransız devlet adamı Henri A. Ubicini, senelerce Türkiye’de kalmış olup, 1851 de Paris’te gösterilen (La Turquie Actuelle = Bugünkü Türkiye) eserinde, İslam dini hakkında şu şekilde demektedir:
(İslam dini, insanlara şefkat ve algı emreder. Avrupa’nın (dinsiz) diye sinesinden attığı bahtsız insanoğlu, padişahın misafiri oldular ve Müslüman Türk dünyasında, vatanlarında yoksun oldukları, özgürlük ve güvenlik içinde yaşadılar. Tüm din mensupları, burada aynı adaleti ve şefkati gördüler. Türklere ve Müslümanlara barbar diyen Avrupalı, onlardan misafirperverlik ve insanlık dersi aldı. 16. asırda yaşamış olan bir yazar, “Ne gariptir, ben İslam ülkelerini gezdim. Barbar dediğimiz Müslümanların şehirlerinde ne kaba kuvvet, ne de katliam gördüm. Her insanın hakkına saygı gösteriyorlar. Gariplere destek oluyorlar. Büyük ufak, Hristiyan, Yahudi yada Müslüman, hatta dinsiz olsun, aynı adaleti ve merhameti buluyor” demektedir. Ben de ona katılıyorum.)

9- Dünyanın en büyük şirketlerinden HP‘nin yönetim kurulu başkanı Hanımefendi Carly Fiorina, ana konuşmacı olarak davet edilmiş olduğu, (Teknoloji, piyasalar ve yaşam tarzımız: Gelecekte neler olacak?) temalı konferansta yapmış olduğu konuşmasının sonunda özetle şu şekilde dedi:
(Bir zamanlar tarihte öyleki bir uygarlık vardı ki, o devrin en büyük medeniyetiydi. Bu uygarlık birçok kıtalara yayılmış, sınırları okyanustan okyanusa, şimal iklimlerinden tropik iklimlere ve çöllere kadar uzanmıştı. O medeniyetin tebaası olarak, değişik ırklardan, değişik dillerden, değişik kültürlerden yüz milyonlarca insan yaşamıştı. Bu medeniyette konuşulan dillerden bir dil, dünyada fazlaca konuşulan bir dil haline gelmiş ve değişik kıtalardan insanoğlu içinde köprü olmuştu. Bu medeniyetin ordusundaki değişik milletlerden olan askerler, tebaasına ve dünyaya, dünyanın kim bilir hiçbir süre görmediği bir sulh sundu. Bu medeniyetin tacirleri, Latin ABD’dan Çin’e ve arada kalan tüm ülkelere ulaşmışlardı.

Yeni buluşlar bu medeniyetin temel taşlarından biri olmuştu. Bu medeniyetin mimarları, yerçekimi hesaplarına dayanan binalar yapmışlar, matematik bilginleri, bilgisayarın temel algoritması olan algebrayı (cebiri) bulmuşlar ve kodlamayı keşfetmişlerdi. Doktorları, hastalıklara yeni ilaçlar bulmuşlar, uzay bilginleri gökyüzündeki yıldızları incelemişler ve onları isimlendirerek, bugünkü uzay çalışmalarının temellerini atmışlardı. Edipleri, hikâyeler yazmışlar ve şairleri kendilerinden öncekilerin yazmadığı şekilde sevgi üzerine şiirler yazmışlardı.

Diğeri medeniyetler yeni fikirlerden korkarken ve sıkıdüzen uygularken, bu uygarlık sürekli yeni fikirlere açık olmuş ve bilgiyi, kültürü sürekli canlı tutmuştu. Sözünü ettiğim uygarlık, 800’den 1600 yılına kadar uzanan ve Osmanlı İmparatorluğu’nu da içine alan, Kanuni Sultan Süleyman’lar şeklinde hükümdarlar yetiştiren İslam medeniyetidir. Bu medeniyetin bizlere sunmuş olduğu miras, bugünkü Batı medeniyetinin temelini oluşturmaktadır. Bugünkü teknoloji İslam matematikçilerinin yardımıyla vardır. Sufî yazar Mevlana şeklinde yazarlardan fazlaca şeyler aldık. Kanuni Sultan Süleyman şeklinde hükümdarlardan hoşgörü göstermeyi ve liderliği öğrendik. Bu medeniyetten dersler çıkarmalıyız.)

Netice:
Görülüyor ki, artık birçok batılı felsefeci, ilim ve politika adamları da, İslam dininin mükemmeliyetini kabul etmektedir. Peygamber efendimiz hakkında methiyeler söylemekte, Kur’an-ı kerimden, büyük bir saygı, büyük bir takdir, büyük bir hayranlıkla bahsetmektedirler; fakat bunlar, Kur’an-ı kerimi, Tanrı kitabı olarak değil, Muhammed aleyhisselamın yazdığı büyük ve kıymetli bir yapıt olarak kabul etmektedirler. Eğer bu şekilde olmasaydı, tüm bu hayranların Müslüman olmaları gerekirdi.

Oysa Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Kulumuza
[Muhammed aleyhisselama] indirdiğimizden [Allah’tan geldiğinden] bir şüpheniz var ise, iddianızda doğru iseniz, Tanrı’tan gayri şahitlerinizi [bilginlerinizi] de desteğe çağırıp, haydi onun aynı bir sure meydana getirin! Bunu yapamazsınız, asla yapamayacaksınız da.) [Bekara 23, 24]

(Kur’an, eşi aynı olmayan bir kitaptır. Ona önünden, arkasından [hiçbir yönden, hiçbir şekilde] bâtıl gelemez [hiçbir ilave ve çıkarma yapılamaz. Çünkü] O, kâinatın hamd etmiş olduğu yargı ve hikmet sahibi Tanrı tarafınca indirilmiştir.) [Fussilet 41-42]

(Tüm dinlerden üstün kılmak suretiyle, peygamberini, hidayet ve hak din İslam ile gönderen Odur. Şahid olarak Tanrı yeter.) [Feth 28]

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2019/07/06/batili-meshurlarin-islam-hayranligi/feed/ 0 5652