Dinimiz ve bâtıl dinleR>Dinimiz>Dinimiz ve fen – Cennetin Bahçesi https://www.cennetinbahcesi.com Dini Paylaşım Sitesi Fri, 07 Jun 2019 03:10:17 +0000 tr hourly 1 https://wordpress.org/?v=6.0.7 110917297 Genetik kopyalama https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/07/genetik-kopyalama/ https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/07/genetik-kopyalama/#respond Fri, 07 Jun 2019 03:10:17 +0000 Dinimiz>Dinimiz ve fen]]> http://www.cennetinbahcesi.com/?p=5510

Sual: Genetik kopyalamadan bahsediliyor. İnsanı kopyalayacaklarmış, bu iyi mi olur?
CEVAP
Bir yumurtayı bir sperm ile döllemek, döllenmiş yumurtayı uygun bir ortamda geliştirmek, yoktan yaratmak değildir. Bir mahlûkun resmini çekmek yada kopyasını almak benzer biçimde kolay bir iştir. İnsan mevcut olan şeyde değişim yapar. Bunun için insan değil, bir sineği bile yaratmak mümkün değildir.

İnsanın ruhu, nebat ve hayvanı ayakta tutan ruhtan farklıdır. İnsan, ruhu yardımıyla vardır. İnsanın, vücudu bir marangozun aletleri gibidir. Birine, başkalarının tüm organları takılsa, o insanoğlunun aklında, düşüncesinde, ilminde değişim olmaz. Marangozun eski aletleri yerine, yeni aletleri gelmiş anlamına gelir. Alet değişmekle, marangozdaki informasyon, kabiliyet değişmez. Görmeyen gözün yerine sağlam göz takılırsa görür. Kanı, kalbi, beyni de değişse, gene düşünceye etki etmez. Sağlam organ, daha kolay iş görür. Şundan dolayı insan, ruh anlamına gelir.

Kuramsal olarak insan kopyalanabilir. Fakat ruhu kopyalanamaz. Ruhun genetik yükle alakası yoktur. Her canlıda, hatta bir yumurta ikizlerinde de ruhlar farklıdır. Bir evliyanın yada meşhur bir sanatkârın kopyası yapılsa, kopyalamadan meydana gelecek bebek büyümüş olduğu süre bilimsel, aklı, zekâsı ve kabiliyetleri değişik olur.

Kopyalamada, gazetelerdeki ifadeye nazaran, ya ana yada baba yoktur. Genetik karakter anadan gelirse, ananın kromozomları kendi ana ve babasının kromozomlarının karışımıdır. Dolayısıyla doğacak bebek, annesinin değil, anneannesinin ve dedesinin kromozomlarını taşır. Soy bakımından karışık bir hilkat garibesi olur. Bu bakımdan da insanlarda kopyalama zararı olan olur.

Klonlama için bazı gazeteler, “İnsan bir koyun yarattı, insan insanı yaratıyor” diye başlıklar attılar. Klonlamaya yaratmak denmez. Şundan dolayı yaratmak, yoktan var etmektir. Klonlamada, Allahü teâlâ tarafınca yaratılmış bir hücrenin içindeki genetik materyal kullanılmaktadır. Bu materyaller annenin yumurtasına aktarılmaktadır. Ruh gene Allahü teâlâ tarafınca verilmektedir. Buna yaratmak denmez. Un, şeker ve yağdan helva yapmak gibidir. Unu, şeker ve yağı yoktan kimse yaratamaz. Sadece mevcut olan malzemeler kullanılarak yeni bir ürün meydana getirilir.

Klonlama ile meydana gelecek insan, Allahü teâlânın verdiği değişik bir ruha haiz olur. Fizyolojik gövde derhal herkeste aşağı yukarı aynıdır. İnsan ruhu yardımıyla farklılıklar arz eder. Klonlama da kopyalanan yalnız fizyolojik özelliklerdir. Tek yumurta ikizlerinin DNA detayları doğrusu fizyolojik özellikler birbirinin benzeridir, sadece ruhlar farklıdır.

Klonlama mevzusunda çalışan İtalyan Prof. Dr. Severino Antinori diyor ki: “Bu klonlama fotokopi benzer biçimde değildir. Ayni kişiler yapım etmiyoruz. Vücudun fotokopisi yapılabilir fakat ruhsal durumu yapılamaz.” Bunun için bir insan ruhu ile beraber aynen kopyalanamaz.

Deneyim edin
Sual:
Genetik mühendisliği usulü ile meydana getirilen üretime karşı çıkıp, “Tanrı’ın işine karışmayın! Yaratmak yalnız Onun işidir!” diyerek, bu usulle üretilmiş bir besini yememek doğru mudur?
CEVAP
Bitkilerin ve hayvanların ıslahı için meydana getirilen işlerde, (Tanrı’ın işine karışmayın!) sözü yanlıştır. Şundan dolayı onları ıslah etmek, daha verimli hale getirmek Tanrı’ın emridir. Dinimiz, fen bilgilerini öğrenmeyi, geliştirmeyi emreder. Peygamber efendimize, (Ağaçlarımızı babalarımızdan gördüğümüz benzer biçimde mi yetiştirelim, yoksa Yemen’deki benzer biçimde aşılayıp da, daha iyi ürün mü elde edelim?) diye sordular.

Resulullah efendimiz, (Birazcık bekleyin! Cebrail aleyhisselama sorar, bildiririm!) yada (Birazcık düşüneyim, Rabbim, kalbime doğrusunu bildirir) demedi ve (Deneyim edin! Bir kısım ağaçları, babalarınızın usulü ile, bir kısmını da, Yemen’deki usul ile aşılayın! Hangisi daha iyi ürün verirse, daima o usul ile yapın!) buyurdu. Şu demek oluyor ki fennin esası olan tecrübeye güvenmeyi emretti. Kendisi melekten anlamış olur yada kutsal kalbine doğar idi. Fakat, dünyanın her tarafında, kıyamete kadar gelecek Müslümanların, tecrübeye, fenne güvenmelerini işaret buyurdu.

Meyve ve sebzelerde meydana getirilen teknik emek harcamalar yardımıyla, daha iyi ürün almak elbet fazlaca faydalıdır. Bundan seneler ilkin, pazarda kafa kadar büyümüş patateslere rastladık. Merak kabilinden aldık. Pişirince saman benzer biçimde bulunduğunu gördük. Şu halde hormonlu, şişko patates benzer biçimde tatsız tuzsuz uygulamalar elbet tasvip edilemez.

Hayvanların da daha iyi et, süt, yumurta vs. vermeleri için onları ıslah etmek faydalıdır ve dinimize aykırı değildir. Hatta evladı olmayan nikâhlı eşlerin, birbirinden alınacak materyallerle, tüp bebek denilen usulle, çocuk sahibi olmalarında asla sakınca yoktur. Sadece bu işlem yapılırken haram işlenmemelidir. Genetik kopyalama usulü ile elde edilmiş evcil hayvanların sağlığa ziyanı yoksa buna itiraz etmek yanlıştır.

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/07/genetik-kopyalama/feed/ 0 5510
Uçan daireler ve UFO yalanları https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/07/ucan-daireler-ve-ufo-yalanlari/ https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/07/ucan-daireler-ve-ufo-yalanlari/#respond Thu, 06 Jun 2019 22:09:11 +0000 Dinimiz>Dinimiz ve fen]]> http://www.cennetinbahcesi.com/?p=5509

Sual: Uzaylı insanların varlığı doğru mudur? UFO’ların aslı nedir?
CEVAP
Asırlardır, dinsizler, dinleri inkâr etmek için çeşitli yalanlar uydurdular. Örneğin, Âdem aleyhisselamı inkâr etmek için ilk insanların yırtıcı bulunduğunu, maymundan geldiğini, dil bilmediğini de söylerler. Oysa Allahü teâlâ, tüm eşyanın, adını, ilmini ve sanatını Hazret-i Âdem’e öğrettiğini bildiriyor. (Bekara 31)

“Tanrıların Otomobilleri” diye kurgu yazılar yazan Erich von Daniken bunlardan biri, Mısır Piramitleri benzer biçimde harikaları görünce, (Bu tarz şeyleri insan yapması imkansız. Tanrılar yapmış olabilir) düşüncesiyle hayaller üretmiştir. Kâfir kafası, tanrı oldukca olursa oldukca iş yapar sanıyor. Her şeye gücü yeten bir Tanrı’ı düşünemiyor.

Dinsiz, tanrıya inanmaz. Fakat Müslümanların itikadlarını bozmak için birçok tanrının bulunduğunu söyler. Bunun için Gök tanrıları yada Tanrıların Otomobilleri demeleri de inkârcılıklarından ileri gelmektedir. Cennetle, Cehennemle alay ederler. (Cehennemde dansözler var. Biz Cenneti değil, Cehennemi isteriz) derler. Bu tarz şeyleri, Cehenneme inandıkları için değil, inananlarla alay etmek için söylüyorlar. Oldukça tanrıdan bahsetmeleri de bundandır.

İnsan maymundan gelmiş diyenlere, doğrusu evrim masalına, bilim havası vermek için antropolog demişlerdir. Aslına bakarsak vicdanlı bir biyolog yada antropolog, ilme ihanet etmez. İnsan kafatasına maymun yada domuz dişi koyup ilim adına ortaya sürmez… [Geniş informasyon için Darwin ve Evrim Teorisi maddesini okuyun.]

Bu işleri dinsizler yürütürken, bazı Müslümanların da UFO yalanına inanmaları, hele bazı Müslümanların, (Merih’te Müslüman kardeşlerimiz var) demesi üstüne bu yazıyı yazmak bizlere vacip oldu. Bu yazıyı yazmaya karar verince, birkaç kişiye söyledim. İmanlı bir zat, (UFO’lar hakkında size bir brifing vereyim dedi. Üç arkadaşla beraber bir saat kadar devam eden brifingi izledik. Bu da, Daniken’in tesirinde kalmış. UFO diye bizlere, kazılarda bulunmuş zamanı eserleri gösterdi. Diyelim ki o eserleri şimdi yapmak mümkün değil. Bu neyi gösterir? O devrin teknikte oldukca ileri bulunduğunu gösterir. Kazılarda medeniyetlere rastlanması, eski insanların tamamının yırtıcı olmadıklarını göstermektedir. Kazılarda ilkel toplumlara da rastlanması medeniyetlerin zirveye çıktığını, sonrasında çeşitli sebeplerle yıkıldığını göstermektedir. Medeniyetler zirvede iken, teknik oldukca ileri idi. Tıb da oldukca ilerlemişti, her hastalığın çaresi bulunuyordu. Bugünkü radarlar eskilerin yanında oldukca ilkel kalır. Her uygarlık, zelzele, Hazret-i Nuh’un tufanı benzer biçimde bir sebeple yok olunca, yenisini oluşturmak için sıfırdan adım atmak gerekir. Bu eski medeniyetleri kuranlara, tanrıların adamları yada UFO demek ne kadar mantıksız ve ilim dışıdır.

UFO, Unidentified Flying Objects kelimelerinin baş harfleridir. Buna bilinmeyen uçan cisimler denmiştir. Doğrusu, gökyüzünde görülüp de ne olduğu bilinmeyen şeylere bu isim verilmiştir. UFO’lar, uzay gemisi, uçan daireler, uzaydan gelen insanoğlu zannedildi. Hâlâ da bunlar söyleniyor. Bugünkü tekniğin bu tarz şeyleri tespit etmesi zor mu sanki? Amerikan Hava Kuvvetleri bunların ne işe yaradığını araştırdı. Neticede, dağlarda görünen oval şeylerin, bulutların içindeki buz kristallerinden yansıyan ışık topları olduğu tespit edildi. Ek olarak, bazı cenk uçaklarının uçan daire şeklinde olduğu da bir gerçektir. Süper güçler, teknoloji cenginde yapmış olduğu emekleri gizlemek için, gizli saklı çalışmalarını UFO ile kamufle etmeye çalışıyorlar. Şuranın buranın insanları daire şeklinde bir şey görünce, (İşte UFO) diyorlar. UFO, gezegenlerden gelen insan değildir. Zira bugünkü teknik, gezegenlerde yaşam olmadığını tespit etmiştir.

Mevzularında uzman 16 bilim adamı, mevzuyu bilimsel olarak incelemişler, UFO’ların aslı olmadığını bir kez daha kanıtlama etmişler, (Daniken Duruşması) adlı eserlerinde, Daniken’e hak etmiş olduğu şamarı vurmuşlardır. Fakat buna karşın, hâlâ devletimizde, bilimsel teknolojiye karşı çıkan mutaassıp [bağnaz] kimselerin olmasına şaşkınlık ediyoruz.

Müslümanlar, gezegenlerde insan yada insan benzer biçimde canlı varlık bulunmadığını bildirdiği için, din düşmanları, UFO diye bir yalan uydurdular. Tanrı’a inanmazlar. Fakat Müslümanların itikadlarını bozmak için birçok tanrının bulunduğunu söylerler. Bunun için Gök tanrıları yada Tanrıların Otomobilleri demeleri de inkârcılıklarından ileri gelmektedir.

Dinsizlerin hilesi çoktur. Hiçbirinin aslı yoktur. Gerçeği öğrenmeli, oyunlarına gelmemeli.

Sual: Gezegenlerde insan var mı?
CEVAP
Hayır, insan yoktur.

Sual: Uzay sonsuz mu?
CEVAP
Hayır. Sonsuz sanılan uzay, hemen hemen birinci semadır.

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/07/ucan-daireler-ve-ufo-yalanlari/feed/ 0 5509
Darwin ve Evrim Teorisi https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/06/darwin-ve-evrim-teorisi/ https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/06/darwin-ve-evrim-teorisi/#respond Thu, 06 Jun 2019 17:07:37 +0000 Dinimiz>Dinimiz ve fen]]> http://www.cennetinbahcesi.com/?p=5508

Sual: Evrim teorisi hakkında informasyon verir misiniz?
CEVAP
Darwin, materyalistlerin iddia etmiş olduğu şeklinde, insanların maymundan türediğini yada bir hayvandan başka bir hayvan geleceğini söylememiştir. Darwin bu tarz bir olay söylese bile bu sözün bilimsel bir kıymeti olmaz.

İnsan ile hayvanlar arasındaki en büyük fark, insanoğlunun ruhudur. İnsanlarda ruh vardır. İnsanlık şerefi bu ruhtan gelmektedir. Bu ruh, ilk olarak Hazret-i Âdem’e verildi. İnsanlara mahsus olan bu ruh hayvanlarda yoktur. Maddecilerin bu ruhtan haberleri olmadığı için, insanı maymuna yakın sananları çıkıyor. İlk insanların şekli, yapısı, maymuna benzese de, insan insandır. Şundan dolayı ruhu vardır. Maymun ise hayvandır, insana mahsus olan ruhtan ve bu ruhun sağlamış olduğu üstünlüklerden mahrumdur. İnsan ile hayvan, tamamen ayrıdır. Aralarında, hiçbir süre bir geçit olması imkansız.

Darwin’i kullandılar
Materyalistler, fen adamı rolüne girip, (İnsanların maymundan türediğini Darwin söylemiş oldu) diyorlar. Oysa Darwin bu tarz bir olay söylemedi. Canlılar içinde yaşam mücadelesini söyledi. (Türlerin Kökeni) ismindeki kitabında, canlıların çevreye uyduklarını, bunun için, küçük değişikliklere uğradıklarını yazdı. (Bir tür, başka türe döner) demedi. İngiliz İlim Birliğinin 1980’de Salford’daki toplantısında konuşan Prof. John Durant diyor ki:
(Darwin’in insanoğlunun kökeni ile ilgili görüşleri, çağdaş bir efsaneleşmiş olup çıktı. Bu efsaneleşmiş, bilimsel ve toplumsal gelişmemize zarardan başka bir şey vermedi. Evrim masalları, bilimsel araştırmaları tahrip etti. Şimdi Darwin’in teorisi dikiş yerlerinden patlamış, geriye perişan ve bozuk bir fikir yığını bırakmıştır.)

Evrimcilere nazaran, Neandertalar, ilk insandır, ilkin dört ayak üstünde yürümüş, sonrasında da bugünkü hâle gelmiştir. Bu kadar ilkel olan bir mahlûkun bugünkü mükemmelliğe erişmesi mümkün değildir. Tüm din kitapları, ilk insanoğlunun homo sapien [iki ayak üzerinde yürüyen ve düşünebilen bir mahlûk] bulunduğunu bildirmektedir. Dört ayakla yürüyen hayvanın bugünkü insana dönüşebileceğini asla kimse iddia etmemiştir. Paleontoloji mütehassısları, bir canlının başka türe dönmediğini, canlılardaki değişmelerin, kendi türleri içinde bulunduğunu bildirirler.

Tüm din kitapları, ilk insan olan Hazret-i Âdem’in, buğday ektiğini, ev yaptığını ve kendisine on forma kitap verildiğini bildirmektedir. Görüldüğü şeklinde ilk insanoğlunun, dünyanın oldukça tekamül etmiş olduğu bir zamanda yaratılmış olduğu, dört ayağı üstünde yürüyen, mağaralarda yaşayan mahlûklarla hiçbir ilgisinin olmadığı apaçıktır. [Zaten bütün din kitapları, Hazret-i Âdem’in, Hazret-i Havva ile Cennette yaşadığını, sonra dünyaya indirildiklerini bildirmektedir. Cennetten gelenlerin başka ilkel mahlûklarla ne alakası olabilir?]

Üçüncü süre sonunda yaşayan “Antropoit” dedikleri maymun iskeleti bulununca, evrimciler tarafınca, (İnsanın ceddi olan maymunun kemiği bulunmuş oldu. İnsanın maymundan geldiği kesinleşti) şeklinde yalanlar yazılıp, düşsel resimler yapılmış oldu.

1912’de İngiltere’de C. Dawson bir fosil bulduğunu söylemiş oldu. Sonradan (Piltdown adamı) denilen bu fosil, maymunla insan içinde bulunan fosiller içinde en güvenilir olarak meşhur oldu. Bu fosilin kafatası ve dişleri insanınkine, çene kemikleri ise maymunun çene kemiğine benziyordu. Böylece ilk insanoğlunun maymun insan arası bir mahlûk olduğu yazılıp çizildi. Din ile alay edildi. Bu fosilin şüpheli taraflarının bulunduğunu, bu bakımdan tekrardan incelenmesini isteyen bilim adamlarına izin verilmedi. Fakat son yıllarda bir Alman heyeti, bu fosili inceler, şüpheli bölgeler bulur. Neticede Dawson’un, hile yaparak, insan kafatasına maymunun çene kemiğini yerleştirdiği, çeneye de insan dişlerini koyduğu açığa çıktı.

1922’de Pliosen devrine ilişik bir azı dişi bulunmuş oldu. Derhal evrimciler, bunun ilkel bir insan bulunduğunu söylediler. Bir azı dişinden esinlenerek, (Nebraska adamı eşiyle birlikte) diye düşsel resimler çizdiler. ABD ve İngiliz basınında günlerce makaleler yazıldı. Neticede bu dişin, bir domuza ilişik olduğu tespit edildi.

Yarım kafatası, uyluk kemiği ile üç azı dişi ayrı ayrı yerlerde bulunmuş, bunların hepsi bir kafa kabul edilmiş ve adına Java adamı denilmiştir. Prof. Gish bu hususta diyor ki:
(Java adamı denilen varlık bir maymundur. Maymun kafatası ile insan uyluğu birleştirilmiş, adına Java adamı denilmiştir.)

Bu kemikleri kabul eden ve Java adamı adını veren Mr. Dubois, ölmeden ilkin, gerçeği itiraf etmiştir. (Java adamı söylediğim kemikler, gerçekte bir gibbon maymunudur) demiştir.

Madem bu şekilde şu adam, bu adam yaşamış da, niye bir tane de, binlerce değildir? Bu husus da bunların uydurma bulunduğunun başka bir delilidir.

Evrimciler ne kadar uğraşırsa uğraşsın güneş balçıkla sıvanmaz. Maymundan geldiğini söyleyenler olduğu şeklinde, ayıdan geldiklerini söyleyenleri de vardır. Bir İtalyan profesörü, insanoğlunun maymundan değil, ayıdan geldiğine dair üç kanıt ortaya atmıştır:
1- Ayı, yavrusunu döverken insan şeklinde tokatlar, maymun ise ısırır.

2- Ayı, dişisi ile, yavrularının görmediği bir yerde çiftleşir. Oysa maymunda bu tarz bir olay yoktur. Yavrularının yanında da çiftleşir.

3- Oyuncak dükkânına giden bebekler, ayı oyuncaklarını tercih ederler. Bu deliller insanların ayıdan geldiğini gösterir.

Maymun teorisi şeklinde ayı teorisi de, ilim adına uydurulmuş bir rezalettir.

Evrim ve tesadüfler
Prof. Dr. Cevat Babuna konuşmasına şu şekilde devam etti:
İnançsız evrimcilere nazaran, bir organizma yada bunun temsilcisi olan hücreler, bir işi yapa yapa öğrenirler ve sonunda ona nazaran uyum sağlarlar. Örnek olarak zürafanın boynu yüksek dallardan besin temin etmeye çalışa çalışa uzamıştır. Parmaklarımız sert cisimlere vura vura koruyucu olan tırnağı geliştirmiştir. Türler ve hücreler içinde bir yaşam savaşı vardır. Bu muharebede güçlü olan zayıfı tasfiye eder.

Yalnız yaşamın başlama noktası, tüm bu iddiaların ne kadar geçersiz ve saçma bulunduğunu ortaya koymaktadır.

Dünya kurulalı beri hiçbir sperma hücresi, dölleme görevini yaptıktan sonrasında yeniden geri dönmek ve ana hücrelerine yapmış olduğu işler hakkında informasyon vermek imkânını bulamamıştır.

Mademki, sperma ana hücresinin ve spermanın, kendisini ne şeklinde görevler beklediğini öncesinden bilmesine imkân yoktur. O süre kendisine özel yapıyı veren ve bir sürü tedbirler aldıran nedir?

Spermanın başına koruyucu zırhı yerleştiren, bazı hücreleri yok edecek eritici silahları taşıtan hangi kuvvettir?

Bilim dünyasının bile sadece 20. yüzyılın ikinci yarısında öğrenebildiği insan hücresinin kromozom sayısının 46 bulunduğunu sperma nereden biliyor?

46’dan daha çok kromozomlu bir insanoğlunun sakat olacağını, hatta öleceğini ve bu sebepten kromozom sayısını yarıya indirmesi icap ettiğini iyi mi öğrenmiştir? Yola çıkmadan ilkin görevinin başka bir hücreyle birleşmek bulunduğunu da bilmeden, üstelik bu işlemi 20. asırda değil, onbinlerce yıldan beri kusursuz olarak yerine getirmektedir.

Bu detayları ne kendisini meydana getiren ana hücreden, ne de dünyadaki antropologlardan yada jinekolog doktorlardan alması mümkün değildir. O halde bu tedbirler ve ince mühendislik hesapları hangi kuvvetin eseridir?

Kromozomlarını indirgeyen sperma hücresi, taşımış olduğu yüzbinlerce genin kontrolünü hangi bilgisayarlarla yapmakta ve bunların kafi olmadığını görerek yarıştan niçin çekilmektedir?

Çocuğun cinsiyetini verecek kromozomlar X ve Y harfleriyle adlandırılır. Yumurtacıkta daima X kromozomu vardır. Sperma ise yarısı X, yarısı Y kromozomlarından oluşan bir kombinasyona haizdir. Yumurtacık, X kromozomu taşıyan bir sperma tarafınca döllenirse, döllenmiş hücrede XX kromozomları olur ve çocuk dişi olur. Y kromozomu taşıyan bir sperma döllerse, çocuk XY kromozomlu olur, kısaca adam olur. Buradan da anlaşılabileceği şeklinde, cinsiyeti belirleme edecek spermadır, kısaca babadır.

Bu bilgilere nazaran, doğacak evlatların % 50’sinin adam ve % 50’sinin kız olması gerekir. Hâlbuki gerçekte bu bu şekilde olmamaktadır.

Düzgüsel hayatta dış şartlara bayanlar erkeklere nazaran daha dayanıklıdır. Örnek olarak düşük şişman bebeklerin kuvözlerde adam evlatların yaşama şansı, kız ufaklıklara oranla daha azdır.

Aynı şekilde büyüklerde de, çeşitli sebeplerle erkekler kadınlardan daha fazlaca ölmektedir. Harpler, trafik kazaları vs. ele alındığında, dünya üstündeki adam sayısının gittikçe azalan bir çizgi izlemesi gerekirdi.

Bu şekilde, sonunda bir tek kadınlardan ibaret bir dünya ortaya çıkardı. Hâlbuki hepimiz biliyor ki, dünyada hanım adam sayısında belirli bir denge vardır ve bu denge değişmemektedir.

Tüm bunlara karşın, aklı başlangıcında olmak kaydıyla, her şeyin tesadüfen meydana geldiğini söyleyebilecek bir şahıs çıkabilir mi?

Evrim ideolojisi
Ülkemize gelen Paleontolog Prof. Dr. Duane Gish, verdiği konferansta özetle dedi ki:
Canlıların kökenini araştırmak için başvurulabilecek en somut deliller, fosil kayıtlarıdır. Şu demek oluyor ki yaratılış yada evrimden, hangisinin doğru bulunduğunu saptayabilmek için, fosil kayıtlarının, hangisini desteklediğini incelemek gereklidir. Evrimciler, “Tesadüflerle, ilkelden gelişmişe doğru bir ilerleme kaydederek bugüne gelindi” diyorlar. Evrim gerçek olsaydı, evrimcilerin iddia ettikleri yüz milyonlarca yıl süresince gerçekleşen evrim sürecinde, yüz milyonlarca canlı, kendinden önceki bir türden bir sonraki türe doğru gelişecekti. Bu ise, kaçınılmaz olarak yüz milyonlarca “ara-geçiş formu”nun varlığını gerektirirdi. Oysa bu şekilde bir durum söz mevzusu değildir.

Fosil kayıtlarının evrimi desteklemediği ortadadır. Kediler hep kedi, maymunlar hep maymun ve insanoğlu hep insan kalmışlardır. Evrimciler çarpık değerlendirmeler yapıyor. Kendi teorilerine uydurmaya çalışmış oldukları zamanlama metotlarını sık sık değiştirerek, yeni ortaya çıkan bilgilerin ışığında evrimi geçerli kılmaya çalışıyorlarsa da, bu çabaların faydasız bulunduğunu da biliyorlar.

Başlangıçta ummuş olduğu fosillerin bir türlü bulunamadığı görülünce, fosil kayıtları ve teorisinin birbirleriyle tutarsızlığını açıklamak için, Darwin’in bulmuş olduğu çözüm, kısaca fosil kayıtlarının fazlaca tamamlanmamış olduğu iddiası ileri sürüldü. Oysa şu anda Darwin’in döneminden beri 120 yıl geçti ve fosil kayıtları fazlaca oranda arttı. Bugün 250 bin değişik türün fosili mevcut. Sadece durum başlangıçtan değişik değil. Hâlâ Darwin’in bulunmasını ummuş olduğu fosillerden iz yoktur.

Karmaşık canlıların gelişimleri için ihtiyaç duyulan milyonlarca yılda bırakmaları ihtiyaç duyulan fosillerin hiçbirinin mevcut olmayışı, bu teoriyi herhangi bir dayanaktan yoksun bırakır. Bu karmaşık canlıların aniden ve evrim açısından “acıklı” halde ortaya çıkışlarını açıklamak amacıyla girişilen jeolojik, iklimsel, atmosferik ve kimyasal çabaların hepsi çökmüştür. Bu kadar kuşku götürmez delillere karşın, eğer bir kimse bu karmaşık canlıların hiçbir iz bırakmadan evrimleştiğine inandığını söylerse, elbet bu çağdaş bilime zıttır. Bu şahıs, evrime, bilimsel gerçekler ışığında değil, bilimsel gerçeklere karşın inandığını kabul ediyor anlamına gelir. Nitekim evrimi korumak için çaba sarfeden çevrelerin, içinde bulunmuş olduğu durum da budur. Bu ise, evrimi bilimsellikten uzaklaştırarak bir ideoloji haline sokmuştur.

Evrimciler insanoğlunun maymundan evrimleştiği düşüncesinde idiler. Sadece bu evrim süreci ve fosil kayıtları da gene en fazlaca evrimciler tarafınca şüpheyle karşılanıyordu. Evrimcilerin, “Maymunla insan arası” olarak açıkladıkları Australapithecus aferensis, insan şeklinde iki ayağı üstünde yürümüyordu. Bazı hareketler [mesela bir daldan meyve koparmak] için kısa süreli olarak dikilmesi, onun insan olduğu anlamına gelmiyordu. Günümüz paleontoloji araştırmaları ise, bunun artık soyu tükenmiş bir maymun cinsel bulunduğunu söylüyorlar.

Eugene Dubois, insanoğlunun maymundan evrimleşerek geldiğini söylemişti. 1891’de ilkin bir kafatası ve bundan 15 m. uzakta bir uyluk kemiği buldu. Peşinden buluntulara 3 tane diş eklendi. Dubois bunların tek bir canlıya ilişik bulunduğunu iddia etmekle kalmadı, 900 cc olarak hesapladığı kafatasından hareketle ilkel bir maymun ve uyluk kemiğinden hareketle de dik yürüyen bir insan türü bulunduğunu ortaya attı. Buna Homo erectus [Dik yürüyen maymun] adını verdi. Bu yanlış iddia, evrimcilerce sevinçle karşılandı.

Ne var ki, Dubois bile, bir süre sonrasında kendisinin de ikna olmadığını ve bunun bir maymuna ilişik bulunduğunu düşündüğünü itiraf etti. Birçok bilim adamı da bunun Pithecantropus türü bir maymuna ilişik bir kafatası olduğu mevzusunda birleştiler.

İkinci örnek Pekin Adamı da bundan değişik değildir. Evrimciler hiçbir tutarlı iddia ortaya koyamadılar, iddialarını destekleyen hiçbir fosil kaydı bulunamadı ve evrimin, bilimsellikten uzak “İdeolojik bir emek verme” olduğu anlaşılmış oldu.

Evrim efsaneye dayanır
Yerli yabancı ilim adamlarının katılmış olduğu bir konferansta konuşan Amerikalı biyolog Prof. Dr. Kenneth Cumming dedi ki:
Evrim efsaneye dayanır. Şu şekilde ki, Enuma Elish destanı Yunan filozoflarını fazlaca etkiledi. Thales, Aristo ve Platon felsefi teorilerini Sümerler’in destanından esinlenerek oluşturmuşlardı. Yunan filozoflarının doktrinleri ise Lamarck’a kadar uzandı. Lamarck ilk kez, canlıların basitten mükemmele doğru değiştiğini söyleyerek mevzuyu güncelleştirdi. Lamarck, bugünkü zürafaların geçmişte boynunun kısa bulunduğunu, sadece ağaçların yüksek dallarına uzandıkça boyunlarının da uzadığını iddia etmişti. Genetik biliminden habersizdi. Bugün bu şekilde bir gelişmenin, biyolojik olarak imkânsızlığı kanıtlama edilmiştir. Lamarck’tan sonrasında, bu safsatayı Darwin yeniden gündeme getirdi.

Darwin’in fikirleri, temel olarak gözlemlere ve organik seleksiyon, ayıklama adını verdiği bir mekanizmaya dayanır. Buna nazaran tüm canlılar, ortak bir ataya haizdir ve türler bu ortak atadan zaman içinde, yavaş yavaş çeşitlenerek ortaya çıkmıştır.

Darwin’in zamanında genetik ve mikrobiyoloji şeklinde hücre ve üreme mevzularına bilimsel açıklamalar getiren bilimler mevcut değildi. Bunun için iddialarına karşı, kati bir şey söylenemiyordu. Bu bilimlerin ortaya çıkması, Darwin’in teorisini temellerinden sarstı. Bu durumda evrimciler de yeni yollar aramak durumunda kaldılar ve teoriye mutasyon mekanizması eklendi.

Bu iddiaya nazaran, mutasyonlar, kısaca canlının genetik şifresi DNA’da meydana gelen hasar, bozulma ve kopmalar neticesinde yeni canlılar oluşuyordu ve organik seleksiyon bu tarz şeyleri ayıklayarak güçlülerin hayatta kalmalarını sağlıyordu.

Oysa bu durum teoriyi kendi içinde bile tutarsız hale getirmişti. Şundan dolayı mutasyonlar canlıya zarar verip yaşama şansını azaltıyordu. Aslına bakarsan fazlaca nadiren meydana gelen bir mutasyon, üstelik de kazanılan özelliğin bir sonraki nesle aktarılabilmesi için sadece üreme hücrelerinde olması gerekirken, canlıya büyük zarar veriyordu. Tek bir yararlı mutasyonu tanımlamak bile fazlaca zorken, türü değiştirebilecek bir mutasyonlar zincirini düşünmek imkânsızdı.

1953’de Miller bir gözlem gerçekleştirmiş oldu. Evrimcilerin iddialarındaki organik seleksiyon mekanizmasının tek bir örneğinin bile mevcut olmadığını, çeşitli sebeplerden dolayı hayvan toplulukları sayılarında değişme yaşandığını, sadece hiçbir süre bir kedinin köpeğe, bir çamın meşeye dönüşmediğini kanıtlama etti. Moleküler düzeyindeki incelemelerinde, aminoasitlerin yapılarının evrimle açıklanamayacağı görüldü.

Tüm canlılarda, rastgele değil, fazlaca muntazam bir dizayn vardır. Buna nazaran canlı organizmalar, bir makinenin parçaları şeklinde yüzlerce, binlerce parçanın, daha doğrusu sistemin beraber çalışmasıyla hayatlarını devam ettirmektedirler.

Bu fazlaca sayıdaki parçanın herbiri birbiri ile muhteşem bir uyum içinde iş yapmaktadır. Örnek olarak vücudun müdafa sistemleri, organizmanın korunması için antikor oluşumu, hücre temizliği ve iltihabi tepki şeklinde karmaşık metotlar kullanırlar. Yara tamiri, kan pıhtılaşması şeklinde birçok döngü reaksiyonları meydana getirirler. Olayların kendine özgü oluşları ve kontrolün oluşumu üst düzey bir dizayna işaret etmektedir. Bu şekilde üstün bir dizayn tesadüfler sonucu ve rastgele oluşmuş olması imkansız. Bu, bir sisteme ilişik olan ve birbiriyle uyumlu tüm parçaların, sadece o sistemi bütünüyle tanıyan bir Yaratıcı tarafınca ortaya çıkarılmış bulunduğunu açık bir halde göstermektedir. Bu parçaların her birinin yapısı, iç mekanizması ve işleyişindeki harikalık da o yaratıcının varlığına birer delildir.
[Kur’an-ı kerimde ilk insanın topraktan, neslinin ise nutfeden yaratıldığı bildiriliyor. İlim ilerledikçe Kur’an-ı kerimin bildirdiği bu gerçek daha iyi anlaşılıyor.]

Evrim ve yaratılış
Bilim adamları, bir dergideki solcu bir yazara verdikleri cevabı, basına da dağıtmışlar. Bu uzun mesajda özetle [ve kısa ilavelerle] deniyor ki:
Dergideki yazıda, “Evrim teorisi çürütülmeye çalışılmaktadır” denmiştir. Hâlbuki bahsedilen konferanslarda, Evrim teorisi çürütülmeye çalışılmamış, çürütülmüştür. Evrim teorisi ele alınmış, ateist ideolojilerin ürünü olan bu dogmanın mesnetsizliği, bizzat bilim yöntemiyle ortaya konarak, teorinin çöpe atılması sağlanmıştır. Ek olarak Marksist felsefeyi savunanların yaratılış gerçeği karşısında ileri sürdükleri kuram, her açıdan geçersiz kalmış ve savunucuları büyük bir hezimete uğramıştır.

Yazıda, “Evrim teorisi dinin en zayıf noktasıdır” deniyor. Evrim teorisi dinin değil, maddeci felsefenin en zayıf noktasıdır. Şundan dolayı başta K. Marx ve F. Engels olmak suretiyle maddeci felsefenin ileri gelen düşünce babalarınca onlarca kere ifade edilmiş olduğu şeklinde, Evrim teorisi, maddeci felsefenin temel dayanağını teşkil etmektedir. Nitekim K. Marx, Evrim teorisini ortaya atan Darwin’in kitabı için, “Bizim görüşlerimizin organik zamanı temelini içeren kitap budur” demiştir.

Evrim teorisi, maddeci felsefenin temeli olduğundan, bu teorinin mesnetsizliğini ortaya koyan her bulgu, maddeci felsefenin ve onunla bağlantılı tüm ideolojilerin de mesnetsizliğini ortaya çıkarmaktır. İşte yazarın saldırgan bir tutum sergilemesinin ardında yatan aslolan sebep budur.

Mecmua, “İnsanlar, yaratılış için tanrısal bir masal uydurmuşlar. Mukaddes kitaplar, tüm canlıların Hazret-i Âdem’den yaratıldığını söyler” derken, mecmua, tüm canlıların değil, insanların türemesini kastetmiş olmalıdır. Şundan dolayı bilinmiş olduğu şeklinde, Kur’an-ı kerimde Hazret-i Âdem’in ilk canlı olduğu ve mikroorganizmalardan memelilere kadar tüm canlıların Hazret-i Âdem’den türediği şeklinde bir izahat mevcut değildir. Kur’an-ı kerimde, Hazret-i Âdem’in ilk insan olduğu ve insan neslinin Hazret-i Âdem’den türediği belirtilmektedir.

Yazar, “Naturel Seçme Yasası ile din asla bağdaşmaz” diyor. Yazar dini bilmediği şeklinde, Evrim teorisini ve bilimi de bilmiyor. Şundan dolayı Naturel Seçme Yasası diye bir şey yoktur. Naturel seçme [seleksiyon] ise, hiçbir bilimsel dayanağı olmayan bir kelime oyunundan ibarettir.

Yazar, “İnsanlar tercihlerini ya inançtan, ya bilimden yana yapacaklardır” diyor. Eğer, “İnanç”tan kastettiği “Yaratılış inancı” ise, iddiası gerçek dışıdır. Yaratılış ile bilim içinde hiçbir aykırılık mevcut değildir. Bilimsel gerçekler, yaratılışın doğruluğunu ortaya koymaktadır. Eğer “İnanç”tan kastettiği, Evrim teorisine olan körü körüne bağlılık ise, yalnız bu tespiti doğrudur. Bilim başka şey, Evrim teorisi başka şeydir. İnsanlar tercihlerini ya bilimden, ya Evrim teorisinden yana yapacaklardır. Hem bilim, hem Evrim teorisi savunulamaz.

Yazar, “Yaratılışa inananlar Evrim teorisini çürütseler bile, gene de bu, insanları yaratılış masalına inandırmaya yetmez” diyor.

Birincisi, yaratılış masal değil gerçektir. Esas masal olan, çeşitli türlerde atomların uzun bir süre içinde, tesadüfler sonucu bir araya gelmiş olarak, elektron mikroskobu yapmış olup, kendi vücudunun hücre yapısını inceleyen bilim adamlarına dönüştüğünü iddia eden Evrim teorisidir.

İkincisi, Evrim teorisinin yanlışlığı, elbet ki, yaratılışı ispatlayan delillerden biridir. Canlıların tesadüfle oluşmasının imkânsızlığı, şuurun varlığı, bu da yaratıcının varlığını ispatlamaktadır. Başka bir deyişle, yaratılış, hem bilimsel verilerin yaratılışı doğrulamasıyla, hem de yaratılış dışındaki alternatiflerin imkânsızlığıyla kesinlik kazanmaktadır. Yazar, “Din ile bilim hiçbir süre birbirleriyle uyuşmaz” diyor. Demek ki yazar, Evrim teorisini ilim ile karıştırıyor.

Maymundan gelen politikacı
Sual:
Bir politikacı, (Maymundan geldik) dedi. Ben de, (Dinimizin bildirdiğine nazaran, Hazret-i Âdem’den geldik) dedim. (Bilim varken dine uyulmaz, siz bilime karşı çıkıyorsunuz) dedi. (Sizinki bilim değil, bir teoridir, yarın da başka bir kuram çıkarsa ne yapacaksınız?) dedim. (Yeni çıkan teoriye uyarız) dedi. Bu politikacı, maymun teorisine de inanmadığı, şundan dolayı yeni bir kuram çıkarsa ona uyabileceğini söylediğine nazaran, sırf dine karşı olduğundan onu kabul etmiş olduğu anlaşılmıyor mu?
CEVAP
Evet, o şekilde olduğu açıkça anlaşılıyor. Başka teoriyi kabul edecekse, bu teorinin doğru olmadığını söylemiş oluyor. Bir İtalyan profesörü, yeni bir kuram çıkarmış, insanoğlunun maymundan değil, ayıdan geldiğine dair üç kanıt ortaya atmıştı:
1- Ayı, yavrusunu döverken insan şeklinde tokatlar, maymun ise ısırır.

2- Ayı dişisiyle, yavrularının görmediği bir yerde çiftleşir. Hâlbuki maymunda bu tarz bir olay yoktur. Yavrularının yanında da çiftleşir.

3- Oyuncak dükkânına giden bebekler, ayı oyuncaklarını tercih ederler. Bu deliller insanların ayıdan geldiğini gösterir.

Maymun teorisi şeklinde ayı teorisi de, bilim adına uydurulmuş bir hurafedir. Acaba evrimci politikacı, yeni bir teoriye uyacağına nazaran, maymundan değil de, ayıdan mı geldiğini söyleyecektir?

Evrimcilerin, insandan değil de, hayvandan geldiğini iddia etmeleri, dini yıkmak içindir. Eğer din hâşâ, maymundan geldik deseydi, bunlar insandan geldik derlerdi. Hayvandan gelmeyi aşağılık kabul ederlerdi. Dine inanmamak için hayvandan gelmeyi fazlaca düzgüsel görüyorlar.

İlk maymunun nereden geldiğini evrimcilere soruyoruz. Sudan oldu diyorlarsa, suyu kim yarattı? Mahlûk olunca bir yaratıcının olması gerekir? Mahlûk, yaratılan anlamına gelir. Yaratan eğer olmazsa mahluk olmaz. Yaratıcıyı inkâr etmek kadar ahmaklık olmaz.

Gülen maymun
Sual:
Maymunun insan şeklinde gülmesi, evrimin gerçek bulunduğunu göstermiyorsa neyi gösteriyor?
CEVAP
Evrimle asla alakası yoktur. Papağanı insan şeklinde konuşturan, maymunu güldüren, yılanı ayaksız yürüten bir yaratıcının varlığını gösterir. Allahü teâlâ her hayvana bir özellik vermiştir. Köpeğin koku alması, kedinin karanlıkta görmesi, akrebin zehri, geyiğin boynuzu, kirpinin dikeni, bukalemunun renk değiştirmesi, kuşların uçması, balıkların yüzmesi, aslanın parçalaması, yarasanın engellere çarpmadan gözsüz uçması evrimi, devrimi değil, hikmet sahibi yüce bir yaratıcının varlığını gösterir.

İnsanın aslı, hayvan değildir
Sual: İnsan yada hayvanların birbirine dönüşmesi, insanoğlunun, hayvanların en gelişmiş şekli denmesi, aklen ve dinen mümkün müdür?

Yanıt: Paleontolojik devirlerde, canlılarda zaman içinde tekamül görülmekte, fakat bu değişmeler, her tür varlığın kendi içinde olmaktadır. Örnek olarak, dördüncü dönemin yeni tabakalarında “kromanyon” adı verilen insan iskeleti bulunmuştur. Bizim iskeletimizden değişik olduğu hâlde, paleontoloji mütehassısları bunlara, ilk insanoğlu demiştir. Öteki taraftan, üçüncü süre sonunda yaşayan, “antropoit” denilen ve bugünkülere benzemeyen, maymun iskeletleri bulunmuştur. Insanbilim mütehassısları, bunların maymun bulunduğunu söylüyor. Fen taklitçileri ise, yaptıkları tercümelerde, kromanyon insanına ve antropoit maymununa, insanoğlunun ceddi olan yada insanla maymun içinde geçit teşkil eden fosil diyorlar.

Biyologlar, insan ile hayvan arasındaki farkı, yalnız madde bakımından inceliyor. Oysa, insan ile hayvanlar içinde en büyük fark, insanoğlunun ruhudur. İnsanlarda ruh vardır. İnsanlık şerefi hep bu ruhtan gelmektedir. Bu ruh, ilk olarak, Âdem aleyhisselama verildi. Hayvanlarda bu ruh yoktur. Maddecilerin, felsefecilerin bu ruhtan haberleri olmadığı için, insanı maymuna yakın sanabilirler. İlk insanların şekli, yapısı, maymuna benzese de, insan insandır. Şundan dolayı, ruhu vardır. Maymun ise hayvandır. Şundan dolayı bu ruhtan ve ruhun hasıl etmiş olduğu üstünlüklerden mahrumdur. Görülüyor ki, insan ile hayvan, tamamen ayrıdır. Aralarında, hiçbir süre, bir geçit olması imkansız, birbirine dönemez. Oysa, hayvanlardan insana en yakın maymun olduğu, asırlar ilkin, İslam kitaplarında, örneğin İbni Haldûn’un “Zamanı mukaddemesinde” ve “Ma’rifetnâmede” yazılıdır.

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/06/darwin-ve-evrim-teorisi/feed/ 0 5508
Kâinatın genişlemesi https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/06/kainatin-genislemesi/ https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/06/kainatin-genislemesi/#respond Thu, 06 Jun 2019 12:05:20 +0000 Dinimiz>Dinimiz ve fen]]> http://www.cennetinbahcesi.com/?p=5507

Sual: Ansiklopedilerde özetle deniyor ki:
(Milyarlarca yıl ilkin, tüm kâinat bir tek parçadan ibaretti. Bu tek parçanın ortasında büyük bir patlama oldu ve bu tek parça birçok parçalara ayrıldı. Parçaların her biri başka bir yöne doğru gidiyordu. Nihayet, bu parçaların bazıları birbirleriyle birleşerek çeşitli gezegenler ve ayrı ayrı galaksiler meydana getirdiler. Bu galaksiler uzayda kendi yörüngelerinde dönmeye ve yüzmeye devam ettiler. Dünya, içinde güneşin de bulunmuş olduğu bir galaksidedir. Kâinatta sayılamayacak kadar oldukca galaksi vardır. Kâinat, gittikçe genişleyen bir sistemdir. Galaksiler yavaş yavaş dünyadan uzaklaşmaktadır; bundan dolayı kâinat genişlemektedir.)
Ateistler bu genişlemenin kendiliğinden bulunduğunu, her şeyi olduğu şeklinde bunu da Tanrı’ın yapmadığını söylüyorlar. Bunlara iyi mi bir yanıt vermelidir?
CEVAP
Ateist, âyete, hadise inanmaz. Ona ne söylesek faydasızdır. Ateist, bir galaksiyi yada gezegeni yada bir güneşi yaratamadığı halde, kâinatı yoktan var edene inanmaz. Bir böcek, bir nebat bile yaratamaz. Mevcud her aletin bir yapanı elbet vardır. Hiçbir şey kendiliğinden olması imkansız.

Ansiklopedide bildirilen hususları icra eden Allahü teâlâdır. Orada, (Tüm kâinat bir tek parçadan ibaretti) deniyor. O parça nereden geldi? Kendiliğinden mi oldu? Eğer kâinat genişliyorsa genişleten de Odur, daralıyorsa daraltan da Odur. Onun emri olmadan sinek kanadını kımıldatamaz. Her şeyi yaratan Allahü teâlâdır. Yerde ve göklerde bulunan tüm varlıkları, maddeleri, cisimleri, özellikleri, vakaları, kuvvetleri, kanunları, bağlantıları yaratan, yalnız Odur. Ondan başka yaratıcı yoktur. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Sizi de, yaptığınız işleri de yaratan Tanrı’tır.) [Saffat 96]

Enbiya suresi, 30. âyetinde de mealen, (İnkâr edenler, gökler ve arz küresi birbirlerine yapışıkken, onları ayırdığımızı bilmezler mi?) buyurulmuştur. Demek oluyor ki, Allahü teâlâ, fen adamlarının sadece 50–60 yıl ilkin meydana çıkarabildikleri dünyanın yaratılışını, bundan 1400 yıl ilkin insanlara bildirmiştir. Hiçbir şey bildirmese de, gene her şeyi yaratan Odur.

Dünya’nın Güneş’ten kopması
Sual:
Fen kitaplarında okuduğumuz teorilere nazaran, (Dünya, Güneş’ten kopan alevden bir parçadır. Zaman içinde soğuyarak bugünkü hâlini almıştır. Vakit da, big bang denilen büyük patlamayla adım atmıştır) deniyor. Bu kuram doğru mudur?
CEVAP
Bu mevzuda değişik teoriler vardır. Teorilerin değişik ve oldukca olması o denli mühim değildir. En önemlisi, Güneş’in, kâinata nereden geldiğine dair, ciddi bir kuram niye yoktur?

Güneş’e tüm dünyayı aydınlatabilen çok büyük ışık ve ısı iyi mi gelmiş, niye bu ışık asla sönmüyor, ısısı da asla eksilip bitmiyor?

Niye Dünya’nın Güneş’e olan mesafesi, dünyada canlıların yaşayacağı, şu demek oluyor ki yaşam olacak şekilde ayarlıdır?

Güneş’ten kopan Dünya’nın içinde altın, gümüş, bakır, demir şeklinde sayısız madenler, doğalgaz, petrol iyi mi oluştu? Güneş’ten koptuğu varsayılan Dünya’nın içine sıcak soğuk sular nereden geldi?

Yonca, çimen şeklinde sayısız otlar; gül, lale, menekşe şeklinde çiçekler; kabak, patlıcan, domates şeklinde sayısız sebzeler; çınar, meşe, çam şeklinde birçok ağaçlar; elma, armut, muz şeklinde sayısız meyveler; at, maymun, aslan şeklinde sayısız kara hayvanları iyi mi kendi kendine oluştu?

Yılan, kertenkele, akrep, karınca, arı, salyangoz, tırtıl şeklinde sayısız böcekler ve sürüngenler; kartal, leylek, serçe şeklinde sayısız kuşlar; fok, balina şeklinde deniz hayvanları ve balıklar, Güneş’in ateş parçasından iyi mi meydana geldi?

Bu parçanın üstünde solunum ettiğimiz yanıcı ve yakıcı iki gaz olan hava iyi mi oluştu?

Tüm bunların hepsi, insanların faydalanmaları için yaratılmıştır.

Peki, Güneş’ten kopan ateş içinde, sayısız varlıkların yanında muhteşem bir mahluk olan bu insan, iyi mi var oldu? Niçin bu mevzular hakkında ciddi bir kuram yoktur?

Cevabı bellidir. Maksatları kâinatı Allahü teâlânın yarattığını inkâr etmektir. Bu koca kâinatın ve canlıların tesadüfen, birbirine çarpmakla, birbirinden parçalar kopmakla meydana geldiğini korumak için çaba sarfetmek, teoriler çıkarmak ne büyük yanlıştır. Koca evrenin tesadüfen meydana gelmesi imkânsızken, kendileri, bir karınca, bir domates, bir buğday yapmaktan âcizken, yaratılış gerçeğini inkâr etmek oldukca çirkindir.

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/06/kainatin-genislemesi/feed/ 0 5507
Matbaanın geç gelmesi https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/06/matbaanin-gec-gelmesi/ https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/06/matbaanin-gec-gelmesi/#respond Thu, 06 Jun 2019 07:03:05 +0000 Dinimiz>Dinimiz ve fen]]> http://www.cennetinbahcesi.com/?p=5506

Sual: Hristiyan asıllı bir prof., (O vakit Anadolu Müslüman olduğundan basımevi geç geldi, bundan dolayı da bilimde geri kalındı) diyor. Basımevi Türkiye’ye niçin geç girdi, Avrupa ile aynı anda girmedi?
CEVAP
Matbaanın geç gelmesiyle Müslümanlığın hiçbir ilgisi yoktur. Yeni keşfedilen bir aletin derhal tüm dünyaya yayılması iyi mi beklenebilir? Bu alet ilkin onlarca kere deneyim edilir, eksiklikleri tespit edilip giderilir, sonrasında ilk olarak keşfedildiği ülkede yaygınlaşır, ondan sonra zaman içinde öteki ülkelerde yayılır.

Örneğin tv 1920’li yıllarda keşfedilmiş ve ilk TV yayınları İngiltere’de yapılmıştır. Türkiye’de ise ilk tv yayını 1968’de adım atmıştır. Bu zamanda Türkiye, İslamiyet ile yönetim edilmiyordu. Suçu Müslümanlığa bulmak fazlaca yanlış olur. Buna karşın yarım asırlık bir gecikme olmuştur ki, o tarih için, değişen teknolojinin ilerlediği bir dönemde {hiç de} küçümsenecek bir gecikme değildir. Hristiyan profesörün maksadı matbaanın geç gelmesi değil, bir bahane bulup Müslümanlığı kötülemektir.

Matbaacılığın Türkiye’ye gelmesinin gecikmesine, kitaplar basımevi ile basılmış olduğu takdirde işi olmayan kalacaklarından korkan kitap müstensihleri, doğrusu para karşılığında kitap yazanlar da sebep olmuştur. Bunlar, matbaanın Türkiye’ye gelmemesi için çeşitli propagandalar yapmışlar, divitlerini bir tabuta koyarak, Bab-ı âli’ye kadar yürümüşlerdir. Hatta bazı cahillerden faydalanarak bunların, (Matbaacılık İslamiyet’e aykırıdır) şeklinde konuşmalarını sağlamışlardır.

Bu kimselerin İslamiyet’i kişisel menfaatlerine alet etmek istediklerini gören Osmanlı Padişahı sultan üçüncü Ahmed Han, sadrazamı Damat İbrahim Paşa’nın da yardımı ile bu işi çözmek için, İslam dininin en büyük reisi olan Şeyh-ül-İslam’dan matbaacılık hakkında bir fetva istemiştir. O zamanki Şeyh-ül-İslam Abdullah Efendi tarafınca verilen fetvada, (İlim, fen ve terbiye kitaplarını, matbaada, azca zamanda ve kolaylıkla fazlaca kitap basmak, yararlı kitapların ucuz elde edilmelerine ve her yere yayılmalarına sebep olacağı için, basımevi yapılması caiz ve güzeldir) denilmiştir. (Behcet-ül-fetava s.262)

O dönemin Müslümanları buna engel olsa bile, suçu, engel olanlara mı, yoksa Müslümanlığa mı yüklemek gerekir? Ondan sonra Anadolu’ya basımevi girdiğine bakılırsa Müslümanlığa kabahat bulmak fazlaca yanlıştır, kasıtlıdır.

Basımevi 1447’de keşfedilmiş ve Türkiye’de ise bu tarihten ortalama 200 yıl sonrasında kullanılmaya başlanmıştır. O tarihte komünikasyon ve ulaşım vasıtalarının ne kadar zayıf olduğu ve yukarıda bildirilen öteki sebep de düşünülürse, bu gecikmenin İslamiyet ile asla ilgisinin olmadığı anlaşılır.

Matbaanın bilime elbet katkısı vardır; fakat basımevi ile bilim içinde direkt bir bağlantı oluşturmak da doğru olmaz. Basımevi keşfedilmeden ilkin de, birçok keşifler yapılmıştır. Şu anda basımevi her yerde kullanıldığı, hatta öteki komünikasyon ve ulaşım vasıtaları da hızla geliştiği halde teknolojide geri kalmış birçok ülke vardır.

Tüm bunlar gösteriyor ki, (Basımevi, Anadolu o vakit Müslüman olduğundan Türkiye’ye geç geldi) demenin de, (Matbaanın geç gelmesi geri kalmamıza sebep oldu) demenin de kasıtlı bir iddia olduğu meydandadır.

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/06/matbaanin-gec-gelmesi/feed/ 0 5506
Hastalıktan korunmak https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/06/hastaliktan-korunmak/ https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/06/hastaliktan-korunmak/#respond Thu, 06 Jun 2019 02:01:49 +0000 Dinimiz>Dinimiz ve fen]]> http://www.cennetinbahcesi.com/?p=5505

Sual: Bugün Hristiyan batı, tıp ilminde ileri gittiği halde, AIDS benzer biçimde hastalıklara maruz kalmalarının sebebi nedir?
CEVAP
Hristiyanlığın en revaçta olduğu orta çağda, büyük tıp âlimleri, yalnız müslümanlardı ve Avrupalılar Endülüs’e tıp eğitim etmeye gelirlerdi. Çiçek hastalığına karşı aşıyı bulanlar, müslüman Türklerdir. Türklerden bunu öğrenen Jenner, sadece 1796’da bu aşıyı Avrupa’ya götürdü ve haksız olarak Çiçek aşısını kabul eden kimse unvanını aldı. Oysa, tam bir zulmet diyarı olan o zamanki Avrupa’da insanoğlu, hastalıktan kırılıyordu. Fransa kralı On beşinci Louis 1774’de çiçekten öldü. Avrupa uzun vakit veba ve kolera salgınlarına uğradı. Birinci Napolyon 1798’de Akka kalasını muhasara etmiş olduğu vakit, ordusunda veba zuhur etmiş ve hastalığa karşı çaresiz kalınca, düşmanı olan Müslüman Türklerden yardım istemek mecburiyetinde bırakılmıştı. O vakit yazılan bir Fransız eserinde şöyleki demektedir:

(Türkler, ricamızı kabul ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, nur yüzlü kimselerdi. Ilkin yakarış ettiler ve sonrasında ellerini bolca su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhur eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıttılar ve yaraları tertemiz yıkadılar. Sonrasında hastaları ayrı ayrı bölgelere koydular ve sağlamların mümkün olmasıyla birlikte onlara yaklaşmamasını tembih ettiler. Hastaların elbiselerini yaktılar ve onlara yeni elbiseler giydirdiler. En nihayet yeniden ellerini yıkadılar ve hastaların bulunmuş olduğu yerlerde öd ağacı yakarak ve yeniden yakarış ederek ve bizlerden hiçbir ücret almadan yanımızdan ayrıldılar.)

Demek oluyor ki, iki çağ evveline kadar batılılar hastalıklara karşı tamamen çaresizdi ve sadece sonradan müslümanlardan öğrenerek ve tecrübeler yaparak [dinimizde emrolunduğu gibi gayret ederek] bugünkü tıp ilmini öğrendiler.

Hakiki müslüman, hem temiz olur, hem de, sıhhatine fazlaca dikkat eder. Bir zehir olan alkollü içkileri içmez. Çeşitli tehlikeleri ve zararları olduğu bugün açıkça kanıtlama edilen domuz etini yemez. Livata yapanlarda AIDS ismindeki bulaşıcı hastalığın virüsünün, domuzlarda bulunmuş olduğu tespit edilmiştir.

Bugün, tüm üniversitelerde okutuluyor ki, doktorluk iki kısımdır: Biri hijyen, sıhhati korumak, ikincisi terapötik, hastaları iyi etmektir. Bunlardan birincisi ilkin gelmektedir. İnsanları hastalıklardan korumak, sağlam kalmayı sağlamak, tıbbın birinci vazifesidir. Hasta insan, iyi edilse de, fazlaca kere, arızalı, çürük kalır. İşte İslamiyet, tababetin birinci vazifesini, hijyeni güvence etmiştir.

Peygamber efendimiz, Rum imparatoru Heraklius ile mektuplaşırdı. Birbirlerine elçi gönderirlerdi. Bir kere, Heraklius birçok armağan göndermişti. Bu hediyelerden biri de, bir hekim idi. Hekim ulaşınca, (Efendim! İmparator hazretleri beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza parasız bakacağım!) dedi. Resulullah efendimiz kabul buyurdu. Buyruk eyledi, bir ev verdiler. Her gün nefis yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçti. Hiçbir müslüman, doktora gelmedi. Hekim, utanıp gelmiş olarak, (Efendim! Buraya, size hizmet etmeye geldim. Bugüne dek, bir hasta gelmedi. Boş oturdum, yiyip içtim, rahat ettim. Artık gideyim) diye izin isteyince, Peygamber efendimiz, (Sen bilirsin. Eğer daha kalırsan, misafire hizmet etmek, ona ikram etmek, Müslümanların vazifesidir. Gidersen de uğurlar olsun. Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Şu sebeple, Eshabım hasta olmaz! İslam dini, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshabım temizliğe fazlaca dikkat eder. Acıkmadıkça bir şey yemez ve sofradan, doymadan ilkin kalkar) buyurdu.

Bunu söylemekle müslüman asla hasta olmaz demek istemiyoruz. Fakat sıhhatine ve temizliğe itina eden bir müslüman, sağlam kalır, kolay kolay hasta olmaz. Ölüm haktır. Hiçbir kimse ölümden kurtulamaz ve herhangi sebeple yada bir hastalık sonucu ölecektir. Fakat, o vakte kadar sıhhatini koruyabilmesi, sadece Müslümanlıkta emredilen hususlara ve temizliğe riayet yardımıyla olur.

Derde ilaç
Sual: Kanser ve AIDS benzer biçimde hastalıkların kati çaresi bulunabilir mi?
CEVAP
Normal olarak bulunabilir. Şu sebeple hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Derdi veren Tanrı, devasını da vermiş, devasız dert yaratmamıştır. Yalnız ölüme deva yoktur.) [Taberanî]

Müslüman da depresyona girebilir
Sual: Bir yazar, (Müslüman depresyona girmez) dedi. Depresyona giren, Müslüman değil midir? Depresyona giren, hattâ deliren fazlaca Müslüman yok mu?
CEVAP
Vardır elbet. Yazarın sözünü tevil etmek gerekir. O söz, (Müslüman, asla depresyona girmez) demek değildir. (Müslümanlığın komut ve yasaklarına uyulursa, depresyona kolay kolay girilmez) anlamına gelir. Nitekim bir hadis-i şerifte, (Eshabım hasta olmaz) buyuruluyor. Bu, (Eshab-ı kiram asla hastalanmaz) demek değildir. (İslâmiyet’e uyan, kolay kolay hastalanmaz) anlamına gelir. Şu sebeple hadis-i şerifte, (İslam dini, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshabım temizliğe fazlaca dikkat eder. Acıkmadıkça yemez ve doymadan ilkin sofradan kalkar!) buyuruluyor. Yazarın maksadı da bu olsa gerektir. (Müslüman hırsızlık etmez, Müslüman içki içmez) benzer biçimde sözler de söylenir. Bu, (Hırsızlık eden, içki içen kimse, Müslüman değildir) anlamına gelmez. Temizliğe riayet etse de, bulaşıcı hastalığa yakalananların yanına gidince ona da hastalık bulaşabilir. İrsi olarak da hastalanabilir. Hastalık meydana getiren bir besin yiyebilir. Kısacası Müslümana da her hastalık gelebilir.

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/06/hastaliktan-korunmak/feed/ 0 5505
Fen ve gelişmeler https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/06/fen-ve-gelismeler/ https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/06/fen-ve-gelismeler/#respond Wed, 05 Jun 2019 21:01:09 +0000 Dinimiz>Dinimiz ve fen]]> http://www.cennetinbahcesi.com/?p=5504

Sual: Bazıları İslamiyet’in fen ve gelişmelere engel bulunduğunu iddia ediyorlar. Fennin dindeki yeri nedir?
CEVAP
Fen bilgilerine, sanata ve en çağdaş harp silahlarını hayata geçirmeye uğraşmak, farz-ı kifayedir. Düşmanlardan daha fazlaca çalışmamızı dinimiz emretmektedir. İslamiyet, fenni, tecrübeyi, müsbet emek vermeyi emreden dinamik bir dindir.

Avrupalılar, fen bilgilerinin çoğunu ve hepsinin temelini İslam kitaplarından aldılar. Avrupalılar, dünya sini şeklinde düz, etrafı duvar çevrili zannederken, müslümanlar dünyanın yuvarlak olup, kendi çevresinde döndüğünü biliyorlardı. Hatta Musul civarındaki Sincar sahrasında, meridyenin uzunluğunu ölçerek bugünkü şeklinde buldular. Şerh-i mevakıf ve Marifetname kitapları, bu tarz şeyleri uzun olarak yazmaktadır.

Nurüddin Batruci, Endülüs İslam üniversitesinde astronomi profesörü idi. El-hayat kitabında, bugünkü astronomiyi yazmaktadır. Galile, Kopernik, Newton, dünyanın döndüğünü, müslüman kitaplarından öğrenip söyleyince, bu sözleri kabahat sayıldı. Galile, papazlar tarafınca muhakeme yapılıp, hapis edildi.

Eski İslam medreselerinde ek olarak fen dersleri vardı. Endülüs medreseleri bu hususta tüm dünyaya rehber olmuştu.

Hastalıkların mikroplardan geldiğini ilk kabul eden, İslam medeniyetinin yetiştirdiği İbni Sinadır. Bundan 900 yıl ilkin (Her hastalığı icra eden bir kurttur. Yazık ki bu tarz şeyleri görecek bir aletimiz yoktur) demiştir.

Büyük İslam hekimlerinden Ebu Bekr Razi, ilk kere olarak o zamana kadar aynı hastalık sanılan kızıl, kızamık ve çiçeğin ayrı ayrı hastalıklar bulunduğunu bulmuştur. Bu İslam hekimlerinin eserleri ortaçağda ders kitabı olarak tüm dünya üniversitelerinde okutulmakta idi. Batıda akıl hastaları şeytan tarafınca tutulmuş kimseler olarak canlı canlı yakılırken, doğuda müslüman devletlerinde bunların tedavisi için özel hastaneler kurulmuştu.

Bugün, aklı başlangıcında olan hepimiz, maddi ilim ile fennin ilkin müslümanlar tarafınca kurulduğunu kabul etmektedir. Batılı ilim adamları da, bunu onay etmektedirler. İslam ülkelerine sızarak ve müslüman görünerek, sözlerini dinletmek imkanını kabul eden bazı İslam düşmanları, fennin yeni buluş ve imkanlarını yaptıkları yeni silahları anlatıp Bunlar gavur icadıdır, bu tarz şeyleri kullananlar kâfir olur diyerek, cahilleri aldattılar. Allahü teâlânın (Her şeyi öğreniniz!) emrini unutturdular. Bu hâl, müslümanların ilimde ve fende geri kalma sebeplerinden biri oldu. Batı, yeni alet ve silahlarla üstünlük kazanmıştır. İslam düşmanları, bir taraftan müslümanları bu şekilde aldattılar, öteki taraftan müslümanlar fenni beğenmiyor, maddi ilimleri istemiyorlar, müslümanlık gericiliktir, yobazlıktır diyerek, gençleri İslamiyet’ten ayırmaya, İslamiyet’i içerden yıkmaya çalıştılar. Dinimizi iyi öğrenirsek, onların tuzağına düşmekten kurtuluruz.

Dünya küresinin ömrü
Sual: Üstünde yaşadığımız dünyanın yaşı, ömrü hakkında çeşitli bilgiler verilmektedir. Bu mevzu hakkında kati bir informasyon var mıdır?

Yanıt: Dünya küresinin ömrünü, doğrusu yaratıldığı günden kıyamete kadar olan zamanı, eski astronomlar, seyyare yıldızlarının adedince bin yıl, doğrusu yedibin yıl demişlerdir. Zira onlar, gezegen adedini yedi olarak biliyordu. Tarihlerin çoğunda yazılı bulunan ve bazı din kitaplarına da geçmiş olan yedibin yıl, buradan gelmektedir. Bazıları da, burç adedince, onikibin yıl, bir kısmı da, boylam derecesi adedince, 360 bin yıl dedi ki, bu üç tane de, zan ve varsayım halindedir. Endülüs âlimlerinden Ebû Abdullah-i Kurtubînin Tezkiresinden Abdülvehhâb-ı Şa’rânî hazretlerinin hülasa etmiş olduğu Muhtasar ismindeki kitabında 360 binx360 bin doğrusu 129 milyar, 600 milyon yıl olduğu yazılıdır. Bugün fen adamları, Radyoaktiflik saati denilen usul ile, dünyanın ömrünü, 4 milyar 500 milyon yıl olarak bulmaktadırlar. Peygamberlerden İdris aleyhisselam buyurmuş ki:
“Hepimiz, Peygamber olduğumuz hâlde, dünyanın ömrünü bilemedik.”

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/06/fen-ve-gelismeler/feed/ 0 5504
Dinimizin tecrübeye verdiği önem https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/05/dinimizin-tecrubeye-verdigi-onem/ https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/05/dinimizin-tecrubeye-verdigi-onem/#respond Wed, 05 Jun 2019 15:59:40 +0000 Dinimiz>Dinimiz ve fen]]> http://www.cennetinbahcesi.com/?p=5503

Sual: Peygamberimiz dünyaya ilişik, fenne ilişik işlerde, (Dünya işini siz daha iyi bilirsiniz) buyuruyor. Peygamber efendimiz dünya işlerinden anlamıyor muydu?
CEVAP
Elbet anlardı ve daha iyisini de bilirdi. Sadece tecrübeye önem verilmesi için öyleki buyurmuştur. (Dünya işlerini siz daha iyi bilirsiniz) demek, dünyanıza yararlı olan şeyleri bulup yapmanız için benim bildirmeme lüzum yoktur anlama gelir. Dini vazifelerinizi, ibadetlerinizi bilemezsiniz. Onları benden öğreniniz anlama gelir.

Allahü teâlânın, insanlara olan nimetlerinin, ihsanlarının en büyüğü, Peygamberler göndermesidir. Peygamberler göndererek, razı olduğu ve razı olmadığı şeyleri bildirmiştir.

Peygamberler, fen bilgilerini öğretmediler. (Bu tarz şeyleri akıl ile araştırınız, bulunuz, yararlı işlerde kullanınız) dediler. Kendileri de, kendi zamanlarında malum fen vasıtalarını yaptılar ve kullandılar. Daha fazlasını ve yenilerini yapmakla uğraşmadılar. Bu tarz şeyleri yapmayı başkalarına bıraktılar. Kendileri, Allahü teâlânın bildirdiği dinleri yaymaya, öğretmeye uğraştılar.

Eshab-ı kiram, Peygamber efendimize sordu:
– Yemen’e gidenlerimiz, orada hurma ağaçlarını, başka türlü aşıladıklarını ve daha iyi hurma aldıklarını gördük. Biz Medine’deki ağaçlarımızı babalarımızdan gördüğümüz benzer biçimde mi aşılayalım, yoksa, Yemen’de gördüğümüz benzer biçimde aşılayıp da, daha iyi ve daha bolca mu elde edelim?

Resulullah efendimiz bunlara şu şekilde diyebilirdi:
– Birazcık bekleyin! Cebrail aleyhisselam erişince, ona sorar, anlamış olur, size bildiririm. Yada, birazcık düşüneyim. Allahü teâlâ, kalbime doğrusunu bildirir. Ben de, size söylerim.
Fakat bu şekilde demedi. Buyurdu ki:
– Deneyim edin! Bir kısım ağaçları, babalarınızın usulü ile, başka ağaçları da, Yemen’de öğrendiğiniz usul ile aşılayın! Hangisi daha iyi hurma verirse, daima o usul ile yapın!

Şu demek oluyor ki tecrübeyi, fennin esası olan tecrübeye güvenmeyi buyruk buyurdu. Kendisi melekten anlamış olur yada kutsal kalbine normal olarak doğar idi. Fakat, dünyanın her tarafında, kıyamete kadar gelecek Müslümanların, tecrübeye, fenne güvenmelerini işaret buyurdu.

Din âlimlerinin vazifesi de dünya işlerini öğretmek değildir. Şu demek oluyor ki Müslümanlara, anadan doğar doğmaz meme aradıkları benzer biçimde, içgüdüleri ile bilecekleri, anlayacakları gereksinimlerini, menfaatlerini, kısacası doğal vazifelerini öğretmek değildir. Para kazan, aç kalma, karnını doyur, lokmayı ağzına koy, yorulunca dinlen… benzer biçimde tembihleri hayvanlara bile bildirmeye lüzum yoktur. Din âlimlerinin vazifesi dünya menfaatlerini elde ederken, ahireti unutmamak, hak ve adaleti gözetmek, nefse uymamak ve çalışırken, Tanrı’a güvenmek, gevşeklik yapmamak, böylece kendi kuvvetine tinsel bir kuvvet de eklemek benzer biçimde yararlı ve ışıklı yolları insanlara göstermektir.

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/05/dinimizin-tecrubeye-verdigi-onem/feed/ 0 5503
İslami ilimler ikiye ayrılır https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/05/islami-ilimler-ikiye-ayrilir/ https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/05/islami-ilimler-ikiye-ayrilir/#respond Wed, 05 Jun 2019 10:59:37 +0000 Dinimiz>Dinimiz ve fen]]> http://www.cennetinbahcesi.com/?p=5502

Sual: “Dini, bilimsel, yazınsal ve etik gösterim” benzer biçimde tabirler kullanılıyor. Din ile ilim ayrı mıdır?
CEVAP
Bu şekilde konuşup yazanlar, ya dinimizi iyi bilmiyorlar yada mezhebi kabul etmiyorlar.

İslami ilimler ikiye ayrılır:
1-
Nakli ilimler. (Tefsir, kelam, hadis, fıkıh bilimsel benzer biçimde.)
2- Akli ilimler. (Matematik, edebiyat ve mantık bilimsel benzer biçimde.)

Görüldüğü benzer biçimde, tüm ilimler, İslam detayları içinde incelenir. Dini, ilimden ayıranlar, Batılı yazarların tesiri altında kalan kimselerdir. Dinimizde terbiye da var, edep de var, edebiyat da… Bu bakımdan “Dini, bilimsel, yazınsal, etik gösterim” tabiri doğru değildir. Dini denilince, ötekiler kullanılmaz. Dini kelimesi kullanılmadan diğerlerinin hepsini kullanmakta sakınca yoktur.

İslamiyet, ilmin tâ kendisidir. Kur’an-ı kerimin birçok yeri, bilimsel emretmekte, ilim adamlarını övmektedir. Örnek olarak Kur’an-ı kerimde mealen (Bilen ile bilmeyen hiçbir olur mu? Bilen elbet kıymetlidir) buyurulmaktadır. (Zümer 9)

Peygamber efendimizin bilimsel öven ve teşvik buyuran sözleri o denli çoktur ve meşhurdur ki, gayrı müslimler dahi bu tarz şeyleri bilmektedir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(İlim, Çin’de de olsa alınız!) [Beyheki]

(Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz, çalışınız!) [Şir’a]

(Bilerek meydana getirilen azca bir yakarma, bilmeyerek meydana getirilen oldukca ibadetten daha iyidir.) [Hakim]

(Şeytanın bir âlimden korkması, bilgisiz olan bin âbidden korkmasından daha çoktur.) [Beyheki]

(İlim, benim ve öteki Peygamberlerin mirasıdır. Kim bana mirasçı olursa, Cennette benimle birlikte olur.) [Deylemi]

İslam dininde hanım kocasının izni olmadan nafile hacca gidemez. Sefere çıkamaz. Fakat kocası öğretmezse ve izin vermezse, ondan izinsiz, kendisi için lüzumlu olan bilimsel öğrenmeye gidebilir.

Görülüyor ki, Allahü teâlânın sevilmiş olduğu, büyük yakarma olan hacca izinsiz gitmesi günah olmasına rağmen, ilim öğrenmeye izinsiz gitmesi günah olmuyor. Hadis-i şerifte (Nerede ilim var ise, orada müslümanlık vardır. Nerede ilim yoksa, orada kâfirlik vardır!) buyuruldu. Burada da, dinimiz bilimsel emretmektedir. (Her insana Lazım Olan İman)

Pozitif ilim olmaz
Sual:
Fen detayları için, pozitif ilimler demek doğru olur mu?
CEVAP
Bu tür ifadeler, bizlere Avrupa’dan geldi. Hurafelerle dolmuş, her türlü ilmî çalışmaya engel ve zıt olan kendi dinî inançlarının, bozuk, negatif, faydasız, zararı olan bulunduğunu anlatabilmek için, fen bilgilerine yararlı, pozitif yönde, pozitif ilimler demek zorunda kaldılar. Fen bilgisine pozitif [olumlu] ilim denince, din bilgilerine negatif [olumsuz] ilim denmiş oluyor. Bu tespitleri, akla mantığa uygun olmayan Hristiyanlık için doğrudur, fakat Müslümanlık için oldukca yanlıştır. Şundan dolayı Müslümanlıkta, fen detayları de, İslam bilgilerinin bir koludur. İlmi, pozitif ve negatif diye ayırmak yanlıştır.

Müslümanlıkta İslam detayları iki kısımdır:
1- Naklî bilgiler [din bilgileri],
2- Aklî bilgiler [fen bilgileri].

Bu ilimlerin birine pozitif, diğerine negatif denmez, bu sebeple ikisi de İslâmî ilimlerin bir koludur.

Pozitivist bir Fransız düşünür olan Charles Mismer (1832-1904) şu şekilde der:
(Hristiyanlar âlim olunca, Müslümanlar bilgisiz kalınca dinlerinden uzaklaşır.)

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/05/islami-ilimler-ikiye-ayrilir/feed/ 0 5502
Dinimiz ilerlemeyi emrediyor https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/05/dinimiz-ilerlemeyi-emrediyor/ https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/05/dinimiz-ilerlemeyi-emrediyor/#respond Wed, 05 Jun 2019 05:59:32 +0000 Dinimiz>Dinimiz ve fen]]> http://www.cennetinbahcesi.com/?p=5501

Sual: İslamiyet ilerlemeyi emretmiyor mu?
CEVAP
İslam dini, tüm yeniliklerin sürekli takip edilmesini ve her gün yeni şeyler keşfetmeyi, ilerlemeyi emreden bir dindir. Bundan dolayı, İslamiyet’in başlangıcından itibaren, ilim adamlarına oldukca ehemmiyet verilmiş, bilimsel, fenni ve teknik tecrübeler yapılmış, Müslümanlar, tıpta, kimyada, astronomide, coğrafyada, tarihte, edebiyatta, matematikte, mühendislikte, mimarlıkta ve bunların hepsinin temeli olan, güzel terbiye ve toplumsal bilgilerde, en muhteşem dereceye vasıl olmuşlar, bugün dahi tazim ile yâd edilen kıymetli âlimler, hakimler, mütehassıslar, üstadlar yetiştirmişler, dünyanın hocası, medeniyetin rehberleri olmuşlardır.

O süre, yarı yırtıcı olan Avrupalılar, fenni bilgilerini İslam üniversitelerinde öğrenmişler, hatta Papa Sylvester şeklinde, hristiyan din adamları da Endülüs üniversitelerinde öğrenim görmüştür. Bugün bile, hâlâ Avrupa dillerinde kimyaya “Chemie” ve cebire [Arapça El-cebir kelimesinden] “Al-gebra” adı verilmektedir. Bu sebeple bu ilimler, ilkin müslümanlar tarafınca dünyaya öğretilmiştir.

Avrupalılar, dünyayı sini şeklinde dümdüz ve etrafı duvarla çevrili zannederken, müslümanlar, ilk olarak, dünyanın yuvarlak bulunduğunu ve döndüğünü buldular. Musul civarında, Sincar sahrasında, meridyenin uzunluğunu ölçtüler ve bugünkü sayıları elde ettiler. Bundan başka, Müslümanlar, son aşama bilgisiz ve mutaassıp olan, orta çağ papazlarının men etmiş olduğu, eski Yunan ve Roma felsefe kitaplarının tercümesi işini ele almış ve bunların ortadan kalkmasına, yok olup gitmesine engel olmuşlardır. Bugün insaflı hristiyanların kabul etmiş olduğu şeklinde, hakiki Rönesans, İtalya’da değil, Abbasiler zamanında, Arabistan’da adım atmıştır ki, Avrupa’daki Rönesans’tan oldukca oldukca öncedir.

Müslümanların son zamanlarda, ilim sahasında en büyük rehberi, Osmanlılar idi. Tüm Hristiyan âlemi bu İslam devletinin, dünyadaki terakkilere ve keşiflere kayıtsız kalması için siyasal ve askeri hücuma geçtiler. Bir taraftan, haçlı saldırıları, bir taraftan da, bunların ihdas ettikleri, bid’at sahibi müslümanların yıkıcı ve bölücü çabaları, Osmanlıların fen ve teknikte rehberlik yapmalarına engel oldular. Türkler, dışardan ve içerden meydana getirilen saldırılardan dolayı, oldukca zarara uğradılar. Tesirleri fazla olan yeni silahlar yapamadılar. Ülkelerinin büyük kaynaklarından layıkı ile faydalanamadılar. Kendi vatanlarında sanayii ve ticareti yabancılara kaptırdılar. Fukara düştüler.

Dünyada, her gün, her sahada birçok yenilikler yapılmaktadır. Bu tarz şeyleri biz sürekli takip etmeye, öğrenmeye ve öğretmeye mecburuz. Yalnız endüstri ve teknik sahasında değil, din ve terbiye üstünde de ecdadımız şeklinde olmamız, gençlerimizi, imanlı, güzel ahlaklı yetiştirmemiz gerekir.

Dinimiz, din detayları ile fen bilgilerini birbirinden ayırmıştır. Din bilgilerinde, İslam ahlakında ve ibadetlerde en küçük bir değişim yapmayı şiddetle men etmiştir. Dünya işlerinde, fen bilgilerinde ise, her değişikliği yapmayı, tüm yeni keşifleri öğrenmemizi ve yapmamızı emretmiştir. Osmanlı Devletini yakalayan sözde aydınlar, dinimizin bu emrinin tam tersini yaptılar. Masonlara aldanarak din bilgilerini değiştirmeye, dinin esaslarını yıkmaya çalıştılar. Avrupa’nın fende ilerlemesine, yeni keşiflere gözlerini kapadılar. Hatta fen bilgilerine, çağdaş tekniğe uymak isteyen büyük Türk sultanlarını şehit ettiler. Masonların elinde maşa olarak, ilerlemeyi, teknikte değil de, dinde düzeltim yapmakta, bölücülükte aradılar.

Hikmet ne anlamına gelir?
Sual:
Hikmet kâfirlerde de bulunsa almalıdır deniyor. Müslümanlarda olmayan hikmet olur mu asla?
CEVAP
Hikmet
, burada fen ve sanat anlamındadır. İki hadis-i şerif meali:

(Fen ve sanat, müminin kaybetmiş olduğu malıdır. Nerede bulursa alsın!) [İbni Asakir, Askeri]

(İlim, Çin’de de olsa alınız!) [Beyheki]

Bu iki hadis-i şerif, dünyanın en uzak yerinde, hatta kâfirlerde bile olsa fen ilmini öğrenmeyi emretmektedir.

İslâmiyet, ilerlemeyi daima desteklemiştir
Sual: İslâmiyetin, milletlerin, toplumların ilerlemesine, kalkınmasına engel bulunduğunu söyleyenlerin sözlerinde gerçeklik oranı var mıdır?

Yanıt: Resulullah efendimiz; (Asla ölmeyecekmiş şeklinde dünya işlerinize çalışınız!) buyuruyor. İmâm-ı Münâvînin bildirdiği hadis-i şerifte de; (Elhikmetü dâlletül-mü’min) doğrusu (Hikmet, fen detayları, müminin kaybetmiş olduğu malıdır. Nerede bulursa alsın!) buyuruluyor. İslam dininin, toplumların kalkınmasını desteklediğini, medeniyete ışık tuttuğunu, dost düşman tüm ilim adamları, sözbirliği ile anlatmaktadır. Örneğin, İngiliz lordlarından Lord Davenport; “İlme ve irfana, Müslümanlardan daha derin saygı gösteren bir millet gelmemiştir” demektedir. Amerikan tarihçisi Dr. Kiris Traglor, büyük bir topluluğa yapmış olduğu konuşmasında, Avrupa rönesansının esin ve gelişme kaynağının İslâmiyet bulunduğunu, Müslümanların, İspanya’ya ve Sicilya’ya gelmiş olarak, bugünkü çağdaş teknik ve gelişmenin temellerini attıklarını söylemiş ve fende ilerlemenin, kimyada, tıpta, astronomide, denizcilikte, coğrafyada, kartografya ve matematikte terakki etmekle mümkün bulunduğunu ve bu detayları, Avrupa’ya, Müslümanların getirdiklerini bildirmiştir. Eğer Müslümanlar, bilgilerini kıymetli tirşe kâğıtlara ve papirüslere yazmasalardı, bugünkü çağdaş basın iyi mi meydana gelirdi ve yararlı olabilirdi, demiştir. İlimde, kuru bir etiketten başka nasibi olmayan bir İslam düşmanının yalanları, bu hakikati normal olarak örtemez. Güneş balçıkla sıvanamaz.

İslâmiyet, çalışmaya engel değildir
Sual: İslâmiyet, ahiret nimetlerini özendirdiği için, çalışmaya, kazanmaya engeldir diyenlere karşı ne demelidir?

Yanıt: İslâmiyet, fenni, tecrübeyi, emek harcamayı emreden dinamik bir dindir. İslam dini hakkında, insanları ahiret nimetlerine özendirdiği için emek harcamayı, kazanmayı önlemekte, engel olmakta demek, oldukca insafsızlıktır. Zira, (Çalışıp kazanan kimse, ahiret günü ayın ondördü şeklinde parlak olacak), (Âlimlerin uykusu ibadettir), (Helal kazanın ve hayırlı bölgelere harcedin), (Din kardeşine ödünç verenin, günahları affolur) ve (Her şeye ulaştıran yol vardır. Cennete kavuşturan yol ilimdir) hadis-i şerifleri, çalışıp kazanmayı ve dünyada iyi yoldan kazanıp, iyi yere verenlerin, ahireti kazanacağını bildirmektedir. İslâmiyette toplumsal hakkaniyet vardır. Hepimiz çalışmasının, alın terinin karşılığına kavuşur. Kimsenin, başkasının malında gözü olmaz.

]]>
https://www.cennetinbahcesi.com/2019/06/05/dinimiz-ilerlemeyi-emrediyor/feed/ 0 5501